XVIII. YÜZYIL
TÜRK EDEBİYATI
Ünite
1
18. Yüzyılda Sosyo-Kültürel
ve Edebi Hayat
Saray, köşk, konak ve tekke gibi çeşitli mekânlarda
gerçekleşen ilmi, edebi sohbetlerin edebiyat tarihimiz açısından önemi
büyüktür.
Yüksek estetik zevki temsil eden divan şiiri bu bağlamda
edebiyatımızın has bahçesidir.
Asıl has bahçe Topkapı Sarayı’nda bulunmakla birlikte
padişaha mahsus bu adla anılan çok sayıda mekân vardır.
Bu yüzyılda III. Ahmet’le birlikte hızlı şekilde batılılaşma
sürecine girilmiştir. Klasik edebiyatımızın hazan mevsimini yaşadığı dönemdir. Şeyh
Galip’ten sonra klasik edebiyatımız atılım yapamamıştır.
Dönemin edebi faaliyetleri mahalli öğelerin artması dışında
önceki asrın çizgisini takip eder.
Orta Asya Türkleri bu asır Rus işgalinin başladığı dönemdir.
Uygur bölgesi Çin işgaline uğradı, Hindistan’daki Babürler
zayıflayarak iktidarı İngilizlere bırakmaya başladı bu asırda.
Batı içi bu dönem Aydınlanma çağıdır.
Islahat hareketlerine başlayan Osmanlı Devleti’nde batı
kültürünün karşılık bulması kolay olmamıştır.
Yüzyılın başlarında Sadrazam Rami Mehmet Paşa idari ve
askeri ıslahat yapmaya çalışırken ortaya çıkan huzursuzluklar Edirne Vakası (21 Temmuz 1703) olarak tarşhe geçen
sosyal patlamayla sonuçlanmıştır. İsyan sonucunda Padişah II. Mustafa tahttan edilmiş yerine III. Ahmet getirilmiştir. Şeyhülislam
Feyzullah Efendi önce sürgün edilmişse de canını kurtaramamıştır. Bu
olaydan sonra ilk defa Osmanlı hanedanına alternatifler aranmıştır. Kırım
Hanlarının hatta Sokullu’nun torunlarının yönetime getirilmesi tartışılmıştır.
İsveç Kralının Osmanlılara sığınması üzerine Osmanlı-Rus
çatışması yaşanmıştır. Rusların barış isteği Devlet Giray’ın muhalefetine rağmen kabul edilmiştir.
Morallenen devlet Mora’yı geri almış, misilleme saldırısında
Belgrad’ı kaybetmiştir. Bu mağlubiyetten sonra savaş yanlıları iktidardan
uzaklaştırılmış, Damat İbrahim Paşa
sadrazam yapılmıştır. Sadrazam İbrahim
Paşa, diplomasi bilgisinin arttırılması için Avrupa’ya elçiler
göndermiştir. Yirmisekiz Mehmet Çelebi
Viyana’ya, Mehmet Efendi Lehistan’a
gönderilmiştir. Pasarofça Antlaşmasıyla batılılaşma kurumsallaşmaya
başlamıştır.
Lale Devri
1718-1730 yılları arasında süren 12 yıllık barış dönemini
kapsar.
Kâğıthane merkez olmak üzere imar ve kültür işlerine hız
verilir. Kâğıthane deresinde ıslah çalışmaları yapılır. Nehrin kenarlarına
sütunlar dikilerek Kasr-ı Hümayun inşa edilir. Baruthaneye kadar olan yol
boyuna devlet erkânı için köşkler yapılır. Sadabat,
31 Temmuz 1722’de III. Ahmet’in de katıldığı bir törenle açılır. Sadabat bu tarihten sonra zevk erbabının toplandığı
eğlence merkezi haline gelir.
Devlet erkânı lüks ve israf yarışına girer. Batı tarzı
giyime geçilmeye başlanır. Lale çiçeği bu dönemde hastalık derecesinde tutkuya
dönüşür. Flemenk tüccar Answer tarafından Hollanda’ya götürülen lale soğanı en
önemli ticaret metaı haline gelir.
Kültür hayatındaki yeniliklerin başında Müteferrika’nın
kurduğu matbaayı anmak gerekir. İbrahim Paşa tarafından kurulan tercüme heyeti
çok sayıda eseri tercüme etmiştir. Türkçe ilk kitap bu dönemde basılmıştır.
Matbaada basılan ilk kitap Vankulu Lügati’dir. Müteferrika ölümüne kadar 17
kitap basmıştır.
Lale devrinde göze batan israf Patrona Halil İsyanı’na sebep
olmuştur. İsyanda Sadabat yerle bir edilmiştir. İsyandan sonra tahta geçen I.
Mahmut’un isyancıları temizledikten sonraki ilk icraatı İran seferi olmuştur.
1746’da Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla savaş sona ermiştir.
Belgrad geri alınmıştır. Belgrad Antlaşmasında sonra
1739-1768 yılları arası savaşsız geçmiştir. Huzur ortamında rehavete kapılıp
lale devrini anımsatan imar faaliyetleri başlamıştır.
Osmanlılar bu yıllarda çok sayıda afetle boğuşmuştur.
1755’te çıkan yangında Bab-ı Âli tamamen yanmıştır.
Sosyal Hayat
Toprak kayıplarının sebep olduğu göçler karşısında yaşanan
iskân başta olmak üzere çeşitli sıkıntılar yaşanırken devlet erkânında artan
israf ve rüşvet sosyal hayatta gözlemlenen başlıca meselelerdir.
III. Selim’in kardeşi Hatice
Sultan, kendisine bahçe ve saray dekoru yapması için Antoine Ignace Melling’i
İstanbul’a getirtmiştir.
Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Sefaretname’si zihinlerdeki değişimi, çözülüşü göstermesi
bakımından önemlidir.
Dünya ticaret yollarının bu yüzyılda değişmesi gerileme ve
çözülmeyi hızlandıran bir diğer etkendir.
Bilim ve Kültür
Hayatı
Gerilemeye karşı yapılan ıslahat çalışmalarının hemen hepsi
askeri içeriklidir. Bu nedenle meselelerin künhüne varamamışlardır.
İbrahim Müteferrika,
Usulü’l-Hikem fi-Nizami’l-Ümem adlı
eserinde devlet yönetim şekilleri hakkında bilgi vererek bilimsel yöntemlerin
önemine işaret etmiştir.
Viyana sefiri Ebubekir Ratip Efendi sefaretnamesinde Avusturyalıların tarım, ekonomi, adalet ve sağlık
konularındaki pratiklerine değinmiştir. Eserinde laikliğe de değinmiştir.
Ahmet Resmi Efendi, Hülasatü’l-İtibar adlı eserinde Osmanlı’nın çağın gerisinde
kaldığını açıkça ifade etmiştir.
İstanbul’da bulunan Fransa elçisi Marquis de Villeuve, Kevaib-i
Seb’a adlı eserinde Osmanlı’da uygulanan ilim ve öğretim usulü hakkında
bilgi vermiştir.
İlerleme
yolunda dikkat çeken bir hamle de Damat
İbrahim Paşa’nın 1720’de kurduğu 30 kişiden oluşan tercüme
heyetidir. Tercüme heyetinde Taib, Nedim, Sami, Raşit, İzzet Ali
Paşa, Seyyit Vehbi, Nahifi, Şakir, Çelebizade Asım gibi önemli şairler de
vardır.
18. yüzyılın Avrupası İtalyan baroğuna karşı tepki olarak
Fransız rokokosunun etkisi altındadır. Rokoko bu yüzyılda oldukça
yaygınlaşmıştır. Yüzyılın sonlarında Napolyon yönetimini simgeleyen ampir
üslubu yaygınlaşmıştır.
Ampir Üslup: İmparatorluk üslubu anlamına gelir. Eski Yunan
ve Roma stillerinin klasik üslupla bir araya getirir. I. Mahmut devrinde
yapımına başlanan Nuruosmaniye Camii (1755) barok üslupla yapılmıştır.
Lale devrinin coşkusu şiirde Nedim, musikide Mustafa Çavuş
tarafından temsil edilir.
18. Yüzyılda Divan
Şiiri
Önceki asırda etkili olan Hint üslubuna tepki olarak nesir
türlerine yönelme gözlenir. Şiirde klasik tarza yaklaşmaya çalışılmıştır. Fars
şiirinde de klasik tarza yönelme gözlenir. Edebi eserlerde gözlenen bu geriye
dönüşler Bazgeşt-i Ebedî diye tanımlanır. Önde
gelen isimleri Müştak-ı İsfahanî, Nasıruddin-i İsfahanî ve Şu’le-i
İsfahanî’dir.
Şiirde önceki asırlarda hikmet ve hünerle ulaşılan seviye bu
asırda günlük hayat ve konuşma dilinin lügati şiire taşınarak tutturulmaya
çalışılmıştır.
Bu asır şair kadrosu bakımından oldukça zengin bir dönemdir.
Sünbülzade Vehbî’nin
şiirin ayaklar altına alındığı bir dönemde kendine şair demekten utandığını
söylemesi, nicelik bakımından gözlenen verimin nitelik olarak yakalanamadığını
işaret etmektedir.
İstanbul kütüphanelerinde 18. yüzyıla ait divanların sayısı
168’dir. Tezkirelere bakıldığında 1322 şairin ismiyle karşılaşırız.
Edebi Muhitler
Sanat kültür faaliyetleri genellikle patronaj sistemi
etrafında gelişmiştir. Bu asırda sanatçıları koruyan padişahlar ve sanata
meyyal padişahlar saltanatta yer almıştır. III.
Ahmet Necip ve Ahmet, I. Mahmut Sebkati, III. Mustafa Cihangir, III. Selim İlhami mahlaslarıyla şiir
söylemişlerdir. III. Ahmet ve III. Selim divan tertip etmişlerdir. I. Mahmut ve III. Selim aynı zamanda çok iyi besteciydiler.
Yüzyılın başında Nedim
sonunda ise Şeyh Galip çağa damga
vurmuştur.
Bu asırda sanat hayatının merkezi yine İstanbul’dur.
Koca Ragıp Paşa
ve Hoca Neşet’in konakları kültür
merkezi işlevindedir.
Yüzyılın şairlerini tasnif eden tezkirecilerden Latifi şairleri yaratıcı şairler ve
hırsızlar diye ikiye ayırır. Riyazi
de mana ve mazmun kavramlarını temel alarak şairleri dört kategoride tasnif
eder.
Devrin en ileri şairleri Nedim ve Şeyh Galip’tir.
Kamî, Samî, Seyyit Vehbî, Nahifî, Koca Ragıp Paşa üslup
sahibi şairlerin izinden gitmişlerdir. Dereceleri daha zayıftır.
Osmanzade Taib, Nazım, Nevres-i Kadim, Kani, Hoca Neşet,
Esrar Dede, Enderunlu Fazıl ve Süruri, yetenekli olmakla birlikte sanatlarını
ilerletememişlerdir.
Taklit ve yekit seviyesinde kalan ancak yine de takdir gören
isimler ise; Hevayi, İzzet Ali Paşa, Enis Dede, Şeyhülislam İshak ve
Fıtnat’tır.
18. Yüzyıl Divan
Şiirinin Özellikleri
Son klasik dönem daha çok nazire edebiyatı görünümündedir.
En çok tanzir edilen şairler Nabî ve
Nefî’dir.
Salim gibi
nispeten zayıf bir şairin bir gazeline 150 kadar nazire yazılmış olması devrin
durumunu göstermesi bakımından önemlidir.
Beliğ ve Neylî bu duruma tepki olarak yenilik
arayışına girmiş iki isimdir. Zira önemli olan yeniyi bulmaktır. Yenilik merakı
şiirde seçilen konulara da aksetmiştir. Dönemin divanlarında nev-zemin /
nev-ayin başlıklı şiirlerin yer alması yenilik arayışlarının bir göstergesidir.
Sabit’ten sonra argo söyleyiş hızla
artmıştır.
Bu dönemde kaside ve mesnevide önemli ölçüde azalma
gözlenir. Buna karşılık, gazel, tarihler ile şarkı, tahmis, murabba, muhammes
gibi musammatlarda artış gözlenir. Nedim
ve Şeyh Galip’ten başka kaside türünde
akla gelen isim Münif’tir.
III. Ahmet’in humma hastalığına yakalanması şairleri
etkilemiş, padişahın sağlığına kavuşması için temennilerini dile getiren
şiirler yazmalarına vesile olmuştur. Bu sebeple artış gösteren sıhhatnameler
diğer devlet adamları için de yazılmaya başlamıştır.
Bu devirde yazılan tarihler genellikle kıta-i kebire(=uzun
kıta) şeklindedir. Dürri ve Süruî tarih türünün başta gelen isimleridir.
Gazel bu asrın en çok rağbet gören nazım şeklidir. En fazla
gazel yazan şair Edip’tir (2197
gazeli vardır). Nedim, Şeyh Galip, Raşit, Nahifî, Kâmî, Samî vb şairler
gazelleriyle akla gelen isimlerdir.
Şarkının rağbet görmesi musammatların yazılmasını teşvik
etmiştir. İlk örneğini Ubeydi (ölm. 1573) de gördüğümüz şarkı eğilimi bu
yüzyılda artmıştır. Şarkılar daha çok murabba şeklinde yazılmıştır. Vahit, bestelenen 101 şarkısıyla Enderunlu Vasıf’tan sonra en çok şarkı
yazan şairimizdir. Nazım, Nedim, Şeyh Galip diğer şarkı şairleridir.
Rubaide
Edip ve Nahifî önemli isimlerdir.
Sayıları azalan mesnevi de bu yüzyılın önde gelen şairi Şeyh Galip’tir. Refi-iAmidi’nin
Can u Canan adlı mesnevisi Hüsn ü Aşk’ın kötü bir taklididir. İsmail Beliğ,
Sünbülzade Vehbî, Nahifî ve Enderunlu Fazıl mesnevi de önemli isimlerdir.
Devrin en çok takipçi bulan şairinin Nabî olması şiirde manaya verilen önemin artmasını sağlamıştır.
Ancak Nabî seviyesine ulaşabilen olmamıştır.
Ünite
2
Mahalli – Folklorik Üslup
Temsilcileri I
16. yüzyıldan itibaren divan şiirinde görülen yenileşme
arzusu ve arayışları günlük hayat sahnelerinin, yerel konuşma kalıpları ve
konularının şiirde yer tutmaya başlaması şeklinde özetlenebilir.
Necati, Zati, Baki, Şeyhülislam Yahya, Sabit ve Nedim gibi
şairler bu çizgidedirler.
18. yüzyıldan itibaren Fars şiirine meydan okumaların sayısı
/ miktarı artar.
18. yüzyıl şiirinde mahalli unsurların artmasının bir nedeni
de divan şiirinde de hece ölçüsünün kullanılmasıdır. Vahit Mahtumî asrın heceyi en fazla kullanan şairidir.
Şiirde dikkat çeken unsurlardan biri de Türkçe telaffuzun
daha çok kullanılmaya başlanmasıdır.
Geleneğin tesiriyle hayali bir zeminde yükselen klasik şiir
Nedim’le birlikte gerçek hayata yönelir.
Sabit’le birlikte
artmaya başlayan hezeller, Kuburizade
Hevayi ve Nedim’le birlikte
estetik formunu bulur.
Hezel: Şaka, latife ve alay
içerikli şiirler.
Nedim
Asıl adı Ahmet’tir.
1681’de doğduğu tahmin edilmektedir. Annesi Karaçelebizadelerdendir. Babası
Kadı Mehmet Efendi ise Sultan İbrahim devri kazaskerlerinden Merzifonlu Mustafa
Muslihittin Efendi’nin oğludur. Dedesine –bazı kötü alışkanlıklarından dolayı-
takılan lakaplara atıf yapan bazı şairler Nedim’den mülakkabzade
diye söz etmişlerdir.
İyi eğitim alıp müderris olur.
Ali Paşa Varadin’de şehit düştükten sonra İbrahim Paşa’nın
yıldızı parlamaya başlar. Ali Paşa’nın nikâhlısı Fatma Sultan’la evlenen
İbrahim Paşa saraya damat olur. 1718’de sadrazam olur. Damat İbrahim Paşa’nın faaliyetleri
Nedim’in dikkatinden kaçmaz. Şiirleriyle İbrahim Paşa’yı takdir eder. Nedim’in
de yıldızı parlar; 1729’da Sahn Medreseleri Müderrisliğine yükselir.
Ölüm nedeni kesin olarak bilinmese de şairin Patrona Halil
İsyanı sırasında öldüğü bilinmektedir. Muhallefatına dair kayıtlar 15
Rabiülahir 1143 (28 Ekim 1730) tarihlidir.
Nedim çok geçmeden Nedimane denilen yeni bir tarz
geliştirmiştir. Bu tarzın esasını; söyleyiş mükemmelliği, yerlilik arzusu ve
Nedim’e özgü edâ oluşturur. Tarzın önemli özelliklerinden bir diğeri, yerlilik
merakıdır. Nedim’in yerlilik merakının en dikkate değer tarafı ise şiirlerinde
İstanbul hayatından sahneler sunmuş olmasıdır. Şiirlerinin bestelenmeye elverişli
bir yapısı vardır.
Damat İbrahim Paşa’nın
Osmanlı kültür ve sanat hayatında gerçekleştirmeye çalıştığı hamleye Nedim şiirleriyle, Itrî besteleriyle, Levnî
mücessem nakışlarıyla katkıda bulunmuştur. Nedim’in eserlerinde Lale Devrinin
bütün özelliklerini bulmak mümkündür.
Nedim, başta Fuzulî olmak üzere pek çok usta şaire nazire
söylemiştir. Nedim’in şiirlerine çok sayıda şair nazire ve tanzir söylemiştir. Nedim’in
en büyük takipçisi Enderunlu Vasıf’tır.
Leskofçalı Galip, Nedim’in etkisinde
kalan bir başka şairdir.
Geçen asrın başında Nedim, adeta yeniden keşfedilir. Birinci
Cihan Harbinin, özellikle aydınlar arasında yarattığı ruhsal çöküntü, bir
bakıma Nedim’in şiirleriyle telafi edilmeye çalışılır.
Modern Türk edebiyatında eserinden çok, fantastik öğelerle
süslenmiş yaşama biçimiyle hatırlanan ve eleştirilen divan şairlerinin başında
Nedim gelir.
Eserleri
Nedim Divanı: Nedim Divanı’nın bilinen en eski tarihli
nüshası, 1149 yılında istinsah edildiği tahmin edilen ve Türk Tarih Kurumu
Kütüphanesi Y.13 numarada kayıtlı olan nüshadır. Bütün nüshaları
değerlendirilerek hazırlanan son baskıda; 44 kaside, 88 kıta, 3 mesnevi, 1
terkib-bent, 1 terci-bent, 2 mütekerrir müseddes, 1 tardiyye, 5 tahmis, 1
muhammes, 33 murabba, 2 koşma, 166 gazel, 2 müstezad, 11 rubai ve 23 müfred ve
matla vardır. Ayrıca Nedim Divanı’nda 5 Arapça, 39 Farsça şiir yer almaktadır.
Sahaifü’l-Ahbar: Müneccimbaşı Ahmet Âşıkî (ö.1702)’nin Camiü’d-Düvel adlı Arapça eserini
Türkçe’ye çevirerek Sahaifü’l-Ahbar adını vermiştir.
Ayni Tarihi: Bedrettin Mahmut bin Ahmet (ö.1451) tarafından
yazılan Ikdu’l-Cüman fi Tarihi Ehli’z-Zaman adlı yirmi dört ciltlik İslam
tarihi, Nedim’in de içinde bulunduğu tercüme heyetince çevrilmiştir.
Şiirlerinden Örnekler
TAZMÎN-İ KELÂMÜ’L-MÜLÛK MÜLÛKÜ’L-KELÂM
Mefâ‘îlün mefâ‘îlün
mefâ‘îlün mefâ‘îlün
1 Gel ey
fasl-ı bahârân mâye-i ârâm u hâbımsın
Enîs-i hâtırım kâm-ı dil-i
pür-ıztırâbımsın
Ey bahar mevsimi, gel!
Dinlenme ve uykumun esasısın. Zihnimin arkadaşı, ıstırap dolu gönlümün
arzususun.
2 Dehân-ı
gonceyi bâz et zebân-ı sûseni ter kıl
Şikest-i tevbeye dahl edene
hâzır-cevâbımsın
Goncanın ağzını aç,
susamın dilini ıslat; tövbesini bozanlara karışana hazır cevabımsın.
İlkbaharın, açıkça söylenmediği hâlde şarap içmeyi telkin
ettiği sezdirilmektedir (teşhis).
3 Gülistândan
nümâyan ol çü ma‘nâ-yı bülend ey serv
Bu mevzûn kadd ile hakkâ ki
beyt-i intihâbımsın
Ey servi! Yüce, yüksek
anlam gibi gülistandan görün. Doğrusu bu düzgün boyunla en güzel beytimsin.
4 Açıl ey
fasl-ı dey sen gülsitanlardan açılsın gül
Terennüm eyle bülbül mutrıbım
çengim rebâbımsın
Ey kış mevsimi! Gül
bahçelerinden uzaklaş da gül açılsın. Bülbül, sen de terennüm eyle. Sen benim
çalgıcım, çengim, kemençemsin.
Şair, musiki ile ilgili kavramları bülbülün şahsında bir
araya getirmektedir (tenasüp).
5 Salındın
şöyle kim yıkdın beni ey ar‘ar-ı âzâd
Seni gördükde sandım dil-ber-i
âlî-cenâbımsın
Ey uzun boylu ardıç!
Öyle salındın ki, yıktın beni. Seni görünce yüce sevgilimsin sandım.
6 Gülüm şöyle
gülüm böyle demekdir yâra mu‘tâdım
Seni ey gül sever cânım ki cânâna
hitâbımsın
Sevgiliye gülüm şöyle
gülüm böyle demeye alışkınım. Ey gül, sevgiliye hitabım olduğun için seni canım
sever.
Şair güle, seni severim demek yerine seni canım sever
diyerek konuşma dilinin sıcaklığını hissettirir. Gülü sevmesinin sebebi ise
sevgilisine gülüm diye hitap ediyor olmasıdır (hüsn-i talil).
7 Müdâm ey
lâle-i hâtır-güşâ dûr olma gülşenden
Seninle neş’e tahsîl eylerim
câm-ı şarâbımsın
Ey gönül açıcı lale!
Sürekli gülşenden uzak olma. Seninle neşelenirim; sen benim şarap kadehimsin.
Beyitte kastedilmeyen anlamından ötürü şarabı hatırlatan müdam
kelimesi ile biçim benzerliği açısından ‘lale’ ve ‘cam’ kelimeleri
birbirleriyle ilgilidir (müşevveş leff ü neşr). Şairin laleye “Gülşenden uzak
olma!” diyerek tembihte bulunması onu kişileştirdiğini gösterir (teşhis).
8 Ne hâletdir
sana bakdıkça ey cû ömrüm eksilmez
Meger zencîr-bend-i pây-i ömr-i
pür-şitâbımsın
Ey ırmak! Bu ne hâldir
ki sana baktıkça ömrüm eksilmez. Herhâlde sen çabuk giden ömrümün ayağını
bağlayan zincirsin.
9 Bu gün
gülşende gördüm kim oturmuş pâdişâh-ı gül
Durup hidmetde bülbül der ki
şâh-ı kâm-yâbımsın
Bugün gül bahçesinde
gül padişahını oturmuş, bülbülü de ayakta onun hizmetine hazır bir şekilde ‘sen
benim muradına ermiş şahımsın’ derken gördüm.
Gül, çiçeklerin padişahıdır (teşbih-i beliğ). Gül bahçesi
onun tahtıdır. Bülbül ona hizmet etmekle görevli bir kişidir (teşhis).
10 Zemîn-bûs
eyleyüp destûr-ı ekrem izz ü devletle
Der ol şâhenşeh-i zî-şâna kim
mâlik-rikâbımsın
Şeref sahibi sadrazam
şan ve şerefle yeri öpüp şanlı padişaha, şahların şahına “kudretli
padişahımsın” der.
Padişahın huzuruna giden sadrazam saygısını göstermek için
yere eğilir, adeta zemîn-bûs eyler (kinâye).
11 Senin lûtfun
senin feyzinledir hep cümle ikbâlim
Ki ben bir zerreyim sen devlet
ile âftâbımsın
Benim bütün ikbalim
senin feyzin, senin lütfunladır. Ben bir zerreyim, sen devlet ile güneşimsin.
12 N’ola kişt-i
ümîdim olsa reşk-i hırmen-i pervîn
Ki ihsânınla sîr-âb eyledin anı
sehâbımsın
Ümit tarlamı ülker
yıldızının harmanı kıskansa ne olur! Çünkü sen ümit tarlamı iyilikleriyle suya
kandıran bulutumsun.
13 Cenâb-ı Hân
Ahmed kim anun tûğuna der nusret
Ki tûğ-ı şâhi-i bâğ-ı du‘â-yı
müstecâbımsın
Zafer, Han Ahmet
hazretlerinin tuğuna “sen benim kabul olunmuş dua bahçemin şaha layık tuğusun”
der.
14 Hitâb edüp
anun eltâfına fasl-ı bahârân der
Veliyy-i ni‘metim sermâye-bahş-ı
reng ü tâbımsın
Bahar mevsimi onun
iyiliklerine hitap edip “sen velinimetimsin; rengimin ve parlaklığımın
sermayesini bağışlayansın” der.
15 Gil-i râhın
alup söyler arûs-ı devlet ü ikbâl
Benim gîsûlarım sen dil-keş
eylersin hızâbımsın
İkbal ve saadet gelini
onun yürüdüğü yolun balçığını eline alıp “sen benim kâküllerimi
güzelleştirirsin, benim kınamsın” der.
16 Gubâr-ı
pâyini dahı sürüp ruhsârına der kim
Seni ben penbelerde saklarım kim
müşk-i nâbımsın
Ayağının tozunu da
yüzüne sürüp “seni ben pamuklar içinde saklarım, sen benim güzel, saf kokumsun”
der.
17 Tınâb-ı
sâyebânına işâret eyleyüp der hem
Senin zîrinde pinhândır ruhum
bend-i nikâbımsın
Çadırının ipini
gösterip hem de der ki; “yanaklarım senin altında saklanır, yüzümdeki örtünün
bağısın.”
18 Görüp eyyâm-ı
izz ü câhını der rûh-ı Sikender
Ki ben pîr olmuşumdur sen benim
ahd-i şebâbımsın
İskenderin ruhu senin
yüce ve itibarlı günlerini görüp “ben ihtiyarladım, sen benim gençlik çağımsın”
der.
Şair ‘pîr’ kelimesini hem şebâb (=gençlik) kelimesiyle tezat
oluşturacak şekilde ihtiyar anlamında hem de padişahların yetiştiricisi, ustası
anlamında kullanır (tevriye).
19 O sultân-ı
keremver kim der İbrahîm Pâşâya
Ki dâmâdım vezîr-i a‘zamım
vâlâ-cenâbımsın
O cömert sultan da İbrahim
Paşa’ya der ki; “damadım, yüce mevkili sadrazamımsın.”
20 Nizâm-ı tâze
buldu memleket sa‘y-i belîğinle
Tırâz-ı haşmetim zîb-i der-i
devlet-me’âbımsın
Güzel gayretinle
memleket yeni bir düzen buldu; sen haşmetimin süsü, devletli kapımın ziynetisin.
21 Cihân içre
Melikşâhın Nizâmü’l-mülki var ise
Benim de sen nizâm-ı devlet-i
nusret-me’âbımsın
Dünyada Melikşah’ın
Nizamülmülk’ü varsa sen de zaferlerin sığınağı olan devletimin nizamısın.
Bu beyitte de III. Ahmet’in Melikşah’la, İbrahim Paşa’nın
ise Nizamülmülk’le kıyaslandığı görülmektedir (telmih).
22 Cilâ vermiş
ise âyîne-i İskendere Risto
Benim sen saykal-ı âyîne-i re’y-i
savâbımsın
Aristo İskender’in
aynasını nasıl parlatmışsa, sen de benim doğru fikirlerimin aynasını
cilalayansın.
23 O sadr-ı muhterem
kim izz ü şânı âftâba der
N’ola rif‘atda olsan hayme-i
zerrin-tınâbımsın
O muhterem sadrazamın
ululuğu ve şanı güneşe der ki; “O kadar yüksekte olsan ne olur! Sonuçta ipleri
altından yapılmış çadırımsın.”
24 Kef-i
zer-pâşı dest-i Ca‘fere söyler ve hak söyler
Ki ben sahrâ-yı bî-pâyân-ı cûdum
sen serâbımsın
İbrahim Paşa’nın altın
saçan avucu, Cafer’in eline; “ben cömertliğin uçsuz bucaksız çölüyüm, sen
serabımsın”, der ve doğru söyler.
25 Edüp her
bendesin memnûn el-hak zerreye der kim
Seni yanımda tutmam mazhar-ı tard
u itâbımsın
Her kölesini hakkıyla
memnun edip zerreye der ki; “seni yanımda tutmamın sebebi kovmama ve azarlamama
mazhar olmandır.”
Ünite
3
Mahalli – Folklorik Üslup ve
Temsilcileri II
Nedim’in Şiirlerinden
Örnekler
Nedim’in bentlerden oluşan nazım biçimleri (musammat)
arasında en çok tercih ettiği biçim, murabbadır. Murabbaların şarkı formunda
bestelenmesinden ötürü Nedim şarkı şairi olarak da tanınmıştır.
Mefâ‘îlün mefâ‘îlün
mefâ‘îlün mefâ‘îlün
I
Yine oldum esîri âh bir şûh-ı sitemkârın
Ki dil-ber sevmemiş bilmez belâsın âşık-ı zârın
Ne kâfirliklerin gördüm ben ol zülf-i siyehkârın
O ebrûnun o zâlim gamzenin ol çeşm-i mekkârın
Ah! Yine bir zalim
uçarı güzelin tutsağı oldum; hiç dilber sevmediği için, ağlayan âşığın hâlini
bilmez. Oysa ben o simsiyah saçların, o kaşların, o zalim gamzenin, o hilekâr
gözlerin ne kâfirlikler ettiğini gördüm!
Saçın sıfatı olarak kullanılan siyehkâr, aynı zamanda
haksızlık ve zulmeden anlamındadır (tevriye). Kâfir, Nedim’in diğer şiirlerinde
de olduğu gibi siyahı, kötülüğü simgeler.
II
O tıfl-ı nâzı gördüm rûyuna hurşîd eser etmiş
Haberdâr olmamışdım sonra bildim neylemiş nitmiş
Meğer zâlim kaçup tenhâca Sadâbâda dek gitmiş
Temâşâ eylemiş âlâyını şevketlü hünkârın
O nazlı yavruyu
gördüm; güneş, yanaklarına tesir etmiş, kızartmış. Haberim olmamıştı, neler
ettiğini sonradan öğrendim. Meğer zalim, kaçıp tek başına Sadabad’a gitmiş de
heybetli sultanın alay merasimini seyretmiş.
III
Gezermiş kasrın etrâfında yer yer tâze meh-rûlar
Mükahhal gözlü şîrîn sözlü leylî yüzlü âhûlar
Heman alkış sadâsın andırırmış çağlayan sular
Ederlermiş du‘âsın pâdişâh-ı ma‘deletkârın
Köşkün çevresinde yer
yer yeni yetme ay yüzlü, sürmeli gözlü, tatlı dilli, Leyla yüzlü ceylanlar
geziyormuş. Alkış sesini andıran çağlayan sular, adaletli padişaha dua
ederlermiş.
IV
Güzelsin bî-bedelsin şûhsun âlüftesin cânâ
Söz olmaz hüsnüne gelmez nazîrin âleme hakkâ
Senin her cevrine bin cân ile sabr eylerim ammâ
Beni pek öldürür ey bî-vefâ ellerle bâzârın
Ey sevgili! Güzelsin,
eşin benzerin yok, uçarısın, aşüftesin; güzelliğine söz yok, benzerinin dünyaya
gelmeyeceği de bir gerçektir. Senin her eziyetine bin can ile katlanırım ama ey
vefasız, ellerle pazarlık etmen yok mu; işte bu beni öldürüyor.
V Bugün bir mahrem-i esrâr yâr-ı nükte-pîrâdan
İşitdim kim sayup uşşâkını ey şûh-ı simîn-ten
Nedîm-i zâra benzer âşıkım yokdur demişsin sen
Efendim işte vardır ben esîrin ben giriftârın
Ey gümüş tenli uçarı
güzel! Bugün gizli sırları bilen, nükteli sözleri süsleyerek anlatan bir dosttan
işittim ki âşıklarını bir bir saydıktan sonra “inleyen Nedim’e benzer aşığım
yoktur” demişsin. Efendim, işte vardır; ben esirinim, ben tutsağınım!
(Gazel)
Fâ‘ilâtün fâ‘ilâtün
fâ‘ilâtün fâ‘ilün
1 Haddeden
geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şîşeden ruhsâr-ı âl
olmuş sana
Nezaket haddeden
geçmiş, sana boy bos olmuş; şarap şişeden süzülmüş sana kırmızı yanak olmuş.
2 Bûy-ı gül
taktîr olunmuş nâzın işlenmiş ucu
Biri olmuş hoy birisi dest-mâl
olmuş sana
Gülün kokusu
damıtılmış, nazın ucu işlenmiş; biri sana ter, birisi de mendil olmuş.
3 Sihr ü efsûn
ile dolmuşdur derûnun ey kalem
Zülfi Hârûtun demek mümkin ki nâl
olmuş sana
Ey kalem! Senin için
sihir ve büyü ile dolmuştur. Harut’un zülfü sana nâl olmuş demek mümkündür.
Şair, ilk iki beyitte hayalleri kanatlandıran bir söyleyiş
biçimi ve hayal inceliğini yakaladığının farkındadır. Dolayısıyla kalemine
yönelerek ona seslenmek gereği duyar (tecrit).
4 Şöyle gird
olmuş Firengistan birikmiş bir yere
Sonra gelmiş gûşe-i ebrûda hâl
olmuş sana
Firengistan şöyle toplanmış
bir yere birikmiş, sonra gelmiş kaşının köşesinde sana ben olmuş.
5 Ol büt-i
tersâ sana mey nûş eder misin demiş
El-amân ey dil ne müşkilter suâl
olmuş sana
Ey gönül! O Hristiyan
güzeli sana şarap içer misin demiş, aman sana ne de zor soru sormuş.
Şair, gönlüne seslenmektedir (tecrit). Gönül, meyhanede
şarap içen bir kimse gibi tasavvur dilmiştir (teşhis). Meyhanelerde sakiliği,
put gibi güzel olan Hristiyan gençleri yapmaktadır (istiare).
6 Sen ne câmın
mestisin bi’llah kimin hayrânısın
Kendin aldırdın gönül n’oldun ne
hâl olmuş sana
Gönül! Sen nasıl bir
kadehin sarhoşusun, Allah için (söyle) kimin hayranısın? Kendini aldırdın;
noldun, sana ne hâl olmuş?
Gönül kendini aldırmış, yani âşık olmuştur. Sarhoş gibidir.
Fakat neden sarhoş olduğu sorusuna muhatap olmaktadır (istifham).
7 Leblerin
mecrûh olur dendân-ı sîn-i bûseden
La‘lin öpdürmek bu hâletle muhâl
olmuş sana
Bûse (öpüş)
kelimesindeki sin harfinin dişlerinden dudakların yaralanır. Bu suretle
dudağını öptürmek senin için imkânsız olmuştur.
8 Yok bu şehr
içre senin vasf etdiğin dilber Nedîm
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl
olmuş sana
Senin anlattığın güzel
bu şehirde yok, Nedim! Sen bir hayal görmüşsün, sana peri yüzlü (bir güzel)
görünmüş.
(Gazel)
Mefâ‘îlün mefâ‘îlün
mefâ‘îlün mefâ‘îlün
1 Murâdın
anlarız ol gamzenin iz‘ânımız vardır
Belî söz bilmezüz ammâ biraz
irfânımız vardır
O süzgün bakışın
maksadını anlarız; anlayışımız vardır. Evet, söz söylemeyi bilmeyiz ama biraz
irfanımız vardır.
2 O şûhun
sunduğu peymâneyi redd etmezüz elbet
Anunla böylece ahd etmişiz
peymânımız vardır
O uçarı güzelin
sunduğu kadehi elbette geri çevirmeyiz. Onunla böylece sözleşmişiz, yeminimiz
vardır.
3 Münâsibdir
sana ey tıfl-ı nâzım hüccetin al gel
Beşiktaşa yakın bir hâne-i
vîrânımız vardır
Ey nazlı yavru!
Beşiktaş’a yakın eski bir evimiz var. Sana uygundur, izin al da gel.
4 Elin koy
sîne-i billûra rahm et âşıka zîrâ
Beyaz üzre bizim de pençe bir
fermânımız vardır
Elini billur gibi
parlak göğsüne koy, âşığa merhamet et. Zira bizim de beyaz üzre pençeli bir
fermanımız vardır.
5 Güzel
sevmekde zâhid müşkilin var ise benden sor
Bizim ol fende çok tahkîkimiz
itkânımız vardır
Zahit, güzel sevmekte
müşkülün var ise benden sor. Bizim o dalda çok araştırmamız, sağlam bilgimiz
vardır.
(Gazel)
Mef‘ûlü fâ‘ilâtü
mefâ‘îlü fâ‘ilün
1 Esdikçe
bâd-ı subh perîşânsın ey gönül
Benzer esîr-i turra-i cânânsın ey
gönül
Ey gönül! Sevgilinin
kâkülüne tutsak olmuşa benziyorsun; sabah rüzgârı estikçe perişan oluyorsun.
2 Gül
mevsiminde tevbe-i meyden benim gibi
Zannım budur ki sen de peşîmânsın
ey gönül
Ey gönül! Gül
mevsiminde benim gibi şaraba tövbe etmekten sanırım sen de pişmansın.
3 Eşkimde
böyle şu‘le nedendir meger ki sen
Çün sûz u tâb giryede pinhânsın
ey gönül
Gözyaşımda böyle
parıltının olması nedendir? Ey gönül! Herhâlde sen ateş ve ışık gibi gözyaşında
gizlisin.
4 Ben sana
bâde içme güzel sevme mi dedim
Benden niçün bu gûne girîzânsın
ey gönül
Ey gönül! Ben sana
şarap içme, güzel sevme mi dedim? Benden niçin böyle kaçıyorsun?
5 Bîgânedir
mu‘âmeleniz akl ü hûş ile
Gûyâ derûn-ı sînede mihmânsın ey
gönül
Ey gönül! Sanki göğsün
içinde misafirsin. Akıl ve şuurla ilişkilerinizde yabancı gibisiniz.
(Gazel)
Fâ‘ilâtün fâ‘ilâtün
fâ‘ilâtün fâ‘ilün
1 Mest-i nâzım
kim büyütdü böyle bî-pervâ seni
Kim yetiştirdi bu gûne servden
bâlâ seni
Naz sarhoşu sevgilim!
Seni böyle pervâsız kim büyüttü? Seni kim bu şekilde selviden daha uzun
yetiştirdi.
2 Bûydan hoş
rengden pâkîzedir nâzük tenin
Beslemiş koynunda gûyâ kim gül-i
ra‘nâ seni
Nazik tenin güzel
kokudan daha hoş, renkten daha temizdir. Sanki güzel gül (gül-i ra’nâ )seni
koynunda beslemiş.
3 Güllü dîbâ
giydin ammâ korkarım âzâr eder
Nazenînim sâye-i hâr-ı gül-i dîbâ
seni
Narin sevgilim! Gül
desenli ipek kumaştan elbise giydin ama korkarım ipekli kumaşın gülündeki
dikenin gölgesi seni incitir.
4 Bir elinde
gül bir elde câm geldin sâkiyâ
Kangısın alsam gülü yahud ki câmı
yâ seni
Ey saki! Bir elinde
gül, bir elinde kadeh olduğu hâlde geldin. Hangisini alsam; gülü mü, kadehi mi,
seni mi?
5 Sandım olmuş
ceste bir fevvâre-i âb-ı hayât
Böyle gösterdi bana ol kadd-i
müstesnâ seni
Bir bengisu fıskiyesi
sıçramış sandım. O müstesna boyun seni bana böyle gösterdi.
(Gazel)
1 Bir söz dedi
cânan ki kerâmet var içinde
Dün geceye dâir bir işâret var
içinde
2 Meyhâne
mukassî görünür taşradan ammâ
Bir başka ferah başka letâfet var
içinde
3 Eyvâh o üç
çifte kayık aldı karârım
Şarkı okuyup geçdi bir âfet var
içinde
4 Olmakda
derûnunda hevâ âteş-i sûzân
Nâyın diyebilmem ki ne hâlet var
içinde
5 Ey şûh
Nedimâ ile bir seyrin işitdik
Tenhâca varup Göksuya işret var
içinde
Enderunlu Fazıl
Asıl adı Hüseyin’dir. Filistin’de
Safed kasabasında doğdu. Enderun’da eğitim alırken yaramazlıkları nedeniyle
Enderun’dan uzaklaştırıldı. İstanbul sokaklarında 12 yıl perişanlık içinde
yaşadı. III. Selim döneminde affedildi. III. Selim’in öldürülmesinden duyduğu
üzüntüyle ağlamakla gözlerini yitirdi. 1810 yılında İstanbul’da vefat etti.
Fazıl Divanı’nda, özellikle kasideler bölümünde izleri sürülebilen
belirgin bir gerçekçi yaklaşım hâkimdir. Bu kasideler, şairin hayatına ve psikolojisine
dair önemli veriler içerir. İleri boyutta bir ferdiyet hissi ile şiirini hayata
açar.
Sık sık sürgün edildiği için af
dilemek zorunda kalması ona çok sayıda kaside yazdırmıştır.
Dağınıklık ve lakaytlık, çoğu
zaman onu basitliğe sevk ederek, hem kafiye ve redif seçiminde hem de benzetme
ve ifadelerde şiirine nitelik kaybettirir
Fazıl, İstanbul manzaralarını,
sosyal olayları ve gerçek sevgili tipine ait güzellik unsurlarını kendine has
bir yaklaşımla anlatır. Bu yönüyle Nedim’i çağrıştıran bir edası vardır.
Eserleri
Divan: Enderunlu Fazıl,
oldukça hacimli bir divan sahibidir. Fazıl Divanı, 1870-71’de Bulak’ta
basılmıştır. Fazıl Divanı’nda
kasideler önemli bir yekûn tutar.
Çenginame: Rakkasname
olarak da bilinir. Farklı milletlerden kırk iki erkek köçeğin tasvir edildiği
eser, murabba biçimiyle yazılmıştır.
Fazıl, divan sahibi bir şair
olmasına karşın asıl şöhretini mesnevilerine borçludur.
Defter-i Aşk: Aruzun
“fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilün” kalıbıyla yazılan bu eser, şairin aşk
maceralarını anlattığı 438 beyitten oluşan bir mesnevidir. Geleneğe uygun bir
giriş yapar. Yine geleneğe uyarak III. Selim’i över. Ardından dört aşk hikâyesi
anlatır.
Hubanname: Şehrengiz
geleneğine eklemlenebilecek bu eser, aruzun “fe‘ilâtün fe‘ilâtün fe‘ilün”
kalıbıyla yazılmış 796 beyitten oluşan bir mesnevidir.
Eserin giriş kısmında güzellik konusu ele alınmış, Hindistan’dan
Yeni Dünya (=Amerika)’ya kadar birçok ülkenin erkek güzelleri tasvir
edilmiştir.
Zenanname: Fazıl bu eserini Hubanname için teşekkür eden
sevgilisinin isteği üzerine yazdığını söyler. Aruzun fe‘ilâtün fe‘ilâtün
fe‘ilün kalıbıyla yazılan eser, 1101 beyitli bir mesnevidir. Anadolulu kadın
güzellerin dışında çeşitli milletlere mensup kadın güzelleri de betimlemiştir. Hubanname
ve Zenanname’de resme yaklaşan tasvirleriyle yeteneğini sergilemiştir.
Şiirlerinden Örnekler
(Şarkı)
Şemsiyye tutmuş el-amân
Kayıkda ol nûr-ı siyâh
Uşşâk-ı zârından hemân
Ruhsârını saklar o mâh
…
Şemsiyyede ol mâhveş
Gûyâ bulut içre güneş
Fâzıl gibi hep nâle-keş
Eyler yolunda âh ü vâh
(Defter-i Aşk’tan)
1 Hüsn bir
mevhibe-i uzmâdır / Güzellik büyük bir bağıştır
Aşk bir câzibe-i Mevlâdır / Aşk,
Allah vergisi bir cazibedir
2 Hüsn bir
şâh-ı hümâyûn-ahter / Güzellik kutlu yıldıza sahip bir padişah
Aşk ana turfe gedâ-yı kemter / Aşk
onun yeni yetme bir dilencisidir
3 Hüsn bir
şu‘le-i nâmûs gibi / Güzellik
bir namus alevi gibidir
Aşk ol şu‘leye fânûs gibi / Aşk ise o alevin fanusudur
4 Hüsn bir
âhû-yı vahşî-cândır / Güzellik yabani bir ceylandır
Aşk ana me’men-i bî-pâyândır / Aşk
ona sonsuz bir sığınaktır
5 Hüsn bir
cür‘a-i âb-ı Kevser / Güzellik, kevser suyundan bir damladır
Aşk ana kâse-i âteş-peyker / Aşk ise ona ateş görünümlü bir kâsedir
6 Reh-ber-i
âlem-i bâlâdır aşk / Aşk, en yüce âlemin kılavuzu,
Nerdübân-ı der-i Mevlâdır aşk / Allah’ın
kapısına çıkma merdivenidir
7 Âteş-i aşkla
âhen zer olur / Aşk
ateşiyle demir altın olur
Aşkla hâk-i siyeh cevher olur / Kara
toprak, aşk sayesinde maden olur
8 Aşk her
gâfili âgâh eyler / Aşk,
her gafili kendine getirir
Câhili ârif-i billah eyler / Cahili, Allah’ı bilen ârif eder
9 Aşkdır
perde-güşâ-yı tahkîk / Gerçekler
perdesini açan aşktır
Halvet-i hazrete bir mahfî tarîk
/ Allah’a ulaşmaya gizli bir yoldur
10 Hüsne meyl
eylemeyen nâdândır / Güzelliğe yönelmeyen cahildir
Düşmeyen aşka belî hayvândır / Aşka
düşmeyense kuşkusuz hayvandır
(Hubanname’den)
Der-Beyân-ı Hûbân-ı İslâmbol / İstanbul’un Güzellerine
Dair
1 Hâric
ez-akl-ı beşer İstanbul / İnsan
aklı, İstanbul’u alamaz
İremez gâyetine ehl-i ukûl / Akıllılar ucunu bucağını kestiremez
2 Ya‘ni her
gûşesidir bir mahşer / Yani her köşesi bir mahşerdir
Dahı her nâhiyesi bir kişver / Dahası her yöresi bir ülkedir
3 Sanki bir
nüsha gibidir dünyâ / Dünya sanki bir nüshaya benzer
Bu da fihrist-i kitâb olmuş ana / İstanbul
da o nüshanın içindekiler kısmı
4 Sanki âlemde
bu bir dürr-i yetîm / Dünyada İstanbul, benzersiz bir incidir
Bir sadef olmuş ana heft iklîm / Yedi
iklim onun istiridyesidir
5 Pencüm
iklîmde ol şehr-i safâ / O mutluluk şehri beşinci iklimdedir
Bunda gâyet ile hoş âb u hevâ / Buranın
havası ve suyu gayet hoştur
(Zenanname’den)
Der-Beyân-ı Zenân-ı Çerkes / Çerkez
Kadınlarını Beyan Eder
1 Çerkesin
kızları meh-pâre olur / Çerkez’in kızları ay parçasıdır
Anda âşık ne ki isterse bulur / Onda
âşığın her aradığı vardır
2 Nahl-i
vâlâ-yı kadi muhkemdir / Fidan gibi boyu yüksek ve biçimlidir
Sanki meh yüzine bir süllemdir / Sanki
ay gibi yüzüne bir merdivendir
3 Ana dü pây-ı
nazarla çıkılır / Ona,
bakışın iki ayağıyla çıkılır
Dîde-i kalb ile ammâ bakılır / Ama kalp gözüyle bakılır
4 Leb ü ruh
olmuş iken meyhâne / Dudağı ve yanağı sanki meyhane
Dîdeler olsa n’ola mestâne / Gözlerin sarhoş olmasına şaşılır mı
5 Çünki yâkût
yaratılmış o dudağ / O dudak, yakuttan yaratıldığı için
Oldı aksi dil-i uşşâka dü dâğ / Yansısı âşıkların gönlüne iki yara açtı
(Çenginame’den)
Mâhiyyet-i Çengiyân (=Çengilerin
Özellikleri)
Fâzılın işte yine cevheri var
Yine bir cân yakan sözleri var
Cümle insâf ile eyler takrîr
Çengiyânın ne kadar dilberi var
Fazıl’ın işte yine
cevheri, can yakıcı sözleri var;
Çengilerden ne kadar
dilber varsa tamamını insaf ederek anlatır.
Evvelâ cümlenin Akbabası
Köhne gerdân kıranın da‘vâsı
Şöhret-i kâzibedir gavgâsı
Belî yıldız gibi âşıkları var
Öncelikle tamamının
Akbabası, eski gerdan kıranların meselesidir.
Çabası yalancı bir
şöhret içindir. Velhasıl yıldız kadar âşığı vardır.
Müverrih Sürurî
Tarih
düşürme
sanatındaki ustalığından ötürü “müverrih” sıfatıyla anılan Sürurî’nin asıl adı
Osman’dır. Adanalıdır. Bir dönem Hüznî
mahlasını kullanmıştır. Hiciv ve hezel türündeki şiirlerinde ise Hevayî mahlasını kullanır.
III. Selim’e sunduğu kasidenin mükâfatı olarak aldığı
memuriyette ömrünü sürdürür.
Sürurî, hayatın en acı gerçekleriyle alaycı bakış açısını
ustalıkla birleştirebilmiş nadir kalemlerdendir. Aynı tarihi sekiz kere veren
beyitlere kadar tarih sanatının her türünde maharet gösterir.
Sürurî’nin Neşatengiz adını verdiği divanı dışında Hezliyat’ı
ve çeşitli şairlerden derlediği tarih manzumelerini ihtiva eden bir Mecmua’sı
vardır.
Ünite
4
Şeyh Galip
Sebk-i Hindî ekolünün Türk şiirindeki son büyük
temsilcisidir.
Asıl adı Muhammet Esat olan Şeyh Galip, 1757 yılında İstanbul’da Yenikapı’da doğdu.
Galip’in babası Mustafa
Reşit Efendi, Melamiliğe bağlı bir Mevlevi’dir. Dedesi ise
söz konusu mevlevihanenin on ikinci şeyhi Kûçek
Muhammet Dede olup, bazı kaynakların belirttiğine göre Kırım asıllıdır.
Ailesi ve çevresinin desteğiyle kendini geliştirmiştir.
Hoca Neşet, çok
genç yaşta şiir söylemeye başlayan Galip’le yakından ilgilenmiş ve yazdığı bir
mahlasname ile onun önceden beri kullandığı Esat
mahlasını kutlamıştır.
Gençlik yıllarında Neşet, Pertev ve Nesip Dede’ye; önceki
devirlerde yaşamış büyük şahsiyetlere nazireler yazan Şeyh Galip, bu dönemde
Fuzulî, Hayalî, Nefî, Nabî ve Nedim gibi şairlerin yolundadır.
Hoca Neşet’in de tavsiyesiyle Şevket-i Buharî’yi okumaya
başlamıştır. ‘Galip’ mahlasını benimsemesi de bu
dönemde olmuştur.
1784 yılında ailesinden izin almadan çileye girmek için
Konya’ya gitmiştir. Babasının ısrarıyla İstanbul’a dönmüştür. 1001 günlük
çileyi 11 Temmuz 1787’de doldurarak dede
olmuştur.
1791 yılında Galata Mevlevihanesine yirmi ikinci şeyh olarak
atanmıştır.
Sultan Selim tarafından mesnevihan atama yetkisiyle
yetkilendirilince, bütün Mevlevi şeyhlerinin üstünde bir makama yükselmiştir.
Önce annesi sonra da çok sevdiği dostu Esrar Dede’yi
kaybetti. Esrar Dede’nin ölümünden sonra üzüntülere kapılıp hastalandı. 3 Ocak
1799’da vefat etmiştir.
Eserleri
Divan: 24 yaşındayken yakın
arkadaşı Pertev tarafından tertip edilmiştir (1781). Gelip’in bu tarihten sonra
yazdığı şiirleriyle Divan genişlemiştir. Divan üzerinde Muhsin Kalkışım ve Abdulkadir
Gürer ayrı ayrı doktora çalışması yapmış; eser, yeni harflerle 1993’te Naci Okçu ve 1994’te Muhsin Kalkışım tarafından
yayımlanmıştır.
Hüsn ü Aşk: Şeyh Galip, bu
eserini 1782-1783 yıllarına karşılık gelen altı aylık bir sürede yazmıştır.
Şerh-i Cezire-i Mesnevi:
Galip’in bu eseri, Mevlevi dedelerinden Yusuf
Sineçak’ın Cezire-i Mesnevi adlı
eserinin şerhidir.
es-Sohbetü’s-Safiyye: Bu eser,
Mevlevi şeyhlerinden Köseç Ahmet Dede’nin
er-Risaletü’l-Bahriyye
fî-Tarikati’l-Mevleviyye adlı Arapça eserine yazılmış Arapça bir
talikattır.
Üslup ve Dil
Şiirlerine nazire veya tahmis yazdığı şahsiyetler arasında
Fuzulî, Hayalî, Nefî, Sabit, Nabî, Nedim, Nahifî ve Münif gibi şairler öne
çıkmaktadır. Şiirlerinde Ruhî-i Bağdadî ile Nevizade’den bahsetmesi ve Koca
Ragıp Paşa’nın Münşeat’ından söz etmesi, onun bu şairleri de okuduğunu
göstermektedir.
Fuzulî’nin âşıkane, Bakî’nin rindane, Nabî’nin hikemî ve
Nedim’in mahallî-folklorik söyleyişle öne çıktığı bilinen bir gerçektir.
Galip’in bütün bu farklı üsluplardan beslenerek kendi kişisel üslubunu
oluşturduğunu, dolayısıyla bu üsluplardan izler
Taşıdığını söyleyebiliriz.
Nabî’nin beyitleri
Farsça bir manzume gibi olup zincirleme tamlamalarla doludur. Nesirde metni
süsleyen ve ona değer katan bu tamlamalar, şiirde kullanıldıkları zaman sözü
ağırlaştırmakta, okuyucuya yük olmaktadır. Şairin Nabî’nin şiir hakkındaki bu
sözleri onun kendi şiirleri için sade bir dil tercih ettiği intibaını verse de
Şeyh Galip’in dili son derece süslü ve ağırdır. Ancak Galip’in şiir dili Sebk-i
Hindî şiirleri içerisinde değerlendirilecek olursa diğerlerine kıyasla sade
kabul edilebilir.
Sebk-i Hindî şairleri sözden ziyade anlamın ve hayalin
peşinde olmuşlardır. Bununla beraber yenilik arzusu içerisinde olmaları onların
şiir dilini ağırlaştıran sebeplerin başında gelmektedir.
Şeyh Galip şiirlerinde Farsça kelimeleri çok sık
kullanmıştır. Yabancı kelimeleri yalın halleriyle değil zincirleme tamlamalar
içerisinde kullanması dilini ağırlaştıran bir diğer sebeptir.
Soyut ve somut kelimeler arasında yapılan tamlamalara izafet-i
itibari denilir ki bu tarz, şairlere az sözle çok anlam ifade etme imkânı
vermiştir.
Sözü kısaltmak arzusundaki şair teşbih, istiare, kinaye, telmih, hüsn-i talil ve
mecaz-ı mürsel
gibi söz sanatlarını çokça kullanmıştır.
“çeşm-i hâb-âlûde-i
baht-ı siyâh” / “kara bahtın uykulu gözü”
“dürr-i yetîm-i
mevce-i deryâ-yı kesret” / “Kesret denizinin dalgasındaki iri inci”
Gûş-ı ârzûlar
(arzuların kulağı),
seyl-âb-ı keder
(keder seli),
şikâr-ı bûy-ı ma‘nâ
(mana kokusunun avı),
tâb-ı şu’le-i fikr
(düşünce alevinin harareti/parlaklığı)
Lafız-anlam ilişkisi üzerinde düşünen Şeyh Galip, şiirde
asıl olanın lafız değil, o lafzın taşıdığı anlam olduğunu açıkça ifade
etmiştir.
Galip’in lafızda aradığı en önemli özellik aşinalıktır. Güzel
anlamın ancak aşina lafız ile kendini göstereceğini düşünmektedir.
Klasik üslubun kullandığı mazmunların zamanla klişeleşerek
sıradanlaşması, Sebk-i
Hindî şairlerini yeni mazmunlar bulma arayışına sokmuştur.
Yeni mazmun arayışındaki şairin manayı verebilmek için tanıdık sözcükleri
kullanmak istemesi, şiirin gündelik hayata açılmasına vesile olmuştur.
Şiirlerinde deyimler kullanan Galip, bunun yanı sıra
örneklendirmeye dayalı beyit yapısı içinde berceste mısra söyleme tekniğini de
başarıyla kullanmıştır:
Tebessümü eder ıslâh sûziş-i cigerim
Nemek ziyâde olunca olur kebâb leziz
(Sevgilinin tebessüm
etmesi benim ciğerimdeki yanmayı iyileştirir. Nitekim tuzu fazla olunca kebap
daha lezzetli olur.)
Sana arz-ı mahabbet sevdigim ayn-ı mahabbetdir
Sühan-sâz-ı cünûnun dinlenir da‘vâsı bürhânsız
(Sevdiğim, sana
sevgimi söylemem sevmenin bizzat kendisidir. Âşık/deli kişinin iddiası kanıta
gerek duyulmadan dinlenir.)
Şem‘-i efsürdeye fânûsdan olmaz behre
Dûş-ı câna niçe bir bâr olacakdır bedenim
(Sönmüş muma fanusun
yararı olmaz. Bedenim canıma daha ne kadar yük olmaya devam edecek?)
Hüsn ü Aşk adlı
mesnevisi bütünüyle tasavvufu konu aldığı gibi, divanında da tasavvufi düşünce
şiirin en önemli muhteva unsurlarından biridir.
Tezat sanatı, genellikle zıt anlamlı iki sözcüğün aynı
ifadede kullanılması biçiminde tanımlanmıştır. Tezat sanatının Sebk-i Hindî
şiirindeki biçimi bu kadar basit değildir. Çünkü burada asıl olan bu
sözcüklerin aynı kavram üzerinde birleşmesidir. Şeyh Galip de bu sanattan çok
fazla yararlanmış ve paradoksal imajlar yaratmadaki başarısıyla benzerleri arasında
öne çıkmıştır: Çeşme-i mihr, çeşme-i hurşîd, ser-çeşme-i hurşîd, kulzüm-i
şu‘le, bahr-ı şu‘lezâr…
Çoklu duyulama, herhangi bir duyu organının, kendi eyleminin
yanı sıra, başka duyu eylemlerini de gerçekleştirebilmesi biçiminde
tanımlanabilir:
Çeşm-i sühan-gû, güft-gûy-ı nigeh, güft-gûy-ı çeşm, gamze-i
gûyâ, lisân-ı gamze, zebân-ı gamze-i cellâd-ı yâr gibi tamlamalar hep gözlerin
ve bakışların konuşma, bir şeyler anlatma özelliğini gösteren ifadelerdir.
Şeyh Galip daha hayattayken bile, Esrar Dede ve Neyyir Dede
gibi şahsiyetler, onun etkisinde kalarak şiir söylemişlerdir. Etkisi ölümünden
sonra da devam etmiş; hatta Keçecizade
İzzet Molla, Hüsn ü Aşk’tan ilham
alarak Gülşen-i Aşk adında bir
mesnevi yazmıştır.
Modern Türk şiirinde gelenekten faydalanma sorununun gündeme
geldiği her ortamda Şeyh Galip, başköşeye oturtulmuştur. Hüsn ü Aşk kadar
modern Türk edebiyatına kaynaklık etmiş başka bir mesnevi yoktur.
BİR BAŞKA LÜGAT BİR ÖZGE MACERA: HÜSN
Ü AŞK
Hüsn ü Aşk mesnevisi, 2042 beyit ve her biri altışar bent
olan dört tardiyyeden oluşan bir eserdir. Eserde aruzun mef‘ûlü
mefâ‘ilün fe‘ûlün kalıbı kullanılmıştır. Anlatım tekniklerinden tahkiye
ve tasvirin kullanıldığı eserde, klasik mesnevilerdeki mukaddime,
hikâye ve hatime bölümlerine yer verilmiştir.
Sebeb-i Telîf
başlığı altında Nabî’nin Hayrabad adlı eseri hakkında edebî
eleştiride bulunmuş, aynı zamanda kendi şiir anlayışını da açıklamıştır.
Âğâz-ı Dâstân-ı Benî
Mahabbet başlığıyla eserin hikâye bölümü başlatılmıştır. Sonra Benî
Muhabbet kabilesinin meclisleri, avları ve baharları sırasıyla tasvir
edilmiştir.
Konusu:
Beni Muhabbet kabilesinde, biri kız diğeri erkek iki çocuk
dünyaya gelir. Kıza Hüsn, erkek çocuğa ise Aşk ismi verilir. Birlikte büyürler. Hüsn ve Aşk, Edeb
adlı bir okula devam ederler. Bir mesire yerinde Sühan
ile karşılaşırlar. Sühan, çocukları kavuşturmak için çaba sarf eder. Hayret adlı kişi onları ayırmaya çalışsa da Sühan
aracılığıyla mektuplaşırlar.
Hüsn’ün dadısı İsmet ve
Aşk’ın dadısı Gayret, olup bitenlerden haberdar
olurlar.
Aşk, sevdiği Hüsn’ü kabilesinden istemeye karar verir.
Kabile bazı şartlar koşar: Diyar-ı Kalb’den bir kimyayı getirmesini
isterler. Yola çıkan Aşk, dadısı Gayret ile beraber Dîv
(dev) tarafından esir alınır. Onları Sühan kurtarır. Daha sonra gittikleri Gam
harabesinde Câdû ile karşılaşırlar. Câdû, Aşk’ı
elde etmek için büyüye başvurup, onları asar. Sühan yine onları kurtarır. Türlü
badirelerden sonra Çin sahillerine ulaşır. Aşk burada Hüsn’e benzettiği Çin
hükümdarının kızı Hüşrübâ’ya âşık olur. Sühan ve
Gayret’in uyarılarına rağmen Hüşrübâ ile birlikte Zâtu’s-Suver kalesine
gider. Kaleyi yakar. Kaleyle birlikte Hüşrübâ da dâhil her şey yanar ve ortaya
bir hazine çıkar. Bu hazinede, her şeyin resmi olduğu hâlde Hüsn’ün resmi
bulunmamaktadır. Bunu gören Aşk, büyük bir hayal kırıklığı yaşar, perişan olur
ve bütün gücünü kaybeder. Sühan yaşlı bir tabip kılığında gelerek onu Kalb
hisarına yönlendirir, dertlerini oranın padişahına arz etmesini tavsiye
eder. Aşk ve Sühan Kalb ülkesine giderek Hüsn’ün sarayına ulaşırlar. Sühan,
orada Aşk’ı Hayret’e teslim eder; Hayret de onu Visâl haremine götürür.
Böylece Aşk ile Hüsn birbirine kavuşur.
Hikâyenin ardından Şeyh Galip, Fahriye-i Şairane başlığı altında şairliğini övmüş, şiir
anlayışından söz etmiş, sonra hatime bölümüyle mesnevisini bitirmiştir.
Sebk-i Hindî’nin en önemli yapıtlarından biri olan Hüsn ü
Aşk’ın mesnevi geleneğinde farklı bir yeri vardır.
Gerek Fars gerekse Türk edebiyatında şairler, mesnevide
genellikle Nizamî-i Gencevî’nin
yolunda gitmişlerdir. Şeyh Galip, kendinden önceki mesnevi şairlerine
uymadığını ve mesnevisinde yeni bir yol gözettiğini söylemiştir.
Şair, gerek kullandığı şiir dili gerekse anlattığı hikâye
bakımından öncekilerden farklı özellikler gösteren yeni ve özgün bir mesnevi
yazmıştır.
Eserinde, Fuzulî’nin
Leyla vü Mecnun ve Sıhhat ü Maraz adlı eserleriyle
benzerlikler görülür. Attar’ın Mantıku’t-Tayr, Sühreverdî’nin Munisü’l-Uşşak
ve Mevlana’nın Mesnevi adlı eserlerinin de bu eser üzerindeki etkileri gözle
görülür düzeydedir.
Hüsn, geleneğe göre daima sevgili, nazlı ve arzulanan
konumunda olması gerekirken, Galip’in hikâyesinde Aşk’a âşık olmakta, niyazı
nazının önüne geçmekte ve âşığı görmeyi arzulamaktadır. Hatta hikâyede, ilk
âşık olan kişi âşık konumunda olması gereken Aşk değil, sevgili konumunda
olması gereken Hüsn’dür
Hüsn ile Aşk, Edeb adlı bir okula gitmiş ve orada aynı kabuk
içinde yer alan iki badem çekirdeği gibi olmuşlardır. Vahdet-i vücut felsefesi,
Hüsn ü Aşk’taki paradoksal imajlarda da kendini gösterir.
Mesnevide Aşk,
çileye giren müridi; Hüsn, mutlak
güzeli; Benî Muhabbet, müridin içinde
yer aldığı Mevlevi cemaatini; Mekteb-i
Edeb, Mevlevi tekkesini; Mollâ-yı
Cünûn, Mevlevi şeyhini; Sühan,
Mevlana’yı veya onun Mesnevi-i Manevî adlı eserini; Nüzhetgâh-ı Ma’nâ, müridin içinde yaşadığı ortamın onun ruhundaki
yansımalarını; Havz-ı Feyz, ilahî
nurların müridin ruhundaki tecellilerini; Hisâr-ı
Kalb, müridin gönlünü temsil etmektedir. Müridin manevi yolculuğunda
karşılaşacağı zorluklar ve yaşayacağı ruh hâlleri ise Kuyu, Câdû, Dîv, Ateş
Denizi, Kış, Karanlık, Hoşrübâ, Zâtü’s-Suver Kalesi gibi semboller aracılığıyla
anlatılmıştır.
Âyîne-i sîne bahr-ı
sîm-âb / Göğüs aynası bir cıva denizi,
Ikd-i güher olmuş anda
girdâb / mücevher gerdanlığı
ise o denizdeki girdap…
…
Pür-nûr u beyâz o
sîne-i sâf / O parlak ve beyaz göğüs,
Benzerdi amûd-ı subha
bî-lâf / sabah aydınlığı
gibiydi şüphesiz.
Gerden leb-i cûda
serv-i sîm-âb / Gerdanı, su
kenarında cıvadan bir selvi gibiydi. Gûyâ ki Bogaziçi’nde mehtâb / Onu Boğaziçi’nde mehtap sanırdın.
…
Aşk acı acı bakıp o
merde / Aşk, o adama acı acı baktı,
Zehr ekdi nigehle
dâğ-ı derde / bakışıyla onun
dert yarasına zehir döktü.
Şeyh Galip, gerek kişilerin gerekse mekânların özelliklerini
anlatırken, mübalağa sanatının sağladığı imkânları sonuna kadar kullanmıştır.
Giydikleri âfitâb-ı
temmûz / Giydikleri, temmuz güneşiydi.
İçdikleri şu’le-i
cihân-sûz / İçtikleri, dünyayı yakan alevdi.
Mübalağa, Şeyh Galip’in yine Sebk-i Hindî etkisiyle eserinde
çok fazla yer verdiği ıstırabın anlatılmasında da kendini gösterir:
Bed’ eyledi Aşk pîç ü
tâba / Aşk, hareket etmeye başlayınca
Bend oldı kımât-ı
ızdırâba / ıstırap kundağına sarıldı.
Yapdırdı sipihr-i
pür-felâket / Her yanı bela olan felek,
Tâbûtdan ana mehd-i
râhat / ona tabuttan bir ölüm beşiği yaptırdı.
Hüsn ü Aşk, masal unsurlarına da yer vermiştir.
Hüsn
ü Aşk mesnevisi, sadece tasavvufi bir aşk hikâyesi değildir. O, aynı zamanda bir edebî
tenkit, bir poetika kitabıdır. Gerek Sebeb-i
Telîf başlıklı bölümde Nabî’ye gerekse Mebâhis-i
Diger ve Zümre-i Âhar başlıklı
bölümlerde farklı şiir anlayışlarına ve farklı zümrelerden şairlere yönelttiği
eleştiriler, özgün ve başarılı edebî tenkit örnekleridir.
Refi-i Amidî, Can u Canan ve İzzet Molla, Gülşen-i Aşk
adlı eserleriyle Galip’in Hüsn ü Aşk’ına birer nazire yazmışlar ama onun
seviyesine yaklaşmayı başaramamışlardır.
Ünite
5
Şeyh Galip’in Şiirlerinden
Örnekler
Gazellerinde olduğu kadar musammat biçimlerde yazdığı
şiirlerde de başarılıdır. Nitekim tardiyye ve bahr-ı tavil gibi ender rastlanan biçimlerde yazılmış en güzel
şiirler onundur.
ŞEYH GALİP DİVANI’NDAN ÖRNEKLER
(Gazel)
Mefâ‘îlün mefâ‘îlün
mefâ‘îlün mefâ‘îlün
1. Gül âteş gül-bün âteş gülşen
âteş cûybâr âteş
Semender-tıynetân-ı aşka besdir lâlezâr âteş
Gül ateş, gülfidanı
ateş, gül bahçesi ateştir. Akarsu ateştir. Aşkın semender yaratılışlıları için
ateş olarak lale bahçesi yeterlidir.
Şeyh Galip görünen gerçekliğin gerisinde duran bir başka
gerçekliği açığa çıkarmak için burada paradoksal imajlar oluşturmuştur.
Beyitte gül, gülbün, gülşen, cuybar ve lalezar sözcükleri
bir araya getirilerek bahçe ile ilgili bir tenasüp sanatı yapılmıştır.
Beyitte yer alan bahçeye ait unsurlar ateşe benzetilmek
suretiyle teşbihler yapılmıştır. Bu teşbihler, benzetme yönü ve edatının
olmaması nedeniyle teşbih-i beliğ olarak adlandırılırlar.
Semender-tıynetân (semender yaratılışlılar) ifadesinde ise
âşık insanlar semendere benzetilmiş, ancak benzeyen unsur zikredilmeyerek açık
istiare yapılmıştır.
2. Hemân ey sâkî bir sâgar
tutuşdur dest-i dildâra
Gazabla bezme geldi şem‘-i meclis-veş yanar âteş
Ey saki, sevgilinin
eline hemen bir kadeh tutuşturuver. Çünkü o, meclisin mumu gibi gazap ateşiyle
tutuşmuş bir hâlde toplantıya geldi.
Beyitte saki, sagar, bezm sözcükleri bir araya getirilerek
içki meclisi ile ilgili bir tenasüp sanatı yapılmıştır. Şem (mum) ve ateş sözcükleri
de bir başka tenasübü oluşturmaktadır. Tutuşturmak fiilinin burada kastedilmeyen
bir anlamı var: O da yakmaktır. Kastedilmeyen bu anlam ile şem ve ateş
sözcükleri arasında iham-ı tenasüp sanatı vardır. Beyitte, öfkeli sevgili yanan
muma benzetilmiş, dolayısıyla teşbih sanatı yapılmıştır.
3. Nesîm âteş çıkardı gonca-i
çeşm-i ümîdimden
Bırakdı gülşen-i âmâlime berk-i bahâr âteş
Sabah esintisi, umut
gözümün goncasından ateş çıkardı. Baharın şimşeği emellerimin gül bahçesine
ateş bıraktı.
Göz, kanlı olarak düşünüldüğü için goncaya teşbih
edilmiştir.
4. Hayâl-i hasret-i hâlinle âh
etdikçe uşşâkın
Şeb-i fürkatda her dem ahterân eyler nisâr âteş
Senin âşıkların,
“ben”inin özleminin hayaliyle ah ettikçe ayrılık gecesinde yıldızlar durmadan
ateş saçar.
Beyitte, yıldızların ateş saçmasından söz edilmiştir. Ateş
söylenip ışık kast edildiği için burada mecaz-ı mürsel sanatı ortaya
çıkmaktadır. Yıldızların geceleyin ışık saçması, normal bir tabiat hadisesi
olduğu hâlde, şair tarafından âşıkların âh etmesine bağlanmış; böylece hüsn-i
talil sanatı yapılmıştır.
5. Bana dûzahdan ey meh dem
urur gülzârlar sensiz
Diraht âteş nihâl-i dil-keş âteş berg ü bâr âteş
Ey ay yüzlü! Sensiz
olunca gül bahçeleri bana cehennemi anlatırlar; ağaçlar ateş, gönül çeken
fidanlar ateş, yapraklar ve meyveler ateştir.
Beyitteki “meh”ten kasıt sevgilidir (açık istiare).
Beyitte yer alan diraht, nihal, berg ü bâr gibi bahçeye ait
unsurlar bir araya getirilerek tenasüp; bu unsurlar ateşe benzetilmek suretiyle
de teşbih sanatı yapılmıştır. Bu teşbihte benzetme yönü ve edatı yer almadığı
için teşbih-i beliğ sanatı ortaya çıkmaktadır. Duzah (cehennem) ile ateş ve
gülzârlar ile diraht, nihal, berg ü bâr sözcükleri arasında da leff ü neşr
sanatı vardır.
6. Mürekkebdir vücûdu tâ ezel
yek-pâre sûzişden
Anâsırdan meğer uşşâka olmuşdur dûçâr âteş
Âşıkların vücutları ta
ezelden beri yanmaktan tek parça haline gelmiştir. Sanki dört unsurdan âşıklara
sadece ateş düşmüştür.
Âşıkların aşk ateşi içinde çok fazla yanmaları, onların
payına dört unsurdan sadece ateşin düşmesi gibi hayalî bir sebebe bağlanmış,
sonra ‘meğer’ edatıyla buna şüphe karıştırılmış; böylece şibh-i hüsn-i talil
sanatı yapılmıştır.
7. Çerâğ-ı bezm-i hecri olduğum
yapmış yakışdırmış
Gönül pervânesine vuslat âteş intizâr âteş
Sevgili, ayrılık
meclisinin lambası olmamı uygun görmüş. Oysaki gönül pervanesi için kavuşmak da
beklemek de ateştir.
Cennetten kovulup dünyaya gönderilen insan, ‘çerâğ-ı bezm-i
hecr’e yani ayrılık gecesinin lambasına benzetilmiş; benzeyen unsur gizlenerek
açık istiare yapılmıştır. Gönül pervanesi tamlamasında, vuslat ve intizar ile
ateş arasında ise teşbih-i beliğ sanatı yapılmıştır.
8. Beyân-ı sûziş eyler herkes
isti‘dâd-ı fıtratdan
Eder berceste âşık mısra‘-ı rengîn çenâr âteş
Herkes yaratılıştan
sahip olduğu yeteneğine göre kendi yanışını anlatır. Âşık renkli mısra söyler,
çınar ağacı da ateş çıkarır.
9. Meğer kilk-i sebük-cevlânın
olmuş germ-rev Gâlib
Zemîn âteş zamân âteş bütün nakş u nigâr âteş
Galip! Meğer senin
hızlı hareket eden kalemin de koşucu olmuş; zemin ateş, zaman ateş, bütün
görünümler ateş olmuş.
(Gazel)
Fâ‘ilâtün fâ‘ilâtün
fâ‘ilâtün fâ‘ilün
1. Aşk bir şem‘-i ilâhîdir
benim pervânesi
Şevk bir zencîrdir gönlüm anun dîvânesi
Aşk, bir ilahî mumdur;
bense onun etrafında dönen bir pervaneyim. Şevk ve arzu bir zincirdir; gönlümse
o zincire vurulmuş bir delidir.
Beyitte şair aşk kavramını şem-i ilahiye, kendini onun
etrafında dönen bir pervaneye; şevk kavramını zincire, gönlünü o zincire
vurulan bir deliye benzetmiştir. Benzetme edatı ve yönü bulunmadığı için burada
yapılan benzetme, teşbih-i beliğdir. Şem ile pervane, zencir ile divane
arasında ayrı ayrı tenasüp vardır.
2. Mahrem-i râz olalı gamzenle
oldu hâtırım
Âşinânın âşinâ bîgânenin bîgânesi
Hatırım senin yan
bakışınla sırdaş olduğundan beri seni tanıyanla tanış, sana yabancı olana da
yabancıdır.
Beyitte hem gamze hem de hatır, sırra mahrem ve aşina ile
aşina bigâne ile bigâne olmak gibi insani özelliklerle kişileştirilerek teşhis
sanatı yapılmıştır. Teşhis sanatının bulunduğu yerde doğal olarak istiare de
gündeme gelir. Gamze ve hatır insanlara benzetilmiş, kendisine benzetilen unsur
açıkça söylenmediği için kapalı istiare yapılmıştır. Aşina ve bigâne
sözcükleri, aralarında anlam karşıtlığı bulunduğu ve ‘hatırım’ ortak kavramında
birleştikleri için tezat sanatını oluştururlar.
3. Zühd-i huşku bezm-i
nûş-â-nûşdan fark eylemez
Böyledir erbâb-ı hâlin meşreb-i rindânesi
Hâl ehlinin rindane
tarzı böyledir: Ham sofuluk ile daima içilen meclisi birbirinden ayırt etmez,
ikisini bir görür.
Ham sofuluk ile daima içki içilen meclis arasında anlam
karşıtlığı bulunmasına rağmen, bunları ayırt etmemek, ikisini bir görmek tezat
sanatını ortaya çıkarır. Rint ile ‘bezm-i nûş-â-nûş’ kavramları arasında da
tenasüp sanatı vardır.
4. Âlem-i âbın sevâd-ı hâki hep
pür-feyz olur
Çeşme-i hûrşîd-i hikmetdir hum-ı mey-hânesi
İçki meclisinin
toprağının karası feyizle dopdoludur. Meyhanesinin küpü de, hikmetinyani
bilgece bakışın güneş çeşmesidir.
Şarap suya benzetilmiş, benzeyen unsur zikredilmeyerek açık
istiare yapılmıştır. Âlem söylenmiş ama onun içinde çok küçük bir parça
olan şarap meclisi veya şarabın içildiği her türlü ortam kast edilmiş, böylece mecaz-ı
mürsel sanatından yararlanılmıştır. Meyhane küpü, hikmet güneşinin pınarına
benzetilmiş; benzetme yönü ve edatı kullanılmayarak teşbih-i beliğ
sanatının ortaya çıkması sağlanmıştır. Soyut bir kavram olan ‘hikmet’ yine teşbih-i
beliğ yoluyla güneşe benzetilerek somutlaştırılmış; daha sonra buna çeşme
gibi karşıt anlamlı bir özellik verilerek tezat sanatı yapılmıştır. Âb
(su) ile hâk (toprak) sözcükleri arasında da dört unsurla ilgili bir tenasüp
vardır.
5. Ol nigâh-ı çeşm-i
zehr-âlûddan mey-nûş-ı nâz
Ben humâr-ı nergis-i şehlâsının mestânesi
O, zehirli gözün
bakışından sarhoştur. Bense onun nergise benzeyen şehla gözündeki sarhoşluğun
sarhoşuyum.
Beyitte hem nigah, çeşm, nergis ve şehlâ hem de mey-nuş,
humar ve mestâne sözcükleri arasında ayrı ayrı tenasüp sanatı vardır.
Beytin ilk mısraı ile ikinci mısraı arasında leff
ü neşr-i mürettep sanatı yapılmıştır:
6. El-hazer gâfil bulunma
hançer-i hâbîdeden
Güft-gûy-ı katldir dâ’im anun efsânesi
Kınında uyuyan
hançerden gafil olma, sakın! Çünkü onun anlattığı hikâyeler daima öldürmek
üzerinedir.
Beyitte hançere uyumak gibi insani bir özellik verilerek
teşhis, konuşma özelliği verilerek de intak sanatları yapılmıştır.
Kendisine benzetilen unsur konumundaki insan burada zikredilmeyerek kapalı
istiare sanatının ortaya çıkması sağlanmıştır.
7. Mahrem-i halvet-sarây-ı
zevkı ol Gâlibde gör
Başkadır rez duhterinin meşreb-i ferzânesi
İlahî nurların ilk
tecellisi olan zevkle içli dışlı olmayı Galip’te gör. Asmanın kızı olan şarabın
körpe tarzı bir başkadır!
Beyitte hem rez (asma) hem de ondan elde edilen şarap insana
benzetilerek kişileştirilmiş (teşhis); ‘rez’de kendisine benzetilen
gizlendiği için kapalı istiare, şarapta ise benzeyen unsur
zikredilmediği için açık istiare sanatları yapılmıştır. Duhter ve
ferzâne sözcükleri arasında tenasüp, rez duhteri (şarap) ile
halvet-sarây-ı zevk arasında başka bir tenasüp, bu son iki kavramla
‘meşreb’ kelimesinin burada kasdedilmeyen ‘içme yeri’ anlamı arasında da iham-ı
tenasüp vardır. Şair, Galip’ten bahsederken sanki kendi değilmiş gibi
davranarak tecrit sanatına başvurmuştur.
(Gazel)
Mefâ‘îlün mefâ‘îlün
mefâ‘îlün mefâ‘îlün
1. Efendimsin cihânda i‘tibârım
varsa sendendir
Miyân-ı âşıkânda iştihârım varsa sendendir
(Ey Hazret-i Mevlana!) Sen efendimsin. Dünyada bir itibarım
varsa sendendir.
Âşıklar arasında bir şöhretim varsa o da senin sayendedir.
2. Benim feyz-i hayâtım hâsılı
rûh-ı revânımsın
Eğer ser-mâye-i ömrümde kârım varsa sendendir
Hayatımın feyiz kaynağısın, kısacası sen benim canımsın.
Eğer ömür sermayemde bir kârım varsa sendendir.
3. Veren bu sûret-i mevhûma
revnâk reng-i hüsnündür
Gülistân-ı hayâlim nev-bahârım varsa sendendir
Bu belirsiz görüntüye parlaklık veren senin güzelliğinin
rengidir. Hayal gülistanım, ilkbaharım varsa sendendir.
4. Felekden zerre mikdâr
olmadım devrinde rencîde
Ger ey mihr-i münevver âh u zârım varsa sendendir
Ey parlak güneş, zamanında felekten biraz olsun incinmedim.
Ağlayıp sızlanmam varsa o da sendendir.
5. Senin pervâne-i hicrânınım
sen şem‘-i vuslatsın
Be-her şeb hâhiş-i bûs u kenârım varsa sendendir
Sen kavuşma mumusun, bense ayrılığın pervanesiyim. Her gece
kavuşma isteğim varsa sendendir.
6. Şehîd-i aşkın oldum
lâlezâr-ı dâğdır sînem
Çerâğ-ı türbetim şem‘-i mezârım varsa sendendir
Aşkının şehidi oldum. Göğsüm yaralarla dolu, lale bahçesini
andırıyor. Türbemin lambası, mezarımın mumu varsa sendendir.
7. Gören ser-geştelikde
gird-bâd-ı deşt zann eyler
Fenâ-ender-fenâyım her ne varım varsa sendendir
Beni başı dönmüş bir hâlde görenler, çöldeki bir hortum
olduğumu zannederler. Tam bir yokluk içindeyim; herhangi bir şeyim varsa
sendendir.
8. Niçün âvâre kıldın gevher-i
galtânın olmuşken
Gönül âyînesinde bir gubârım varsa sendendir
Ben senin yerde yuvarlanan bir cevherin olduğum hâlde beni
neden kendi başıma bıraktın? Gönül aynasında bir tozum varsa o da sendendir
(senin yolunun tozudur).
9. Şafak-tâb eyledin peymânemi
hûn-âb ile sâkî
Sabâh-ı sohbet-i meyden humârım varsa sendendir
Ey saki, kadehimi kanlı su ile şafak gibi kıpkızıl ettin.
Şarap sohbetinin sabahından kalma sarhoşluğum varsa sendendir.
10. Sanadır ilticâsı Gâlibin yâ
Hazret-i Monlâ
Başımda bir külâh-ı iftihârım varsa sendendir
Ey Hazret-i Mevlana! Galip’in ilticası (sığınması) sanadır.
Başımda bir övünç külahım varsa sendendir.
(Terci-bent)
Fe‘ilâtün fe‘ilâtün fe‘ilâtün fe‘ilün
(Fâ‘ilâtün) (fâ‘lün)
I
Ey
dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen
Gerçi
vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-fermâ-yı
melek zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin
gibi değil cümleden akdemsin sen
Rûhsun
nefha-i Cibrîl ile tev’emsin sen
Sırr-ı
Haksın mesel-i Îsî-i Meryemsin sen
Hoşça
bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i
dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Ey gönül, ey gönül! Sen niye bu kadar gamlısın? Harabeysen
de tılsımlı bir definesin. Meleklerin secde etmekle emrolunduğu saygın bir
zatsın. Bildiğin gibi değil, sen hepsinden öndesin. Ruhsun, Cebrail’in
nefesiyle ikizsin. Tanrı’nın sırrısın, sen Meryem’in oğlu İsa gibisin.
Kendine iyi bir biçimde bak. Çünkü sen, âlemin özüsün,
varlıkların gözbebeği olan insansın.
II
Merteben
ayn-ı müsemmâdadır esmâ sanma
Merci’in
hâlık-ı eşyâdadır eşyâ sanma
Gördüğün
emr-i muhakkakları rü’yâ sanma
Başkasın
kendini sûretle heyûlâ sanma
Keşf
ile sâbit olan ma‘nî yi da‘vâ sanma
Hakkına
söylenen evsâfı müdârâ sanma
Hoşça
bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i
dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Mertebeni isimlerde zannetme; merteben isimlendirilmişlerin
gözündedir. Dönüş yerinin eşya olduğunu zannetme; döneceğin yer eşyayı
yaratandadır. Gördüğün gerçek işleri rüya zannetme. Sen başkasın; kendini şekil
ve heyula zannetme. Doğruluğu keşif yoluyla ispat edilmiş düşünceyi (doğruluğu
ispatlanmamış) iddia zannetme. Hakkında söylenen özellikleri yaranma amaçlı
sözler zannetme.
Kendine iyi bir biçimde bak. Çünkü sen, âlemin özüsün,
varlıkların gözbebeği olan insansın.
III
İnleyip
sırrını fâş eyleme ağyâra sakın
Düşme
bilmezlik ile varta-i inkâra sakın
Değmesin
ellerin kâkül-i dildâra sakın
Sonra
Mansûr gibi çıkman olur dâra sakın
Arz-ı
acz itmeyesin yâreden ol yâra sakın
Bulduğun
gevher-i âlîleri bî-çâre sakın
Hoşça
bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i
dîde-i ekvân olan âdemsin sen
İnleyerek sırrını ağyara (seni sevgiliden ayrı düşürmek
isteyenlere) açıklamaktan sakın.
Bilmeden inkâr çukuruna düşmekten sakın. Ettiğin âhların
sevgilinin kâkülüne değmesinden sakın. Sonra Mansur gibi darağacına çekilirsin,
bundan sakın. Yara nedeniyle o yâre aczini açıklamaktan sakın. Ey çaresiz,
bulduğun değerli mücevheri koru.
Kendine iyi bir biçimde bak. Çünkü sen, âlemin özüsün,
varlıkların gözbebeği olan insansın.
IV
Sendedir
mahzen-i esrâr-ı mahabbet sende
Sendedir
ma‘den-i envâr-ı fütüvvet sende
Gizli
gizli dahı vardır niçe hâlet sende
Ma‘rifet
sende hüner sende hakîkat sende
Nazar
etsen yer ü gök dûzah u cennet sende
Arş
u kürsiyy ü melek sendedir elbet sende
Hoşça
bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i
dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Muhabbet sırlarının saklı olduğu yer sendedir, sende.
Fütüvvet nurlarının kaynağı sendedir, sende. Sende daha nice gizli hâller
vardır: Marifet sende, hüner sende, hakikat sende. Baksan görürsün ki,
yeryüzüyle gökyüzü, cennetle cehennem sendedir. Arş, kürsü, melek sendedir,
elbet sende.
Kendine iyi bir biçimde bak. Çünkü sen, âlemin özüsün,
varlıkların gözbebeği olan insansın.
V
Hayfdır
şâh iken âlemde gedâ olmayasın
Keder-âlûde-i
ümmîd ü recâ olmayasın
Vâdî-i
ye’se düşüp hîç ü hebâ olmayasın
Yanılıp
reh-rev-i sahrâ-yı hevâ olmayasın
Âdeme
muttasıl ol tâ ki cüdâ olmayasın
Secdeler
eyle ki merdûd-ı Hudâ olmayasın
Hoşça
bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i
dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Yazık olur; âlemde padişah iken yoksul olmayasın, umut ve
beklenti nedeniyle üzülmeyesin, umutsuzluk vadisine düşüp heba olmayasın,
yanılıp nefis çölüne giden yolcu olmayasın, Âdem’e sımsıkı yapış ki ayrı
düşmeyesin. Secdeler et ki Tanrı’nın reddettiklerinden olmayasın.
Kendine iyi bir biçimde bak. Çünkü sen, âlemin özüsün,
varlıkların gözbebeği olan insansın.
VI
Berk-ı
hâtif gibi bu kayd-ı sivâdan güzer et
Erişen
hâr u hâsa âteş-i aşkı siper et
Dâmenin
tutmaya âsâr-ı alâyık hazer et
Şems-veş
hâhiş-i Monlâyile azm-i sefer et
Sâf
kıl âyîneni kâbil-i aks-i suver et
Hele
bir cem’-i havâs eyle de Gâlib nazar et
Hoşça
bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i
dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Seni Tanrı’dan uzaklaştıran şeylerin kaydını çekmekten
gaybın şimşeği gibi uzaklaş. Üzerine gelen dikenlere ve çerçöpe karşı aşk
ateşini kendine siper et. İlgilerin etkileri eteğini tutmasın, kendini koru.
Tıpkı Şems-i Tebrizî gibi, Mevlana arzusuyla yola çık. Aynanı temizle ki,
görüntüleri yansıtmaya elverişli hâle gelsin. Duyularını şöyle bir toparla da
bir bak.
Kendine iyi bir biçimde bak. Çünkü sen, âlemin özüsün,
varlıkların gözbebeği olan insansın.
(Murabba)
Fâ‘ilâtün fâ‘ilâtün fâ‘ilâtün fâ‘ilün
I
Fâriğ
olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni
Böyle
yazmış alnıma kilk-i kazâ sevdim seni
Ben
bu sözden dönmezem devr eyledikçe nüh felek
Şâhid
olsun aşkıma arz u semâ sevdim seni
Seni sevdim; yüz bin cefada bulunsan da bundan vazgeçmem.
Seni sevdim; kaza ve kader kalemi alnıma böyle yazmış. Sevdim seni; yeryüzü ve
gökyüzü aşkıma şahit olsun. Dokuz felek dönmeye devam ettikçe ben verdiğim bu
sözden dönmem.
II
Bend-i
peyvend-i dilim ebrû-yı gaddârındadır
Rişte-i
cem‘iyyetim zülf-i siyeh-kârındadır
Hastayım
ümmîd-i sıhhat çeşm-i bîmârındadır
Bir
devâsız derde oldum mübtelâ sevdim seni
Gönül bağımın ipi senin gaddar kaşındadır. Bir aradalığımın
ipi senin karanlığı meslek edinmiş saçındadır. Ben hastayım; iyileşme ümidim
senin hasta gözündedir.
Sevdim seni; tedavisi bulunmayan bir derde düştüm ben.
III
Ey
hilâl-ebrû dilin meyli sanadır doğrusu
Sûy-ı
mihrâba nigâhım kec-edâdır doğrusu
Râ
kaşından inhirâf etsem riyâdır doğrusu
Yâ
savâb olmuş veyâ olmuş hatâ sevdim seni
Ey hilâl kaşlı! Doğrusu gönlümün meyli sanadır. Bakışım
mihraptan yana eğri duruşludur. Senin (ر) ra harfi gibi olan kaşından
uzaklaşsam doğrusu bu riyadır. Doğru da olsa yanlış da olsa sevdim seni.
IV
Bî-gubârım
hasret-i hattınla hâk olsam yine
Sıhhatim
rûh-ı lebindendir helâk olsam yine
Tîğ-ı
gamzenden kesilmem çâk çâk olsam yine
Hâsılı
bî-hûde cevr etme bana sevdim seni
Ayva tüylerinin hasretiyle toprağa bulansam yine de
(gönlüme) bir toz bulaşmaz.
Helâk olsam yine de sağlığım senin dudağının ruhundadır.
Gamzenin kılıcından yara bere içinde kalsam yine de (senden) kesilmem/ayrılmam.
Sonuçta sen bana boşuna eziyet etme, sevdim seni.
V
Gâlib-i
dîvâneyim Ferhâd u Mecnûna salâ
Yüz
çevirmem olsa dünyâ bir yana ben bir yana
Şem‘ine
pervâneyim pervâ ne lâzımdır bana
Anlasın
bîgâne bilsin âşinâ sevdim seni
Ben âşık Galip’im. Ferhat ve Mecnun’un öldüğü ilan edilsin.
Dünya bir yanda ben bir yanda olsam yine de senden yüz çevirmem. Mumuna pervane
olmuşum, çekinmeme gerek yok. Yabancı olan anlasın, tanıdık olan bilsin ki seni
sevdim.
HÜSN Ü AŞK
Âvîhten-i
Câdû Aşk-râ
(Cadının Aşk’ı Asması)
Mef‘ûlü mefâ‘ilün fe‘ûlün
Câdû
anı gördi bu belâda
Ye’s
eyledi hışmını ziyâde
Cadı onu sıkıntı içinde görünce üzüntüsü kızgınlığını
artırdı.
Bir
sihr ile çekdi çârmîha
Hem
kıldı nişâne tîğ ü sîha
Bir büyüyle onu çarmıha astı; kılıçlara ve şişlere hedef
yaptı.
Ol
âteşe karşu Aşk u Gayret
Salb
oldı ki ala bundan ibret
İbret alsınlar diye Aşk ve Gayret’i bir ateşin karşısında
astı.
Nemrûdluk
eyleyip kemâhî
Salb
eyledi sihr ile o şâhı
Nemrutluk edip tıpkı onun gibi o güzeli büyüyle astı.
Çün
görmüş idi çeh-i amîkı
Seyr
etdi bu yolda mancınıkı
Aşk, daha önce derin kuyuyu görmüştü; böylece mancınığı da
görmüş oldu.
Kandîl
gibi o gonca-i ter
Asılma
fürûğın etdi ber-ter
Kandil gibi, asılma o körpe goncanın parlaklığını artırdı.
Çünkim
sever idi Aşk’ı Câdû
Tahvîfini
kasd eder fakat bu
Cadı, aslında Aşk’ı seviyordu. Fakat bu yolla onu korkutmak
istiyordu.
Aldı
boğazını vehm-nâkî
İncinmedi
hiç cân-ı pâki
Kaygılanma ve endişelenme, (Aşk’ın) boğazını sardı; fakat
onun tertemiz canı bu işten hiç incinmedi.
Ol
dârda çün hatîb-i minber
Kaldı
niçe hafta ol semen-ber
O yasemin bedenli güzel minberdeki hatip gibi asıldığı yerde
haftalarca kaldı.
Eylerdi
hezâr-gûne efgân
Sanırdı
gören hezâr-ı nâlân
Bülbül gibi ağlayıp inliyordu. Görenler onu ağlayıp inleyen
bülbül sanırdı.
Gâh
etdi sipihre arz-ı bî-dâd
Gâh
eyledi Hüsn’e âh u feryâd
Kimi zaman felekten şikâyetçi oldu, kimi zaman Hüsn için
ağlayıp sızlandı…
Gâh
eyledi bahtına hitâbı
Tîz
eyledi nâvek-i itâbı
Kimi zaman da azar okunu bileyip bahtına seslendi.
Ey
baht nedir bu bî-vefâlık
Hiç
yok mı seninle âşnâlık
Ey baht! Bu vefasızlık neyin nesidir? Seninle hiç mi
tanışıklığımız yok?
Cânân
dutalım ki bî-vefâdır
Hem
âdetidir ve hem sezâdır
Bir an sevgilinin vefasız biri olduğunu kabul edelim: Bu
onun âdetidir; kendisine yakışan da budur.
Âşıkda
gam u belâ gerekdir
Dildâr
ise bî-vefâ gerekdir
Âşıkta gam ve bela, sevgilide vefasızlık olmalıdır.
Sen
bâri o şîve-kâra uyma
Gel
şîve-i rûzgâra uyma
Bari sen o işveliye uyma. Gel, feleğin tarzına tâbi olma.
Ne
anda ne bunda buldı te’sîr
Fehm
etdi ki cümle kâr-ı takdîr
Onda da bunda da bir etkisi olmadığını gördü. Anladı ki, her
şey takdir işi.
Geldi
yine başına şuûrı
Yâd
eyledi rahmet-i Gafûr’ı
Yine aklı başına geldi ve günahları bağışlayan Tanrı’nın
rahmetini düşündü.
Ey
hâlik-i ins ü cân rahm et
Yok
bende tüvân amân rahm et
Ey insanların ve cinlerin yaratıcısı olan Tanrı! Merhamette
bulun. Bende güç kalmadı; ne olursun, merhamette bulun.
Takdîr
yok ise vasl-ı yâre
Al
cânımı ver o şîve-kâre
Kaderimde sevgiliye kavuşma yoksa canımı al ve o işveliye
ver.
Bin
fikr ile söylenip perîşân
Ma‘bûdına
kıldı âh u efgân
Binbir düşünce içinde perişan bir hâlde söylenip durdu;
kendisine kul olduğu Tanrı’ya ağlayıp sızlandı.
(Tardiye)
Mef‘ûlü mefâ‘ilün
fe‘ûlün
I
Hoş
geldin eyâ berîd-i cânân
Bahş
et bana bir nüvîd-i cânân
Cân
ola fedâ-yı îd-i cânân
Bî-sûd
ola mı ümîd-i cânân
Yârin
bize bir selâmı yok mu
berîd: haberci, posta. / nüvîd: müjde, güzel haber. /
bî-sûd: faydasız, yararsız.
II
Ey
Hızr-ı fütâdegân söyle
Bu
sırrı edip ıyân söyle
Ol
sen bana tercemân söyle
Ketm
etme yegân yegân söyle
Gam
defterinin tamamı yok mu
fütâdegân: düşkün, çaresiz, âşık olanlar. / ıyân: ayan
beyan, açık seçik. / ketm et-: gizlemek, saklamak. / yegân yegân: bir bir,
teker teker.
III
Yâ
Rabbi ne intizârdır bu
Geçmez
niçe rûzgârdır bu
Hep
gussa vü hârhârdır bu
Duysam
ki ne şîve-kârdır bu
Vuslat
gibi bir merâmı yok mu
intizâr:
bekleme, bekleyiş. / rûzgâr: zaman, felek. / gussa: üzüntü, keder. / hârhâr:
bitmeyen arzu. /
IV
Çıkdım
ser-i dâra hemçü Mansûr
Âvâzım
ez-ân nefha-i Sûr
Gam
kıldı gülûmı şâh mansûr
Oldum
sipeh-i belâya mahsûr
Ol
pâdşehin peyâmı yok mu
hemçü:
gibi. / ez-ân nefha-i sûr: israfil’in üfleyeceği sur’un sesinden. / gülû: boğaz.
/ mansûr: bir ney çeşidi ve âhengi. / sipeh: ordu, asker. / peyâm: haber,
mesaj.
V
Kâm
aldı bu çarhdan gedâlar
Ferdâlara
kaldı âşnâlar
Durmaz
mı o ahdler vefâlar
Geçmez
mi bu etdiğim du‘âlar
Hâl-i
dilin intizâmı yok mu
kâm:
arzu, zevk. / gedâ: yoksul, dilenci. / çarh: felek. / âşnâ: âşinâ, tanıdık. /
dil: gönül. / intizâm: düzen, tertip.
VI
Dil
hayret-i gamla lâl kaldı
Gâlib
gibi bî-mecâl kaldı
Gönderdiğim
arz-ı hâl kaldı
El’ân
bir ihtimâl kaldı
İnsâfın
o yerde nâmı yok mu
Ünite
6
18. Yüzyılda Klasik ve
Hikemî Üslup
Anlamdan ziyade sese önem veren, sanat kaygısından uzak,
nükteli, açık ve zarif bir söyleyişe yaslanan klasik üslup, bu asırda kadim
zevki temsil eder.
Mahallî üslubun yüzeyselliğine ve Sebk-i Hindî’nin aşırı
zihnîliğine tepki gösteren şairler ise, Bakî
ve Şeyhülislam Yahya’da en güzel
ifadesini bulan klasik üsluba dönmeyi yeğlemişlerdir.
Bu
tarz şiirler, bir girdaba benzeyen mazmun yüklü şiirlerden farklı olarak
su gibi akıcı, açık ve
zarif bir söyleyişe sahiptir.
Klasik estetik çizgisinde kalan şairler Seyyit Vehbî ve Sünbülzade Vehbî;
Raşit, şiirde nüktenin
de önemli olduğunun altını çizer;
Nazîm Yahya, Enis ve
Esrar Dede, Nahifî gibi Mevlevî
şairlerden Nevres-i Kadim, Pertev,
Beylikçi İzzet bu
asırda klasik üslup çizgisinde kalan şairlerdir.
Klasik üslubun bu asırdaki en önemli temsilcileri Kâmî ve Nahifî’dir.
Kâmî (ö.1136/1724)
Nabî (ö.1712)’den
sonra onun boşluğunu dolduracak şairlerden biri olarak görülmüş ve devrinde
oldukça meşhur olmuş bir şairdir. İbrahim
Gülşenî’nin oğludur.
Asıl
adı Mehmed olan, fakat daha
çok Edirneli Efendi, Edirnevî Çelebi lâkabıyla
tanınan şair Edirne’de doğmuştur. Bağdat, Mısır ve Galata’da kadılık
görevlerinde bulunan Kâmî, humma
(sıtma) hastalığından İstanbul’da ölmüştür. En önemli eseri Divanı’dır.
Tuhfetü’z-Zevra (Bağdat’ta gömülü bulunan meşhur
şahsiyetleri anlatır), Behçetü’l-Feyha ( Bağdat valisi Hasan Paşa’nın asi
Arap aşiretleriyle mücadelelerini anlatır), Firuz-name (bir padişahla azat ettiği kölesinin
karısı Gülruh arasında geçen yasak
aşkı anlatan orijinal bir aşk mesnevîsidir) adlı küçük hacimli manzum
mesnevileri ile mensur Mehamü’l-Fukaha adlı Hanefî fakîhlerle ilgili
Arapça eseri ve yine fıkıhla ilgili Farsçadan tercüme ettiği Nefisetü’l- Uhreviyye’si
vardır. İyi bir gazel şairidir. Gazellerinde zarif hayallerle süslü bir üslup hâkimdir.
Kasidelerinde ise dili oldukça ağırdır.
(Kıta)
Târîh-i
Berây-ı Vefât-ı Ciger-gûşe-i Hod
Fâ’ilâtün fâ’ilâtün
fâ’ilâtün fâ’ilün
1 Bir ciger-gûşem elimden kapdı şâhin-i ecel
Mürvetün görmek müyesser olmadı vâ-firkat âh
2 Cûşiş-i hûn-âbe-i hasretle târihin dedim
Â’işem olsun ‘Adin gülzârı sana haclegâh
Ecel, bir şahin gibi
evladımı elimden aldı. Onun mürüvvetini görmek nasip olmadı. Ah ayrılık ah!
Onun hasretiyle kanlı
gözyaşları dökerek ölüm tarihini şöyle söyledim: “Ayşem, Cennet bahçesi senin
gelin odan olsun!”
Kıtada ecel, şahine benzetilmiştir (teşbih-i beliğ).
Vâ-firkat, âh kelimelerinde nida; ciğer-gûşe, mürvet, Âyişe, haclegâh
kelimeleri arasında tenasüp sanatı vardır.
(Gazel)
Mefâ’îlün mefâ’îlün
mefâ’îlün mefâ’îlün
1 Olurdı nokta kondurmak o mihre belki
hâl-âsâ
Görünseydi felekde ayda bir bâri hilâl-âsâ
O güneş gibi güzel
sevgili, ayda bir bile hilal gibi gökyüzünde görünseydi, belki ona bir ben gibi
bir nokta kondurmak mümkün olurdu.
Ayın üzerinde kara lekeler, sevgilinin yüzündeki benlere
benzetilmektedir (teşbih).
2 Kemer bendin ederdim mû-miyânın rîşte-i
cândan
Kadem-rencede kılsa gönlüme girse hayâl-âsâ
(O sevgili), tenezzül
edip hayal gibi gönlüme girse, kıl gibi ince belli güzelin kemerini can
ipliğinden yapardım.
Şair, canı ipe benzetmekte (teşbih-i beliğ) ve
canından kemer yapacağını söyleyerek canını verebileceğini söylemektedir (mecaz-ı
mürsel).
3 Gül-i dâgun karanfil gibi sînem üzre
beslerken
Şikest itme dil-i mecrûhumı cânâ sifâl-âsâ
Ey sevgili! Senin
açtığın yaranın gülünü bir karanfil gibi göğsümün üstünde beslerken; yaralı
gönlümü testi gibi kırma!
Gül, karanfil; dil, şikeste, sifâl arasında tenasüp
vardır. “Gönül kırma” deyiminde, mecaz-ı mürsel vardır.
4 Şehâ ol gamze-i bî-dâda ruhsat verme
çeşmünden
Hezâr nev-resteler meşk-i nigâh itsün gazâl-âsâ
Ey sevgili! O zalim
gamzeye gözlerinden ruhsat verme. Binlerce yeni yetme (güzel) ceylan gibi
bakmayı öğrensinler.
“Şehâ” kelimesinde nida ve aşk ülkesinin şahı sevgili
kastetmesi sebebiyle de açık istiare vardır. Gamze ise
kişileştirilmekte, yeni yetme güzeller ise gözlerinin güzelliği sebebiyle
ceylana benzetilmektedir (teşbih). Gamze, çeşm,
meşk-i nigâh ve gazâl kelimeleri arasında tenasüp vardır.
5 Sana cism-i nizâr-ı dâğdârın arz idüp
Kâmî
Yine revnak-dih-i gülzâr-ı ‘aşk oldı nihâlâsâ
Kâmî, sana yaralı, zayıf vücudunu arz edip yine bir fidan
gibi aşk bahçesine güzellik kattı.
Aşk-gülzâr arasında teşbih-i belîğ, cism-i nizâr-ı dâğdar ve
nihâl arasında ise teşbih vardır.
(Gazel)
Fe’ilâtün fe’ilâtün
fe’ilâtün fe’ilün
1 Dokınup goncayı âheste uyandurdı sabâ
Andelîbi yine ‘ışk ile dolandurdı sabâ
Saba rüzgârı, goncayı
usulca dokunup uyandırdı. Bülbülü de yine aşk ile (gül bahçesinde) dolandırdı.
Şair, saba rüzgârı, gonca ve gülü kişileştirerek, goncanın
açılmasını saba rüzgârının goncayı uyandırmasına, bülbülün gül bahçesinde
dolaşmaya başlamasını da yine saba rüzgarının gülleri açtırmasına bağlamaktadır
(hüsn-i talil).
2 Gül-zemîn-i çemeni ebr-i bahâra suladup
Cûları mevce-i reşk ile bulandurdı sabâ
Sabah rüzgârı,
çimenliğin güllerle dolu zeminini bahar bulutlarına sulatıp; ırmakları
kıskançlık dalgalarıyla bulandırdı.”
Irmaklar da yağışla birlikte coşar. Şair bunu, ırmakların
bahar yağmurlarını kıskanmasına ve öfkeden kabarmasına bağlar (hüsn-i talil).
Kıskançlık ise bir dalgaya benzetilmektedir (teşbih-i beliğ).
3 Bülbülün nâle vü feryâdını gûş itmedügin
Yüzine urdı gül-i âli utandurdı sabâ
Saba, bülbülün
inlemelerini, feryatlarını dinlememesini yüzüne vurup kırmızı gülü utandırdı.
Şair, sabah rüzgârını kişileştirerek, sabah rüzgârının gülün
bülbülün feryatlarına kulak vermemesini yüzüne vurması sebebine bağlar (hüsn-i
talil). “Yüzüne vurmak”, söylemek, hatırlatmak anlamında kullanılmaktadır (mecaz-ı
mürsel).
4 Gösterüp gonce-i neşküfteyi seng-i
berd-vâr
Vâdi-i gülşene bârânı boşandurdı sabâ
Saba rüzgârı,
açılmamış goncayı yada taşı gibi gösterip gül bahçesi vadisine yağmur yağdırdı.
Gonca, şekil olarak yada taşına benzetilmektedir (teşbih).
Şair, yada veya yağmur taşının yağmur yağdırması inancına telmih
yaparak, baharla birlikte bardaktan boşanırcasına yağan
yağmurların sebebini, saba rüzgârının goncayı yada taşı gibi
göstermesine bağlamaktadır (hüsn-i talil). Beyitte gonce - gülşen; bârân
– boşandurdı kelimeleri arasında tenasüp vardır.
5 Basıcak ceyş-i Habeş gibi benefşe çemeni
Sûsene tîgi levendâne kuşandurdı sabâ
Saba, menekşeler Habeş
askerleri gibi çimenliği basınca, zambağa levendane bir şekilde kılıcı
kuşandırdı.
Menekşeler, baharla birlikte çimenliği Habeş askerleri gibi
işgal edince; sabah rüzgârı da, bahçeyi korumak için sivri yaprakları ve göz
alıcı çiçekleriyle zambak çiçeklerini açtırır. Şair bahçede menekşelerin ve
zambakların açmasını buna bağlamaktadır (hüsn-i talil). Benefşe-çemen,
susen; tîg-ceyş-levandane arasında tenasüp sanatı vardır.
6 Zülf-i dildâra dokınmam diyerek gerçekden
Dil-i vâ-beste-i Kâmî’yi inandurdı sabâ
Saba, sevgilinin
saçına dokunmam diyerek Kâmî’nin (sevgiliye) bağlı gönlünü inandırdı.
Sabah rüzgârı kişileştirilmektedir (teşhis).
Beliğ, Kaynaklarda,
nüktedan, zarif, her makama uygun bir manzume yazmaya muktedir iyi bir
musikişinas olarak tanıtılmıştır.
Nevres-i Kadîm
Mahlastaşı Osman
Nevres’ten ayırmak için Kadim unvanıyla
anılan Nevres (Abdürrezzak),
yaşadığı zorlukları ve sıla hasretini dile getirdiği lirik şiirleriyle tanınan
bir şairdir.
Şairliğinin yanında aynı zamanda birçok mensur eseri olan
iyi bir münşi ve hattattır.
Türkçe ve Farsça Divanları ile Bedir savaşını anlatan Gazve-i Bedir
adlı manzum bir mesnevisi ile Münşe’at, Tarihçe-i Nevres, Vekayi-i Tebriz, Mebaligu’l-Hikem,
Terceme-i
Tarih-i Cihangir Şah adlı mensur eserleri vardır.
Türkçe Divanı (1996) ile bu divan içinde bulunan Farsça Divanı vardır.
Mizaç itibariyle içten, dilini sakınmayan açık sözlü bir
insandır. Bu nedenle sıkıntılı bir hayat yaşamıştır.
(Gazel)
Fe‘ilâtün fe‘ilâtün
fe‘ilâtün fe‘ilün
1 Güm-reh ol kimse ki güm-geşteyi güm-râh
bilir
Mest-i nâ-âgehi âgâh olan âgâh bilir
Doğru yoldan
ayrılanlar, yolunu şaşıranları doğru yoldan çıkmış olarak bilir. Kendinde, aklı
başında olan, kendinde olmayan sarhoşu ayık zanneder.
2 Kûy-ı cânânı arar tıfl-ı dil ey Hızr yetiş
Nev-hevesdir dahı ne menzil ü ne râh bilir
Ey Hızır yetiş! Gönül
çocuğu (çocuk gönüllü, yeni yetme âşık) sevgilinin yerini arar.
Yeni yetmedir, daha ne
yol ne yordam bilir.
3 Şeb-i hicrânda çekdiklerimi hiç sorma
Anı bir ben bilirim bir dahı Allah bilir
Ayrılık gecesinde
çektiklerimi hiç sorma. Onu bir ben bir de Allah bilir.
4 İtdirir kevkebimi mihr ile bir gün hem-ser
Resm ü râh-ı felegi âh-ı seher-gâh bilir
(Felek, talih),
yıldızımı bir gün güneş (sevgili) ile arkadaş ettirir. Feleğin âdetini, usulünü,
seher vakti âhları bilir.
5 Ârif âzurde-i üftâdegî olmaz Nevres
Ka’r-ı çâhı meh-i Ken’ân rasad-ı câh bilir
Nevres, arif olan
düşkünlük acısı çekmez. Kuyunun dibini, Kenan ülkesinin ayı (Hz. Yusuf)
görülecek bir makam olarak görür.
Hoca Neşet, mahlasnameleri
ile büyük bir şöhrete kavuşmuştur. Devrinde şairliğinden ziyade verdiği dersler
ve yetiştirdiği talebelerle tanınmıştır. Dinî-tasavvufi içerikli birçok mensur
eseri olan şairin en önemli eseri, talebesi Pertev tarafından tertip edilen Divanı’dır.
Muvakkitzade ve Vakanüvis olarak anılan Pertev’in
Divanı, Beylikçi İzzet tarafından tertip edilmiştir. Divanında 500’ün
üzerindeki gazele karşılık hiçbir kasidesi yoktur.
Şeyhülislam İshak Efendi,
lale düşkünlüğünün dışında devrin coşkusuna ilgi göstermeyen şairlerden
biridir. Büyük bir bilgin olarak tanınmıştır. Divanı dışında dinî içerikli bir mesnevisi ve mensur eserleri
vardır.
Feyzî, Divanı’nda kasideler önemli bir yer
tutmazken, tarih ve müfretlerin fazlalığı dikkati çekmektedir.
Beylikçi
İzzet Bey, Divan-ı Hümayun’a
kâtip olarak giren İzzet, padişahla ters düşmesi sebebiyle genç yaşında
öldürülmüştür. Şiirleri
derinlikten yoksun, lirik söyleyişlerden ibarettir.
İlhami mahlaslı hasbihâl türü şiirleriyle dikkati
çeken III. Selim suz-ı dil-ara makamının
mucididir. Reformist, hassas ruhlu bir padişahtır.
Klasik Üslupta
Dinî-Tasavvufi Söylem
Lale Devri şairlerinden olan Nahifî,
dinî-tasavvufi bir neşve ile yazdığı lirik şiirleri ve bilhassa Mesnevi
tercümesi ile büyük bir şöhrete kavuşmuş, devrin en verimli şairlerinden
biridir. Şeyh Galip ve Nedim’den sonra gelen asrın en önemli
şairi olarak kabul edilmiştir.
Nahifî iki Divan tertip etmiştir. Onun asıl
başarılı olduğu şiirler gazel ve rubaileridir. Hâletî’den sonra edebiyatımızın en çok rubai söyleyen şairi olan Nahifi, kendini zamanın Hayyam’ı olarak
nitelendirmiştir.
Edebiyatımızda naat şairi ve büyük bir bestekâr olarak
tanınan Nazîm, Enderun’da yetişmiştir. 5 ayrı Divan tertip etmiştir.
Bestekârlığının yanında aynı zamanda iyi bir icracıdır. En önemli özelliği
edebiyatımızın en çok
naat söyleyen şairi olmasıdır.
Tanınmış bir Mevlevi şeyhi olan Enis Dede,
yaklaşık elli yıl süreyle Edirne Mevlevihanesinin şeyhlik makamında kalmıştır.
Mevlevilikle ilgili biyografik eseriyle tanınan Sakıp Dede, üç ciltlik Sefîne-i
Nefîse-i Mevleviyân adlı eseriyle Mevleviler
arasında oldukça meşhur olan Sakıb’ın Divanı
Mevleviliği anlatmaya dönük, baştan sona Mevlana ve Mevlevilikle ilgili
şiirlerle dolu didaktik bir risale hüviyetindedir.
Esrar Dede
Arapça ve Farsçanın yanında, Latin, İtalyan ve Rum dillerini
de bilen şairin, Lügat-i
Talyan adlı yarım kalmış küçük bir sözlük tercümesi vardır.
Esrar, daha çok Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye’siyle tanınmakla
birlikte, sanat hayatı bakımından en önemli eseri Divanı’dır. Gazellerin çoğu
âşıkanedir.
(Gazel)
Mef’ûlü mefâ’îlü
mefâ’îlü fe’ûlün
1 Azm-i sefer etdin dil-i nâ-çârı unutma
Gitdin güzel ammâ bu dil-efgârı unutma
Ey sevgili! Sefere
çıkmaya (ayrılmaya) karar verdin ama bu çaresiz gönlü unutma.
Gittin, iyi, güzel ama
bu yaralı gönlü unutma.
2 Gâhîce uyandıkça şebistân-ı safâda
Şol gice olan sohbet-i hemvârı unutma
Bazen mutluluk
yatağında uyandıkça, o gece olan güzel sohbeti unutma.
3 Vardıkça şeker-hâba girip bister-i nâza
Ne zehr içer dîde-i bîdârı unutma
Naz yatağına girip
tatlı uykuya daldıkça, bu uykusuz göz ne zehirler içer unutma.
4 Nûş eyledigin demler efendim mey-i
gül-reng
Bu mest-i zehir-nûş-ı elem-hârı unutma
Efendim, gül renkli
şarabı içtiğin zamanlar, zehir içen, dertli sarhoşunu unutma.
5 Kâküllerini şâneye çekdikçe seherler
Yâdına getir kalb-i giriftârı unutma
Seher vakti saçlarını
taradıkça, ona tutkun gönlü aklına getir, unutma.
6 Âyînede gördükçe kaçan haste nigâhın
Lutf eyle tabîbâ men-i bîmârı unutma
Ey (aşk derdinin)
tabibi (sevgili)! Yorgun (mahmur) bakışlarını ne zaman aynada görsen, bir
lütufta bulun da hasta olan beni unutma.
7 Ahvâlimi yazdım bütün evrâk-ı dilimde
Destindeki mecmû‘a-i nâ-çârı unutma
Gönlümün yapraklarına
bütün ahvalimi yazdım. Senin elindeki bu çaresiz mecmuayı unutma.
8 Ben sabr edeyim derd ü gam-ı hecrine ammâ
Sen de güzelim etdigin ikrârı unutma
Ben ayrılığın derdine
ve cefasına sabr edeyim; ama sen de güzelim verdiğini sözü unutma.
9 Aglatmayacakdın yola bakdırmayacakdın
Ol va’de-i tekrâr-be-tekrârı unutma
Ağlatmayacaktın, yola
baktırmayacaktın. Tekrar tekrar verdiğin sözü unutma.
10 Hicrânın ile çekdigimi sen de bilirsin
Her vech ile dâdâra sezâvârı unutma
Ayrılığınla ne tür
sıkıntılar çektiğimi sen de bilirsin. Her bakımdan seni görmeye layık olan (bu
âşığı) unutma.
11 Yok tâkatı hicrânına lutf eyle efendim
Dil-haste-i aşkın olan Esrâr’ı unutma
Efendim, senin ayrılığına
takati kalmadı, lutfet. Aşkınla gönlü hasta düşen Esrar’ı unutma.
XVIII. YÜZYILDA HİKEMÎ ÜSLUP
VE TEMSİLCİLERİ
Nabî’nin
tesirinde kalan şairlerin fazla oluşu nedeniyle hikemî üslup bu dönemde en
verimli çağını yaşamıştır.
Hikmetli söyleyişin en önemli isimleri, Raşit, Seyyit Vehbî, Münif ve Koca
Ragıp Paşa’dır. Sünbülzade Vehbî
ve Neylî ise hikemî şiirlerinin
yanında Nedim vadisinde de şiirler söyleyen şairlerdir. Bu üslubun diğer
temsilcileri ise, Dürrî, Âtıf, Asım,
Hazık, Naşit, Salim, Rahmî, Fıtnat, Şeyhülislam Es’at, Ratip, Haşmet ve Fıtnat’tır.
Raşit, reis-i şairan Taip’in Seyyit Vehbî ile
birlikte şiir ülkesinin padişahı olmaya layık gördüğü isimlerden biridir.
Şiirinin asli unsuru fikirdir.
Raşit Divanı’ndaki
en güzel şiirler gazellerdir.
Seyyit Vehbi de,
dönemin Nabî takipçilerinden
biridir. Devrinde Nabî’nin yegâne varisi olarak görülen şair, hakimâne tavrına
tezat olarak zekâsı ve sanatını her fırsatta padişah ve sadrazama yaklaşmaya
bir araç olarak kullanmaya çalışmıştır. Kasidede Nefi, gazelde ise Nabî’yi
örnek almıştır. Kendini Nabî’nin “hayru’l-halef”i saymıştır. Edebiyatımızın en
çok kaside söyleyen şairlerinden biridir.
Divanı ve Surname’si meşhurdur.
Münif, derviş
meşrep, hoş sohbet, hazır cevap bir kimsedir. İlk şiirlerinde Hezarî
mahlasını kullanmış, İstanbul’a geldikten sonra Raşit’in tesiriyle Münif mahlasını tercih etmiştir.
Divanı çok okunan, devrin önde gelen şairlerindendir.
Şöhretini daha çok kasidelerine borçludur. Şiirlerinin asli unsuru fikirdir.
Bu, zaman zaman külfetli, ağır bir söyleyişe sebep olmuştur.
Klasik edebiyattaki kadın şairlerin en meşhuru Fıtnat Hanım ise tam bir nazire
şairidir
Koca Ragıp Paşa
Bu asrın Nedim ve
Şeyh Galip’ten sonra akla gelen ilk
isimlerden biri Koca Ragıp Paşa’dır
Meslek hayatına küçük bir memuriyetle başlayıp sadrazamlığa
kadar yükselmiştir.
Vakarlı, olgun kişiliğini sanatına da yansıtmış, mahallî
üsluptan ziyade klasik estetiğe bağlı kalarak hikemi şiirleriyle Nabî’yi takip etmiştir.
“Şecâ’at arz ederken
merd-i kıbtî sirkatin söyler”, “Ehl-i
feyzin eseri kalmasa da nâmı kalır”, “Pes
rif’atlere ziynet ile rif’at gelmez” gibi pek çok sözü bugün bile
dillerdedir.
Divanı’ndan sonraki en önemli eseri Mecmua’sıdır.
(Gazel/Ragıp)
Mefâ’îlün mefâ’îlün
mefâ’îlün mefâ’îlün
1 Harabâtı görenler her biri bir hâletin
söyler
Safâsın nakl eder rindân u zâhid sıkletin söyler
Meyhaneyi görenlerin
her biri bir özelliğinden bahseder. Rintler, onun safasını, zahitler ise
sıkıntılarını anlatır.
“Harâbât”ın, hem “sıklet” hem de “sefa” kaynağı olmasında tezat
sanatı vardır.
2 Ser-âgâz eyledikçe bahse bülbül revnak-ı
gülden
Bezmde kulkul-i mînâ mülin keyfiyetin söyler
Bülbül, gülün
tazeliğinden söz etmeye başlayınca, şarap şişesinin lakırdısı da mecliste şarabın
özelliklerini anlatır.
ser-âgâz:
başlama, başlangıç, kulkul: lakırdı, bir şeyin hareketinden çıkan ses, mül:
şarap, kırmızı şarap
Gül de şarap da aynı renktedir ve ikisi de aşkın sembolüdür.
Her iki imajda hüsn-i talil ve teşhis vardır.
3 Tecellî neş’esin ehl-i şikem idrâka kâbil
mi
Behişt andıkça zâhid ekl ü şürbün lezzetin söyler
Tecellî neşesini
midesine düşkünlerin anlaması mümkün mü? Zahit, Cennet’i andıkça yeme ve
içmenin lezzetini düşünür.
şikem:
karın, ekl ü şürb: yeme içme
4 Ne zabt-ı hâkim-i aklî ne hükm-i zâbit-i
şer’î
Cünûn iklimini seyr eyleyenler râhatın söyler
Ne akli hâkimin kararı
ne de şeriat zabitinin hükmü… Aşkla kendinden geçenlerin yaşadığı iklimi
seyredenler sadece oranın verdiği huzurdan bahsederler.
cünûn:
delirme, aşkla kendinden geçme
5 Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder
kubhun
Şecâ’at arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler
Dedikodu arasında kötü
huylular kabahatlerini ortaya çıkarırlar. Çingenenin, kahramanlığını anlatırken
hırsızlığını söylemesi gibi…
güft
ü gû: dedikodu, bed-meniş: kötü huylu, şecâ’at: yiğitlik, yüreklilik, kıbtî:
Kıpt kavmine ait, Çingene, sirkat: aşırma, hırsızlık
6 Muvâfıkdır yine elbet mîzâca şîve-i hikmet
Tabîbin olsa da kizbi marîzin sıhhati söyler
Hikmetli söz elbette
mizaca uygundur. Tabibin yalan söylese de, , o hastanın sıhhatli olduğunu
söylemekten ibarettir.
7 Perîşân hâtırımda nükte-i ser-besteveş
kaldı
Ne kimse hikmetin anlar ne Râgıb illetin söyler
(Dünyanın bu hâli)
perişan gönlümde, düğümlenmiş bir nükte olarak kaldı. Ne kimse hikmetini anlar
ne de Râgıp sebebini söyler?
Hanımefendi Hazretleri veya
Şairler Kraliçesi: Fıtnat Hanım
Asıl adı Şerife
Zübeyde olan Fıtnat Hanım, klasik
edebiyattaki kadın şairlerin en meşhurudur. Babası, şeyhülislam Mehmet Es’at Efendi’dir.
Divanındaki 59 gazelden birkaçı hariç hepsi naziredir.
Şiirleri, kendi kadın hassasiyetini yansıtmaktan uzak hikemî
ve âşıkane söyleyişlerden ibarettir. Kanaatkâr olmak, dünya malı ve mevkilerine
önem vermemek, felekten şikâyet şiirlerinin başlıca konusudur.
(Gazel/Fıtnat)
1 Yok nazîri mülk-i hüsn içre cemâl-i yâr
bir
Kim olur âlemde zîrâ mihr-i pür-envâr bir
Güzellik ülkesinde
sevgilinin güzelliği gibi bir güzellik yok. Çünkü ışık dolu güneş dünyada
sadece bir tanedir.
2 Tek ferâmûş etme hâtırdan hemân eyle cefâ
Âşık-ı küstâha cânâ lutf ile âzâr bir
Ey sevgili! Tek
gönülden çıkarma da cefa et. Küstah âşığa lütuf da azar da birdir.
3 Dedi dilber eylemezdim bûse-i la‘lim dirîğ
Kand ile beslerdim olsaydı eger cerrâr bir
Sevgili, dudağımdan
öpücüğü esirgemezdim, dedi. Eğer onu isteyen bir kişi olsaydı şekerle
beslerdim.
4 Gûş ederdi nâle-i uşşâkı ol gül neylesin
Bâğ-ı kûyunda değildir andelîb-i zâr bir
Gül, âşıkların
feryatlarını dinlerdi; fakat evinin bahçesinde inleyen bülbül bir tane
değildir.
5 Gerçi çok dîvâneler cânâ Kays ile
Ferhâd-veş
Vâdî-i aşk içre ammâ Fıtnat-ı gam-hâr bir
Ey sevgili! Kays ve
Ferhat gibi deli divane âşıklar çok. Fakat aşk vadisinde gam çeken Fıtnat
sadece bir tane.
Ünite
7
18. Yüzyılda Nesir
Seleflerin (öncekilerin) eserlerine zeyl yazma geleneğini
devam ettirmişlerdir. Estetik nesirde önceki yüzyılın üstatları Veysî ve Nergisî’nin tarzı takip edilmiş ve bu tarz, asra büyük oranda
damgasını vurmuştur. Bunun yanında eserlerde görülen üslup farklılıkları yüzyıl
nesrinin dikkat çeken bir özelliğidir. Dönemin tezkirelerinde şair biyografilerinden
ziyade şairlerin şiirlerinden örneklere yer verilmiştir. Antoloji tipi
tezkirecilik geleneği de Bursalı Belîğ’in
Zübdetü’l-Eşar’a ve Silahdarzade’nin Belîğ’e yazdığı zeyillerle süregelmiştir.
Ahmet Lutfî adlı
bir mahkeme kâtibi tarafından yazılan Tezkire-i
Şuara, 1708-1740 tarihleri arasında Tekirdağ’da yetişen yirmi şairin
biyografilerini içerir.
Yeni bir tür olarak Sefaretname’ler ortaya çıkmış, Surname
ve Gazavatname’lerin sayısı artmıştır.
Biyografiler
Taşköprüzade’nin
ünlü eseri Şakayık’a zeyil ve tercüme
yazma geleneği bu asırda da devam etmiştir. Uşşakizade Seyyid İbrahim Hasib’in, Nevizade Atayî’nin bıraktığı yerden devam ederek yazdığı Zeyl-i Şakayık’ta, 1633-1703 arasındaki
olaylar anlatılır. Her bölümün sonunda o dönemde yetişen bilgin, kadı, vezir,
şeyh ve şairler tanıtılmıştır.
Vakayi’u’l-Fuzala
da bu yüzyılda Şeyhî Mehmet Efendi
tarafından kaleme alınmıştır. Salim Tezkiresi gibi oldukça önemli bir şair
tezkiresine kaynaklık etmiş olan Vakayi’u’l-Fuzala,
bir el yazması nüshanın tıpkıbasımı hâlinde yayımlanmıştır (Şeyhî Mehmet Efendi, Şakayık-ı Numaniyye ve
Zeyilleri, Vakayi’ü’l-Fuzala, 1989).
Osmanzade Ahmet Taip’in
Damat İbrahim Paşa’ya sunduğu Hadikatü’l-Mülûk adlı eserinde Osman Gazi’den II.
Mustafa’ya kadar tahta çıkan Osmanlı padişahlarının hayat ve hayratları
anlatılmaktadır. Osmanzade Taip’in en tanınmış biyografik eseri olan Hadikatü’l-Vüzera’sı
Osmanlı vezirlerinin hayatının toplu olarak yer aldığı ilk eserdir.
Bu esere aynı yüzyılda Dilaver
Ağazade Ömer Vahit ve Şehrizade
Mehmet Sait ve Cavit Ahmet adlı
müellifler zeyiller yazmışlardır.
Ahmet Resmî Sefinetü’r-Rüesa adıyla tanınan eserinde
altmış dört reisülküttabın biyografisine yer vermiştir.
Ahmet Resmî Hamiletü’l-Kübera adlı eserinde otuz
yedi darüssaade ağasının biyografilerini anlatmıştır.
Müstakimzade Süleyman
Sadettin, Devhatü’l-Meşayih adlı eserinde şeyhülislamların hayatlarına yer
vermiştir.
Suyolcuzade Mehmet
Necip’in Devhatü’l-Küttab ve Müstakimzade Süleyman Sadettin’in Tuhfe-i Hattatin adlı eserleri ise
sadece hattatların biyografilerinin yer aldığı kitaplardır
Şeyhülislam Esat
Efendi’nin Tezkire-i Hanendegân
diye de bilinen Atrabü’l-Âsar fi
Tezkireti Urefai’l-Edvar adını verdiği ve Damat İbrahim Paşa’ya sunduğu
eserinde XVII. yüzyıldan XVIII. yüzyılın başlarına kadar yetişen doksan yedi
musikişinas tanıtılmış ve eserlerinden örnekler verilmiştir
Nakşi şeyhlerinden Seyyit
Hasib-i Üsküdarî’nin Vefeyat-ı
Ekâbir-i İslamiyye adlı eseri Osmanlı devlet ve ilim adamları, bunların
göreve atanma ve ölüm tarihlerinin cetvel hâlinde verildiği bir eserdir.
İsmail Belîğ’in,
tam adı Güldeste-i Riyaz-ı İrfan ve Vefeyat-ı Danişveran-ı Nadiredan olan
eseri de bu yüzyılda kaleme alınan kayda değer biyografi kitaplarındandır. Bursa’da
yetişen padişah, hattat, devlet adamları gibi isimlere yer veren bir eserdir. Eserde
toplam 291kişinin biyografisine yer verilmiştir. Esere Eşrefzade Şeyh Ahmet Ziyaettin tarafından Gülzar-ı Suleha ve Vefeyat-ı Urefa adıyla bir zeyil yazılmıştır.
Hafız Hüseyin
Ayvansarayî Vefeyat-ı Selatin ve
Meşahir-i Rical adlı eserini dört bölüme ayırıp ilk bölümde padişahların
doğum, cülüs ve vefat tarihlerini, ikinci bölümde İstanbul havalisinde gömülü
devlet adamlarının biyografilerini, üçüncü bölümde İstanbul’da mezarı ve hayır
eserleri bulunan kişileri son bölümde ise İstanbul dışındaki çeşitli zatların
biyografilerine yer vermiştir.
Mecmua-i Tevarih
adlı diğer eserinin müsvedde olduğu düşünülmektedir. Eserde şair, devlet adamı,
âlimler vs. ünlü kişilerin biyografileri ve ölümleri üzerine düşürülen tarih
manzumeleri kayıt edilmiştir.
Hafız Hüseyin
Ayvansarayî’nin bir diğer önemli eseri İstanbul’daki camileri adlarına göre
alfabetik olarak sıralayıp bilgi verdiği Hadikatü’l-Cevami’dir.
Tarihler
Dönemin belli başlı vakanüvisleri Raşit, Çelebizade Âsım, Mustafa Şefik, Şakir, Subhî, Samî ve Süleyman
İzzî’dir.
İkinci Osmanlı vakanüvisi Masrafzade Mehmet Şefik’in 1703’de vuku bulan Edirne Vakası’nı
kaleme aldığı Şefikname’sinin
yanı sıra 1693-1694 yılları arasında geçen olayları anlattığı basılmamış bir de
Osmanlı Tarihi
vardır.
Raşit Mehmet Paşa
da vakanüvislik yapmış olup Naima Tarihi’nin
bıraktığı yerden 1722 yılına kadar gerçekleşen olayları Tarih-i Raşit isimli eserinde
anlatmıştır.
Küçük Çelebizade
İsmail Âsım ise Tarih-i Âsım adlı
eserinde, vakanüvislik yaptığı 1722-1729 yılları arasında vuku bulan olayları
yazmıştır.
Arpaeminizade Mustafa
Samî, Hüseyin Şakir ve Mehmet Subhi’nin
tarihleri Tarih-i
Samî, Şakir ve Subhî adı ile bir arada basılmıştır
İzzî Süleyman Efendi’nin
tarihi, 1744-1752 arasındaki olayları anlatmıştır.
Seyyit Hâkim Mehmet
Efendi’nin, İzzî’nin bıraktığı
yerden 1766’ya kadar gelişen olayları anlattığı tarihi müsvedde hâlinde
kalmıştır. Çeşmizade Mustafa Reşit’in
1768’e kadar olan olayları yazdığı ve Vasıf Tarihi, 1959’da basılmıştır.
Enverî Sadullah,
Behcetî Hasan Efendi ve Vâsıf Ahmet
Efendi devrin diğer vakanüvisleridir.
Şemdanizade Süleyman
Efendi’nin Müriü’t-Tevarîh adlı
eseri, Kâtip Çelebi’nin Takvimü’t-Tevarih’ine
zeyldir.
Gazavatnameler
Tarihçi Raşit’in Fetihname-i Cezire-i Mora’sı, Vahid Mahtumî’nin Mora Seferi, Damat Ali Paşa’nın
Ravzatü’l-Âlî’si Sadrazam Silahdar Şehid Ali Paşa’nın 1715’deki Mora adasını
fethetmesinin anlatıldığı eserlerdir. Seyyit
Vehbî’nin Avusturyalılarla yapılan savaş ve barışları anlattığı Risale-i Sulhiyye’si, Abdurrezzak Nevres’in Tebriziyye-i Hekimoğlu Ali Paşa adlı
eseri, Antakyalı Münîf’in Zafername veya Fetihname-i Belgrad adlarıyla bilinen eseri Ziyâyî
mahlasıyla şiirleri bulunan İsmail
Ziyaettin’in, babası Hekimoğlu Ali
Paşa’yı anlattığı Tarih-i Ali Paşa’sı
bu yüzyılda yazılmış belli başlı gazavatnamelerdir.
Sûrnameler
XVI. yüzyılda İntizamî’nin,
XVII. yüzyılda da Abdî’nin birer
mensur sûrname yazdıkları bilinmektedir. Bu yüzyılda ise Vehbî, Hafız Mehmet, Haşmet ve Melek
İbrahim’in
sûrnamelerinden başka müellifi tespit edilemeyen mensur üç
sûrname kaleme alınmıştır.
Haşmet’in Viladetname-i Hümayun olarak da bilinen
Sûrname’si, III. Mustafa’nın kızı Hibetullah
Sultan’ın doğumu üzerine yapılan şenlikleri konu edinmektedir.
Melek İbrahim
adlı meçhul bir yazara aittir. Viladetname-i
Hatice Sultan adlı eser, zamanın teşrifat (protokol) kuralları, eğlence
hayatı ve yemekleri hakkında bilgiler verdiği için kültür tarihimiz açısından
önemlidir.
Vehbî
Asıl adı Hüseyin’dir. 1711’de gerçekleşen Rus seferi için yazdığı kaside
ve tarihleriyle III. Ahmet’in takdirini kazandı. 1720’de Sûrname’sini kaleme
alınca şöhreti büsbütün arttı.
Şiirde önceleri Nabî’nin hikemî şiir tarzını örnek almış,
daha sonra Nedim’in yolunu benimsemiş, onun birçok şiirine tahmisler yazmıştır.
Surname dışında Türkçe
divanı, manzum Hadis-i Erbain
Tercümesi, Pasarofça Antlaşması hakkında bilgi veren Sulhiyye adlı küçük bir risalesi vardır.
Sûrname-i Vehbî: III. Ahmet’in şehzadeleri Sultan
Süleyman, Mustafa, Mehmet ve Bayezit’in sünnet düğünleri ile kızları Ayşe
Sultan ve Emetullah Sultan’ın evlenme merasimlerini anlatan bir eserdir. Lale
Devrinin başlangıcı olarak kabul edilen bu düğün, gün gün bütün ayrıntılarıyla
aktarılmaktadır.
Sefaretnameler ve
Seyahatnameler
Osmanlı sefaretnamelerinin edebî ve tarihî bakımdan en
ünlüsü bu yüzyılda yazılan Yirmisekiz
Mehmet Çelebi’nin Fransa
Sefaretnamesi’dir. Mehmet Çelebi, III. Ahmet ile
Sadrazam Damat İbrahim Paşa’ya sunulan eserinde İstanbul’dan
ayrıldığı günden Ekim 1721’deki dönüşüne kadar olan bütün hatıra ve
gözlemlerini zarif ve orijinal bir üslupla anlatmıştır.
İran’a elçi olarak gönderilen Vanlı Ahmet Dürrî, Seyyit
Mehmet Refî ve Yasincizade Seyyit Abdulvehhab Efendi de İran’da
görüp tespit ettiklerini yazıya dökmüşlerdir.
Hacı Ahmet Paşa’nın
elçi olarak gönderildiği İran’daki izlenimleri, vakanüvis Kırımlı Rahmî tarafından kaleme alınarak (1747) İran Sefaretnamesi
adıyla kitap hâline getirilmiştir.
Ahmet Resmî’nin,
Viyana ve civarının o günkü durumu ve Viyana soylularının günlük hayatı hakkında
önemli bilgiler içeren Viyana
Sefaretnamesi Arap harfleriyle basılmıştır (1886). Aynı müellifin Prusya Sefaretnamesi de Sefaretname-i
Ahmet Resmî adıyla İstanbul’da yayımlanmıştır (1886).
Şehdî Osman Efendi’nin,
çok maceralı ve mücadelelerle dolu seyahatini kaleme aldığı Rusya Sefaretnamesi de bir dizi makale
hâlinde yayımlanmıştır (Unat 1941-42).
Bir diğer önemli sefaretname, Vasıf Efendi’nin İspanya
Sefaretnamesi’dir.
İbrahim Hanif’in,
Hasıl-ı Hacc-ı Şerif
li-Menazili’l-Harameyn’i, Mehmet
Edib’in, Behcetü’l-Menazil’i
seyahatname türünde eserlerdendir.
Tasavvufî Eserler ve Şerhler
En meşhurları Erzurumlu
İbrahim Hakkı’nın Marifetname’siyle,
yine ünlü mutasavvıf olan Bursalı İsmail
Hakkı’nın Ruhu’l-Beyan adlı
tefsiridir.
Yusuf-ı Sineçâk’ın
Mesnevî’den seçtiği 366 beyitle oluşturduğu Cezire-i
Mesnevi’si, Şeyh Galip
tarafından sanatkârane bir üslupla, Şerh-i
Cezire-i Mesnevi adıyla şerh edilmiştir
Şahidî’nin manzum
Farsça-Türkçe sözlüğü Tuhfe-i Şahidî’ye
bu asırda on beş kadar şerh yazılmıştır. Bunlar arasında Atfî Ahmed-i Bosnevî’nin Şerh-i
Tuhfe’si, Pirî Paşazade Cemalî
Mehmet’in Tuhfe-i Mir’i, Şahinzade Şeyh Ali Maraşî’nin Tuhfetü’l-Vüzera’sı sayılabilir.
Bursalı İsmail Hakkı’nın,
Mesnevi şerhi olarak kaleme aldığı Ruhu’l-Mesnevi’si
ile Yazıcıoğlu’nun Muhammediyye’sinin şerhi olan Ferahu’r-Ruh bu yüzyılda yazılan belli
başlı şerhler arasındadır.
Münşeat Mecmuaları
Münşeatlar bu yüzyılda Koca
Ragıp Paşa, Osmanzade Taib, Çelebizade Âsım, Tokatlı Kânî, Raşit, Nevres-i Kadîm, Âtıf Efendi, Beylikçi İzzet, Nahifî ve Nesîb gibi
müelliflerin kalemiyle ortaya konmuştur.
Koca Ragıp Paşa’nın
reisülküttap iken hazırladığı telhislerden oluşan Telhisat adlı eseri, münşeat mecmualarının en ünlüleri arasındadır.
Tokatlı Ebubekir Kânî’nin Münşeat’ı da kendi türünün önemli
örneklerindendir.
Tokatlı Ebubekir Kânî
Trabzon valisi Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa tarafından
beğenilen Kanî, sadrazamın himayesinde İstanbul’a yerleşip memuriyete başladı. Uygunsuz
davranışları ve bazı devlet sırlarını ifşa ettiği gerekçesiyle Limni’ye sürgün
edildi.
Kânî, bir mizah ustası olarak tanınmıştır.
Bükreş’te bulunduğu sırada sevdiği bir kızın kendisinden
Hıristiyan olmasını istemesi üzerine söylediği, “Kırk yıllık Kânî olur mu Yani” sözü bugün dahi kullanılan bir
vecize hâline gelmiştir. Divan
oluşturacak kadar şiir yazmışsa da asıl ünü nesir türündedir.
Münşeat’ı estetik nesrin önemli örnekleri
arasındadır.
Kitap bitti
Kitabın tamamına aşağıdaki linkten ulaşabilirsin
http://eogrenme.anadolu.edu.tr/eKitap/EDB401U.pdf