26 Ekim 2017 Perşembe

Türk Destanları - Özetleri

Türk Destanları
Aslı Farsça olan destan (dâstân, destân), Fransızca épopée, Yunanca epos şiir karşılığıdır.
Türkçede destan, hem legende hem epope karşılığıdır. Ayrıca Anadolu'da Türk edebiyatında sosyal, tarihi ve mizahi konularda söylenen ulusal bir nazım şeklinin ve çeşidinin de adı destandır.
Destanlar, ulusların, özellikle tarih yazımının henüz yaşam bulmadığı dönemlerine ışık tutmaları bakımından önemlidirler.
Türk destanlarını İslamiyet öncesi ve İslamiyet sonrası diye iki bölümde değerlendirmek olasıdır.

İslamiyet öncesi Türk destanları arasında şunları sayabiliriz:
Yaradılış Destanı,
Alp Er Tunga Destanı,
Şu Destanı,
Oğuz Kağan Destanı,
Bozkurt Destanı,
Ergenekon Destanı,
Türeyiş Destanı,
Atilla Destanı,
Göç Destanı.

İslamiyet sonrası Türk destanları arasında ise;
Saltuk Buğra Han Destanı,
Manas Destanı,
Timur Destanı,
Battalgazi Destanı,
Danişment Gazi Destanı,
Dede Korkut Destanları,
Genç Osman Destanı,
Köroğlu Destanı sayılabilir.

Türk destanlarının belli başlı niteliklerini görmeye çalıştığımızda karşımıza, çoğu kez, kadın kişiliğinde odaklanmış bir güzellik, yiğitliğin, tarihin her döneminde başüstünde tutulmuşluğu, atın ve bozkurdun insana sadık bir yoldaş olması, kurdun ana, baba ve hatta tanrı olması, yurt kabul edilen coğrafyanın kutsallığı gibi unsurlar çıkar.

Yaradılış Destanı
XIX. yüzyılda Prof. W. Radloff tarafından Altay Türkleri arasında derlenmiştir.
Konusu: Daha hiçbir şey yokken, Tanrı Kayra Han'la uçsuz bucaksız su vardı.
…su dalgalandı. Ak Ana Akine, Tanrıya "Yarat!" dedi, yine suya gömüldü. Bunun üzerine Kayra Han, kendine benzer bir varlık yaratarak "Kişi" adını verdi.
Tanrı Kayra Han, dünyayı yaratmayı düşündü. Kişi'ye, "Suya dal, toprak çıkar!" emrini verdi.
Toprağın bir kısmını ağzında sakladı. Kendine göre bir yer yaratacaktı. Avucundaki toprağı su yüzüne serpince Tanrı, toprağa "Büyü" emrini verdi. Bu toprak dünya oldu. Fakat bu emirle Kişi'nin ağzındaki topak da büyümeye başladı.
Kişi'nin ağzından dökülen ıslak toprak yeryüzüne serpildi. Yeryüzünde tepecikler oluştu. Buna kızan Tanrı, Kişi'yi kendi âleminden kovdu ve ona Erlik (Şeytan) adını verdi.
Yerde dokuz dallı bir ağaç bitti. Tanrı her dalın altında ayrı bir adam yarattı ve "Dokuz millet olsun!" dedi. Erlik bu insanları kıskandı. Onları kötülüğe sürükledi. Erlik yeniden lanetlendi. Toprak altındaki karanlıklar âleminin üçüncü katına sürüldü. Tanrı kendisi için de göğün on yedinci katında bir nûr âlemi yaratarak oraya çekildi. İnsanların büsbütün başıboş kalmaması için onlara da Gök Oğul'u (Maytere) gönderdi.
Erlik, Kayra Han'ın katına çıkmak istedi. Gök Oğul'u, Tanrı'ya bunun için yalvarmaya razı etti. Erlik, kendisi için gökler yaptı. …gökle yer arasındaki dünyada yaşayan insanlardan daha iyi bir hayat sürüyordu.
(Kayra Han) Erlik'in dünyasını yıkmak için kahraman Mandişere'yi gönderdi. O, güçlü mızrağıyla vurarak bu dünyayı parça parça etti. Eski düz dünya engebeli bir hal aldı. Tanrı, Erlik'i yeniden cezalandırdı. Onu yerin en alt katına sürdü.

Alp Er Tunga Destanı
Alp Er Tunga M.Ö. VII. yüzyılda yaşamış bir Saka hükümdarıdır. Türk-İran savaşlarında ün kazanmış İran hükümdarı Keyhüsrev'e yenilerek öldürülmüştür.
…bu destanın hacimli ve zengin parçaları Firdevsi'nin Şahnâme'sinde bulunmaktadır.
Alp Er Tunga'nın ölümü konusunda söylenmiş bir sagu (ağıt, mersiye) da Kaşgarlı Mahmud tarafından yazıya geçirilmiştir.
Konusu: Kabil padişahı Zal, Alp Er Tunga'nın elinde esir olan İran hükümdarını kurtarmak için Turan ülkesine yürüdü. Alp Er Tunga'yı yendi ama hükümdarını kurtaramadı.
Alp Er Tunga İran'a bir daha savaş açtı. O zamana kadar Zal da yaşlanmıştı. Kendi yerine, Alp Er Tunga'ya karşı oğlu Rüstem'i yolladı.
İran kahramanı ile Alp Er Tunga arasında sayısız savaşlar oldu.
Bu savaşlar devam ederken İran'ın hükümdarı bulunan Keykavus, oğlu Siyavüş'ü ve Zaloğlu Rüstem'i gücendirmişti. Bunun üzerine şehzade Siyavüş kaçıp Alp Er Tunga'ya sığındı. Türk yiğitlerinden birinin kızıyla evlendi, Keyhüsrev adını verdiği bir de oğlu oldu.
Keyhüsrev büyüyünce, İranlılar onu kaçırıp hükümdar yaptılar. Keyhüsrev, Alp Er Tunga'nın üzerine gönderdi. Yine birçok savaşlar oldu. Sonunda Alp Er Tunga iyice yoruldu, ordusu dağıldı, askeri kalmadı. Tek başına dağlara çekilip bir mağarada kendi halinde yaşadı. Ancak bir gün izini bulan İran askerleri onu öldürdüler.

Şu Destanı
Şu, M.Ö. IV. yüzyılda yaşamış bir Türk hükümdarıdır.
…bu destan, Türkler arasında XI. yüzyıla kadar yaşamış ve bu yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından kayda geçirilmiştir.
Konusu: İskender, Semerkand'ı geçip de Türk yurduna yöneldiği zaman Türklerin hükümdarı Şu idi.
Hakanın gümüşten bir havuzu vardı. …içine su doldurur, suya kazlar, ördekler salar, yüzdürürdü.
İskender, Hucend suyunu geçince, gönderilen adamlar hızla gelip Şu'ya haber verdiler. Hükümdar göç davulunu çaldırıp doğuya doğru yürüdü. Binecek hayvan bulanlar kendilerini bu hayvanın sırtına bırakıp hükümdarın arkasından gittiler.
Hakan, ordusu ile savuşup gittikten sonra, orada çoluk çocuklarıyla 22 kişi kalmıştı (Oğuz boyları bu kalanlardan doğmuştu).
…yanlarına iki kişi daha geldi. 24 oldular.
…bu iki kişi ile çocukları Kalaç diye anıldılar; iki kabile Kalaçların kökü oldular.
Nihayet İskender geldi. O 22 kişiyi gördü. Baktı ki bunlar uzun saçlı insanlardır, üzerlerinde Türk alametleri var, hiç kimseye sormadan bunlar için: "Türk manend" Türke benziyor, dedi. Bu söz de o adamlara ad oldu. 24 kabile olan Türmenler bu ismi taşıdılar, Türkmen diye anıldılar. Bununla beraber, adı Kalaç olan iki aile, onlardan ayrıldıkları için tam Türkmen sayılmazlar.
Uygur iline yaklaştıkları zaman Şu, İskender'le vuruşmak için bir bölük asker yolladı. İskender de bir öncü kuvveti göndermişti. Türkler, İskender'in öncülerini, bir gece baskınında bozguna uğrattılar.
Sonra, İskender Türk hakanıyla barıştı. Hatta Uygurlar için şehirler yaptı ve bir zaman kaldıktan sonra geriye döndü.

Oğuz Kağan Destanı
…bilinen tek bir yazma nüshası vardır. Paris Ulusal Kitaplığının Türkçe Yazmalar bölümünde 1001 numarada kayıtlı olan bu destan, Uygur harfleri ile yazılmıştır.
…bu metni ilkin Türkolog W. Radloff, Kutadgu Bilig ile birlikte (1891) yayımladı.
Bu destanda Oğuz, doğuştan güzel olan, doğduktan kırk gün sonra büyüyüp gelişen, halka eziyet eden canavarı öldüren, büyüyünce yeryüzünün dört bir yanına elçiler gönderip o ülkeleri bayrağı altına alan, yaşlanınca yurdunu altı oğlu arasında paylaştıran bir Türk hükümdarı ve kahramanıdır.
Mete'nin tarihi kişiliği ile destan kahramanı Oğuz'un serüvenleri arasında büyük bir benzerlik vardır.
Konusu: Ay Kağan'ın bir oğlu oldu. Bu çocuğun yüzü gök, ağzı ateş gibi kızıl, gözleri elâ, saçları ve kaşları kara idi.
Doğan çocuğa Oğuz adı verildi. Bu çocuk anasının göğsünden bir kere süt emdi, bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve şarap istedi. Dile gelmeye başladı. Kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı.
Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Ormanda bir geyik ele geçirdi, onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve oradan uzaklaştı. Tan ağarırken gelip gördü ki canavar geyiği yemiş. Sonra bir ayı yakalayıp aynı yere bağladı. Canavar ayıyı da yiyip gitti. Bu defa kendisi ağacın dibinde durup canavarı beklemeye başladı. Oğuz kargı ile canavarı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti, alıp gitti.
Oğuz Kağan bir yerde Tanrıya yalvarmakta idi. Karanlık bastı gökten bir ışık indi. Işığın içinde yalnız oturan bir kız vardı. Başında teli ve parlak bir beni vardı.
Oğuz Kağan onu sevdi ve aldı. Günlerden ve gecelerden sonra kız, üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne Yıldız adını koydular.
Yine bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Göl ortasında ağacın kabuğunda yalnız başına oturan çok güzel bir kız gördü. Oğuz Kağan onu da sevdi ve aldı. Günlerden ve gecelerden sonra kız, üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz adını koydular.
Oğuz Kağan bundan sonra yeryüzünün dört köşesine haber saldı kendisine itaat edilmesi için. Urum Kağan itaat etmedi. Oğuz Kağan bayrak açıp sefere çıktı.
Kırk gün sonra Buz Dağ adında bir dağın eteğine geldi. Tan ağarınca Oğuz Kağan'ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Kurt dile geldi ve Oğuz Kağan’ın önünde yürüdü.
Gök tüylü ve gök yeleli bu büyük erkek kurt bir kaç gün sonra durdu. Burada savaş başladı. Boğuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Mürenin suyu baştanbaşa kıpkırmızı oldu. Oğuz Kağan yendi ve Urum Kağan kaçtı.
İtil Irmağının kıyısına vardıklarında, Uluğ Ordu Bey, çevredeki ağaçlardan sal yaparak ırmağı karşıya geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve "sen burada bey ol, senin adın Kıpçak Bey olsun" dedi.
Oğuz Kağan yine önünde gök tüylü, gök yeleli kurtla birlikte Hint, Tangut ve Suriye taraflarına yürüdü. Pek çok vuruşmadan ve pek çok çarpışmadan sonra onları aldı ve kendi yurduna kattı.
Oğuz Kağan'ın yanında aksakallı, kır saçlı, tecrübeli bir ihtiyar vardı. O, anlayışlı ve asil bir adamdı. Adı Uluğ Türk idi. Uluğ Türk rüyasında, bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu altın yay gün doğusuna üç ok da şimale doğru gidiyordu. Gördüğü rüyayı Oğuz Kağan’a anlattı. Oğuz Kağan, Gün, Ay ve Yıldız adlı oğullarını doğu tarafına; Gök, Dağ ve Deniz’i de batı tarafına avlanmaya gönderdi.
Doğuya gidenler yolda bir altın yay buldular. Batıya gidenler de üç gümüş ok buldular. Bunları getirip babalarına verdiler. Oğuz Kağan yayı üçe böldü ve "Ey büyük oğullarım yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın." dedi. Okları da üçe üleştirerek "Ey küçük oğullarım oklar sizlerin olsun. Yay oku attı, sizler de ok gibi olun." dedi.
Yurdunu "Boz Oklar" ve "Üç Oklar" diye anılan oğulları arasında paylaştırdı

Ergenekon Destanı
XIII. asır Moğol tarihçisi Reşidüddin tarafından yazıya geçirilmiştir. Yazarın Câmi'ü't-Tevarih, Reşididdin Tarihi de denilir, kitabına kaydettiği bu rivayet, Fars diliyle yazılıdır. Daha sonra XVII. yüzyılda, Hıyve Hanı Ebulgazi Bahadır Han tarafından yazılmış olan Şecere-i Türk adlı eserde de kaydedilmiştir.
Ergenekon Destanı'nın en önemli niteliği ve diğer destanlardan ayrılan yanı, kolektif bir kahraman eksenine oturtulmuş olmasıdır. Destanda adı geçen Kayan, bir şahıs değil, ünlü Kayıhanlı kabilesidir. Tukuz ise Göktürkler'in tarihinde önemli yeri olan Dokuz Oğuz'ların adıdır. Ergenekon Destanında bir diğer önemli unsur, tarihsel olaylarla örtüşmesidir.
Konusu: Gök Türkler Tatarların baskınına uğradı. Sağ kalanların tümü tutsak oldu. Sadece İl Han'ın küçük oğlu Kayan ile kardeşinin oğlu Nüküz karıları ile birlikte Tatarların elinden kaçabildiler. Kimsenin bilmediği ıssız bir yere çekilmeye karar verdiler.
Çevresi yüksek, aşılmaz, geçit vermez dağlarla çevrili geniş bir düzlüğe rastladılar. Buraya "Ergenekon" adını verdiler.
Kayan ve Nüküz'ün çocukları burada çoğaldı. Dört yüz yıldan fazla oturdular. Birçok oymaklara ayrıldılar. Bir gün geldi ki artık Ergenekon'a sığmaz oldular.
Ergenekon'dan çıkmak için bir yol aramağa başladılar, bulamadılar. Etraflarını saran dağlarda demir madeni vardı. Madeni eriterek yol açmaya karar verdiler.
Ateşi körüklediler. Kaya erimeye başladı. Yüklü bir devenin geçebileceği kadar yol açıldı. Ergenekon'dan çıktılar. O günü, o ayı ve o saati iyi bellediler. Çıkarken onları yöneten demirci başbuğun adı "Börte Çene" yani Bozkurt idi.
Ondan sonra her yıl, o günde, o saatte bayram yaparlar. Başta kağan olmak üzere bütün kumandanlar ve ileri gelenler örsün üstüne bir demir parçasını koyup döğerler. Bu yıldönümü böylece töre kılındı.

Bozkurt Destanı
Göktürkler'in bir düşman baskınıyla kırıldıktan sonra, baskında sağ kalan tek gençle bir dişi bozkurttan yeniden türediklerini anlatır.
Kurt, yiğidi kaçırdı, kimsenin bulamayacağı bir mağaraya götürdü. O mağarada yaşadılar. On erkek çocukları oldu. Çocuklar büyüyüp evlendiler.
Her birinden bir boy türedi. Bunlardan biri Aşine boyu idi. Aşine, bütün kardeşlerinin en akıllısı olduğu için Türkler'e hükümdar oldu. Soyunu unutmadığını göstermek için de çadırının kapısının önüne, üzerinde kurt başı bulunan bir bayrak dikti.

Türeyiş Destanı
Birçok Türk destanında ortak motif olarak görülen bozkurt motifi, Türeyiş Destanında da soyun başlangıcı olarak tanrısal güce bağlanmaktadır.
Kızları çok güzel olan Hun hükümdarı, güzelliklerinden dolayı kızlarının ancak tanrılarla evlenebileceğine inanarak onları insanlardan uzak tutmak ister. Kızlarını bir kuleye kapatır. Tanrılardan biri bozkurt şeklinde kızların yanına varıp onlarla evlenir. Bu kızlardan Dokuz Oğuz- On Uygur doğar.

Göç Destanı
Türeyiş destanının devamı olduğu düşünülür. Çin ve İran kaynaklarında iki ayrı şekilde kaydedilmiştir. Bunlar birbirlerini tamamlar niteliktedir.
Destanda, hakanın Çinlilerle yapılan savaşlara bir son vermek için oğlu Gali Tigin'e bir Çin prensesi alması ve buna karşılık Kutul Dağını vermesi; yurtta birliği sağlayan tılsımlar bozulunca Uygurların nasıl ıstırap çektikleri; sonunda kendilerine yiyecek vermeyen bu yurdu bırakarak güneybatıya doğru göçleri anlatılır.

Saltuk Buğra Han Destanı
Tezkire-i Buğra Han adlı bir yapıtta kayıtlıdır.
Saltuk Buğra Han'ın çeşitli illerdeki insanları Müslümanlığa çağırmasını, inanmayanlara keramet göstermesini, savaşlarda ağzından ateşler saçarak imansızları yaktığı anlatılır.
Saltuk Buğra Han etrafında destanlaştırılan bu anlatım, bugün Kaşgar yakınlarındaki Artuç kasabasında bulunan mezarına, "ziyaretgâh" olarak gösterilen ilginin kaynağıdır.

Manas Destanı
Manas Destanının asıl kaynağı; Mani dinine mensup olan Karahitaylarla Müslüman olan Karahanlılar arasında, XII. yüzyıl başlarında meydana gelen siyasi ve askeri mücadeleler sırasında Kırgızların yaşadıkları olaylardır.
Kırgız Türkleri arasında geniş bir kahramanlık destanı olan Manas Destanı, Müslüman Kırgızlarla Putperest Kalmuklar arasındaki mücadeleleri anlatır. Destan üç bölümden oluşmaktadır. Bunlar; Manas, oğlu Semetey ve torunu Seytek ile ilgili bölümlerdir.
Destanın derlenen en hacimli şekli Sayakbay Karalayev'in Manas-Semetey-Seytek üçlemesi olup 500.500 dizedir. Destanın çeşitli Manasçılardan derlenen 60'tan fazla anlatımının toplam dize sayısının 1.500.000 olduğu kaydedilmektedir. Manas destanında kahramanlık konusu geniş bir yer tutar.
Nogay boyundan çıkan Manas, önce kendi boyunun özgürlüğü için mücadele eder. Daha sonra bütün Kırgız halkını birleştirip onların özgürlüğü ve eşitliği için çalışan bir bahadır olur.
Halk arasında ve sözlü halk edebiyatında Manas destanı söyleyen ozanlara ırçı veya comokçu denmiştir. Kırgız edebiyatında Manas destanı söyleyen ozanlar ikiye ayrılmıştır. Bunlar comokçu ve camakçı'lardır. Comokçular, Manas destanını kendi devirlerinde yaşamış olan ozanlardan duyup kendilerine göre yorumladıktan sonra okuyan kişilerdir. Manas destanının bazı bölümlerini büyük comokçulardan dinledikten ve belleklerine yerleştirdikten sonra ona eklemeler yaparak veya kısaltarak okuyan ozanlar ise camakçılardır.

13 Ekim 2017 Cuma

Karacaoğlan Şiirinde Sapmalar

Yıldız Yenen Avcı - Karacaoğlan Şiirinde Sapmalar

Her bir halk şairi, kendi perspektifi nispetinde yaşadığı dönemi şiirine taşır.
Karacaoğlan’ın yaşadığı 16. Yüzyıl, Türklerin gerek kültür gerekse siyaset alanında tüm dünyada lider oldukları bir dönemdir. Türkçe edebiyat 16. Yüzyılda Arapça ve Farsçanın yoğun tesiri altındadır. İşlenen konular bakımından ise sevgiliye yazılan gazeller ve devlet adamlarına övgü içeren metinler çoğunluktadır.
Karacaoğlan’ın şiiri de benzer konulara yer verir; sevgiliye yazılmış şiirler onda pek çoktur. Karacaoğlan dil bakımından da zengindir. Anadolu’nun değişik bölgelerini gezmiş olması, farklı ağızlar ve kültürleri tanımış olması bu bakımdan ona katkı sağlamıştır.

Biçimbilimsel Sapmalar:
Karacaoğlan’ın; şiirlerinde uyak kaygısından dolayı bazı ekleri düşürdüğü veya yanlış ek kullanımına yer verdiği görülür. Şair, ölçü bütünlüğünü sağlamak için yükleme halini düşürür. “Burmayı” sözcüğü yerine “Burma” sözcüğünü kullanır:
“Gümüş yüzükleri takmış parmağa,
Altun burma beyaz kola uydurmuş”
Şiirlerde yönelme hal ekinin ve tamlayan ekinin düşürüldüğü de görülür:
“Şahanım var, bazlarım var.
Tel alışkın sazlarım var.”
“Dilberim sevmezse beni,
Ben onu sevdiğim yeter.”
İyelik ekinin de şiirsel kaygılardan dolayı düşürüldüğü görülür:
“Gidip şu güzelin ilin gezmeli
Kalem alıp kaşın gözün yazmalı”
Şiirlerde dikkat çeken bir diğer nokta ise; şairin, kimi kez isim durum eklerini birbirinin yerine kullanmasıdır.
“Diyâr-ı gurbetin sonsuz mihneti,
Şu benim yârime göresim geldi.”
Geniş zamanın 2. ve 3. Kişi çekimlerinde olumsuzluk eki ile birlikte kullanılan “-z” ekini düşürür. Fakat bu yaygın olarak işitilen yöresel bir kullanımdır.
“Kız da der ki: Sarı yıldız doğma mı?
Doğup doğup orta yere gelme mi?
Bir gecem de bin gecene değme mi?”
Şimdiki zaman eki geniş ünlü ile biten bir sözcüğe getirildiği zaman daralma olayına neden olur. Söyleyiş güzelliğini yakalama adına şairin; yer yer bu kurala bağlı kalmadığı görülür:
“Saçları topukla eyleyor cengi,”
Hezâran çubuğa benziyor boyu,”
Gelecek zaman eki olan “-ecek” ekinin, farklı kullanımları göze çarpar:
“Karaca’Oğlan der ki: Terkin vericek,
Ötüşür bülbüller, gonca gülicek.
Ben burada, yâr orda, böyle kalıcak,”
Şair, istek kipinin birinci kişi çekiminde hem kurala uygun olana hem de yöresel nitelik taşıyan formuna yer verir:

“Murâdıma ermeyeyim,
Hak didârın görmeyeyim,”
“Arab atım mı var benim, eğlenem?
Ya şahanım mı var, salam, avlanam?”
Ölünce sevmezsem seni.”

Karacaoğlan, “ile” sözcüğünü “-nen”, “ilen”, “le” , “ile” gibi farklı şekillerde kullanır:
“Elleri koynunda gezen yiğidi,
Yiğit mağrur gezmeyinen beğ olmaz”

Sözcüksel Sapmalar
“Erciyes” sözcüğünü “Erciyas” şeklinde; vakit sözcüğünü ise “vakt”, “vaht” şeklinde kullanarak farklı kullanımlara yönelir:
“Erciyas ulunuz, pirin var dağlar”
“Vaktlı vaktsiz akmak olmaz”

Karacaoğlan’ın kimi şiirlerinde “mezar” sözcüğünün, uyak kaygısından dolayı “mezer” şeklinde kullanıldığı görülür:
Karaca’Oğlan der ki: Ezelden ezel,
Duruldu suyum da, kazıldı mezer. (…)

Şair; kimi zaman da “gelmeye” sözcüğünü “gelmekliğe” biçiminde kullanır:
“Gelmekliğe karar verdim
Sözüm oldu yalan şimdi.”

Anlambilimsel Sapmalar
“Nasıl, niçin, nereden” zarfları yerine “ neden” sözcüğüne yer verir:
“Baharın geldiğin neden bilelim?
Bir gül bitmiş, yapracığı düzgündür.”
Şiir dilindeki güçlükler, şiir dilinde oldukça sık kullanılan sözbilim kurguları ve dilbilim yapıları sonucunda göze çarpan olağan dil kullanımlarının dışındaki yapılardan kaynaklanır.

Sözdizimsel Sapmalar
Diğer şairler gibi, Karacaoğlan da anlatıma dinamizm ve kıvraklık veren devrik cümleleri sıklıkla kullanır.

Yöresel ağız Kullanımından Kaynaklanan Sapmalar
Şiirlerde yer alan “renk, reyhan, lazım, Rum…” gibi bazı sözcüklerin ilk hecesinde türeme olayının yaşandığı görülür.
“Çevre yanı ireyhanlı bağ olur”
“Yüzlerin portakal, irengin gülde,”
“Her sabah, her sabah salınan güzel,
Salınma karşımda, ilâzım değil.”
“Bin katar içinde bu bir türlüdür,
Urum’da ve Şam’da birdir bu gelin”

Sonuç
1. Karacaoğlan ölçü bütünlüğünü sağlamak için kimi şiirlerinde ekleri düşürmüş, kimilerinde ise bu dil öğelerini, yerinde kullanmıştır.
2. Sözcük seçimi bakımından şairin, hem özgün ifadelere, hem de morfolojisi değiştirilmiş kullanımlara yer verdiği görülür.
3. Karacaoğlan; alışılmamış bağdaşmalarla, yoğun ve derin ifadelerle şairsel gücünü sergilemeye çalışırken, yine sanatsal kaygılardan olsa gerek anlam karışıklığına ve belirsizliğine yol açan durumlardan kaçınamamıştır.
4. Şairin, bazen “tamlayan+tamlanan” ve Türkçenin cümle yapısı kuralına (Ö+T+Y) bağlı kalmadığı; fakat dizelerdeki monotonluğu yıkmak ve onların müzikalite değerini yükseltmek için farklı yapısal oluşumları tercih ettiği görülmektedir.
5. Karacaoğlan doğup büyüdüğü, gezip gördüğü yerlerin ağız kullanımlarını şiirlerine taşımakla kalmamış, onları dizenin akışına göre yeniden harmanlamıştır.
---

Folklor/Edebiyat Dergisi, Cilt: 19, Sayı: 74, (s. 119-129), 2013