Eski
Türk Edebiyatı
Türk edebiyatı 14. Yüzyıldan itibaren
Türkçenin yayıldığı geniş coğrafyada farklı lehçelere ayrışmasından sonra bu
lehçelere göre teşekkül etmeye başladı. 14. Yüzyıldan önce Orta Asya, İran ve
Anadolu sahasındaki eserler arasında büyük farklılıklar yoktur. Ancak
belirtilen tarihten sonra gerek biçim gerekse içerik bakımından değişiklikler
görülmeye başlanmıştır. Bundan dolayı edebiyat tarihini üç ana lehçeye göre
tasnif ediyoruz:
1) Çağatayca
2) Azeri lehçesi
3) Anadolu lehçesi
Edebiyat araştırmaları bu üç lehçe merkeze
alınarak devam edegeldi.
Çağatay
Edebiyatı
Ali Şir Nevaî ve Hüseyin Baykara’nın
döneminde (15. Yüzyıl) Çağatay edebiyatı zirve noktasını yaşamıştır. Bu dönemde
Herat önemli bir kültür merkezi hüviyeti kazanmıştır. 16. Yüzyılda edebi verim
gelişmeye devam etmiştir. Timur sülalesinden Babür, Hindistan’a otorite kurarak
bu bölgede Türk kültürün yayılmasına vesile oldu. Onun döneminde bu bölgede de
edebi verimler ortaya çıktı.
Babür’ün bizzat kendisinin yazdığı
Babür-nâme adlı hatıratı çok değerlidir. Eser, tarihi ve kültürel araştırmalar
için bulunmaz bir kaynaktır.
Babür ayrıca Risale-i Arûz adında bir aruz
risalesi yazmıştır. Eser, o dönem Türk sahasında kullanılan nazım şekilleri
hakkında bilgi verir.
Oğlu için dinî bilgiler ihtiva eden bir
başka risale kaleme almıştır. Bunun dışında Mübeyyin adlı mesnevisi vardır.
Timur devleti dağıldıktan sonra onun
topraklarında Şeybani adlı bir Türk’ün kurduğu Şeybaniler devleti de kendine
has bir kültür ortamı geliştirmiştir.
Şeybanî’nin Türkçe divanı vardır. Hatıratının
ismi Mihman-nâme-i Buharâ’dır. Farsça yazılmış olan hatırat, Maverahünnehir
kültürü hakkında çok önemli bir eserdir.
Çağatay sahasında Heratlı Fahri’nin yazdığı
Ravzatü’s-Selâtin, Çağatay ve Türk sahasında yaşayan şairlerden söz eden bir
tezkiredir.
Azeri
Edebiyatı
Azeri edebiyatının genel hüviyeti
mezhebidir. Buna sebep 14. yüzyılda Hurufiliğin bölgede etkili olması
gösterilebilir. Fazlullah-ı Hurûfî’nin kurduğu mezhep, 15. Yüzyılın tanınmış
şairi Habibî’nin şiirlerinde etkisi sürdürmüş ve 16. Yüzyılda da etkili
kalmıştır.
Hurûfîliğin yanında Şiilik inancı da
bölgede yaygındır.
Sâm Mirzâ’nın Tuhfe-i Sâmi adlı tezkiresi
bölgenin bu dönemi için önemli kaynaktır.
Şah İsmail’in bölge şairleri üzerinde çok
büyük etkisi olmuştur.
İran Şiiliğini resmen mezhep haline sokan
Şah İsmail’dir.
Politik yönü gelişmiş olan Şah İsmail,
Türkler için Türkçe, İranlılar için Farsça şiirler yazdı/söyledi. Eserlerinde
hem Hurûfîlik hem de Şiilik inancının izleri görülür. Yavuz Sultan Selim’e
mağlup oluncaya dek şahlıkla şeyhliği beraber yürüttü.
Hurûfîlik
Fazlullah-ı Hurûfî’nin kurduğu bu mezhebin
inançları batıldır. Hurûf, harf demektir.
Hurûfîlere göre kâinat sesten
yaratılmıştır. Ses, harflerle belli olur ve mana kazanır. Bu yüzden harfler her
şeyin esasıdır.
Arap alfabesinde 28 harf vardır. Bu harfler
insan yüzünde mevcuttur. Bu mevcudiyeti harfe hat kelimesini kullanmak
suretiyle izah ederler. İnsanın yüzünde yedi hat vardır. Mantık dışı bu
açıklamaların peşi sıra ilerleyerek devam ederler. Kur’an-ı Kerim’i kendi
inançlarına göre tefsir ederler. Duaları kendilerine özeldir. Fazlullah,
Kur’an’da geçen fazl kelimesinin kendine dalalet ettiğini söyler. Miraçtan
maksadın yüzdeki hatları göstermek olduğunu iddia eder.
Fazlullah bu fikirlerini İlhanlı
hükümdarlarına tavsiye etmeye kalkınca büyük bir katliamın pimi çekilmiş oldu. Katliamdan
kaçanların bir kısmı Anadolu’ya bir kısmı da Hindistan’a gitti. Anadolu’ya
gelenler Bektaşî çevrelerinde teveccüh gördüler. Hurûfî gelenek Bektaşîlerin
eserlerinde varlığını sürdürdü. Ancak buradaki kullanımın ağırlıkla edebi süs
olarak tercih edildiğini de düşünmek gerekir.
Şiilik
/ Şia
Şia / taraftar demektir.
Hz. Ali zamanında ortaya çıkan ayrılığın
taraftarıdırlar. Kerbela hadisesinden sonra Şia yaygınlaştı. Arabistan’dan
ayrılıp İran’a gittiler. Zamanla Hz. Ali sevgisi bu topluluk arasında
yüceltilmeye başlandı. Şah İsmail, Şia’yı mezhep haline getirene kadar İran’da
bu şekilde varlığını sürdürdü. Şah İsmail Şia’yı Osmanlılara karşı kullanır. Zaten
İran, sürekli olarak Türklere karşı mücadele içinde olmuştur. Bu uğurda Batıyla
ittifak yapmaktan kaçınmamıştır.
Yavuz Sultan Selim’e “Yavuz” lakabı Şiiler
tarafından verilmiştir.
Batınîlik
Kur’an’ın bilinen manalarının dışında gizli
anlamlarının olduğunu iddia edenlerin ekolüdür.
Anadolu
Sahası
Beylikler döneminde her beyliğin merkezi
aynı zamanda birer kültür merkeziydi. Bunların arasında Germiyanoğulları
Beyliği en gayretlisiydi. Diğer beyliklere nazaran çok daha fazla eser
vermiştir. Süleyman Şah zamanında Germiyanoğulları Beyliğinde Ahmedî, Ahmedi
Daî, Şeyhî (aynı zamanda hekimdir), Şeyhoğlu gibi şairler yetişmiştir. Germiyanoğulları
taşlara da eserler yazmışlardır. Taş Vakfiyye olarak bilinen bu taşlar Orhun
Yazıtlarına benzer.
1277’de Karamanoğlu Beyliği Türkçeyi devlet
dili yapmak istemiştir. Fakat Karaman Beyi, Yarıcanî adlı bir müellife Farsça
Şehnâme yazdırır.
Ankara Savaşı’ndan sonra Anadolu sahasının
edebiyatçı âlimleri Osmanlı sarayına toplanmaya başlamışlardır.
Fatih’ten itibaren Osmanlı padişahları şiir
yazmaya başlar. 16. Yüzyılın bütün padişahları şiir yazmıştır. Bunların
arasında Kanunî, yazdığı 2800 gazelle, devrin en büyük şairleri arasında
sayılır.
Tezkireler
Erken dönemde şiir mecmuaları olarak
karşımıza çıkar.
Tezkire kelimesinin kökü zikirdir; bir şeyi
anmak, yâd etmek manalarına gelir.
Tezkirelerin başlangıcı Arapların tabakat
kitaplarına dayanır. Tezkire geleneği, Araplardan Farslara onlardan da bize
geçmiştir.
Türkçe’de ilk tezkire Evliya Tezkiresi’dir.
İran bölgesi tezkireleri ağırlıkla şairlere
ve velilere hasredilmiştir. Bu nedenle isimleri tezkiretü’ş-şuara veya
tezkiretü’l-evliyadır. Farsça ilk tezkire Nizam’i Aruzî’nin Çehâr Makâle adlı
eseridir. Müellif bu eserinde münşilerin, müneccimlerin, şair ve hekimlerin
hayatlarından ve eserlerinden söz eder.
İran edebiyatında gerçek anlamda tezkire,
Muhammed Alvî ile başlar. Lübâbü’l Elbâb adlı eseri 1221 tarihlidir.
Daha sonra Devletşah’ın Tezkiretü’ş
Şuara’sı gelir. Bu eser, kendisinden sonra yazılan tezkireler için örnek
oluşturur. Süleyman Efendi tarafından Safinetü’ş Şuara adıyla tercüme
edilmiştir.
Devletşah’ı örnek alarak Hindistan’da
birçok tezkire yazılmıştır.
İran
Tezkireleri
Sâm Mirzâ - Tuhfe-i Sâmi (1550)
Emin Ahmed Razî – Heft İklim (1594)
Tahir Nasrabâdî – Tezkire-i Nasrabâdîye
(1672)
Muhammed Efdal Sarhoş – Kelimetü’ş Şuara
Türk
Edebiyatında Şuara Tezkireciliği
Ali Şir Nevaî’ye kadarki dönemde şairler
hakkında bilgi içeren metinler toplama eserler yani mecmualardır.
Ali Şir Nevaî’den sonra tezkireler başlar.
Nevaî’nin Mecalisü’n Nefais (1491) adlı
tezkiresi ilke defa 1908’de Taşkent’te basıldı.
Sadıkî’nin Mecmaü’l Havâs adlı eseri
Nevaî’nin eseri örnek alınarak yazılmıştır. Eserin ayırt edici özelliği Türk
olup da Farsça yazan şairlere de yer vermesidir. Bu iki eser, Çağatay
Türkçesiyle yazılmıştır.
Osmanlı döneminin ilk tezkiresi Sehi Bey’in
Heşt Behişt’idir (1538). Bu eser Devletşah ve Nevaî’nin eserleri tetkik
edilerek yazılmıştır (eserin 8 babdan oluşması buna delildir).
Tezkirede şairler tarih sırasına göre
verilmiştir.
Ahdî’nin Gülşen-i Şuara’sı (1563)
mahallidir. Ağırlıkla Bağdat ve çevresinde yaşamış şairlere yer verir.
Âşık Çelebi’nin Meşariü’ş-Şuara’sı ebced
sıralıdır. Eserde 14. yüzyıl ila şairin yaşadığı dönemde kadarki şairlere yer
verilmiştir.
Kınalizade Hasan Çelebi’nin Tezkiretü’ş
Şuara (1586) ve Gelibolulu Âli’nin Künhü’l Ahbâr’ı dönemin diğer
tezkireleridir.
Eski
Türk Edebiyatında Nesir
Uygur metinleri ağrılıkla dinî içeriklidir.
Müslüman Türklerin ilk eseri Kutadgu
Bilig’dir.
İslam döneminin bir diğer önemli eseri
Divan-ı Lügati’t Türk’tür.
14. yüzyılda siyer-i nebîler dikkat çeker.
Erzurumlu Mustafa Darîr’in Füruhu’ş Şam,
Âşık Paşa’nın Garipnâme’si,
Şeyhoğlu Mustafa’nın Marzubannâme’si nesir
türünün önemli eserleridir.
Dili ne çok basit ne de çok süslü olan orta
nesir denilen usûlde ağırlıkla tarih kitapları neşredilmiştir.
15. yüzyılda nesir türündeki önemli iki eserler
Sinan Paşa’nın Tazarrunâme ve Marifetnâme’sidir.
Şiir
16. asra ışık tutan şairler: Necatî, Tacizâde
Cafer Çelebi, Akşemseddinzâde Hamdullah Hamdi ve Edirneli Revanî’dir.
Necati
Necatî’nin hayatı hakkında bilgimiz zayıf.
Köle olduğu rivayet edilir. Bu nedenle
Abdullah adıyla anılır.
Necatî ismi kurtulmaya gönderme yapar.
Benzer manada kullanılan Nuh ismi de şaire izafe edilmiştir.
Bazı kaynaklarda Kastamonulu olduğu
yazılıdır.
Kastamonu’dayken “döne döne” redifli
şiirini yazmıştır. Bu şiirine çokça nazire yazılmıştır.
Fatih’e ve çeşitli paşalara kasideler
yazmıştır.
Kastamonu’dan sonra Konya, Karaman’a
şehzade Abdullah’ın yanına gitmiştir. Şehzade öldükten sonra İstanbul’a gider. Oradan
Şehzade Mahmut’la birlikte Manisa sancağına gider. Burada nişancı olarak görev
yapar. Şehzade’nin emriyle Gazalî’nin Kimya-yı Saadet adlı eserini tercüme
eder. Bu dönemde Leyla ile Mecnun adlı bir mesnevi ve Gül-ü Hüsrev adlı bir
başka eser yazdığı söylenir. Bu eserlerin hiçbiri ele geçmemiştir.
Şehzade öldükten sonra İstanbul’a döndü ve
hayatının son yıllarını burada geçirdi.
Yaşadığı dönemde şiirleri elde ele, dilden
dile dolaştıysa da divanını kendisi değil Müeyyizâde meydana getirmiştir. Bazı
şiirleri o dönemde güftelenmiştir.
Ölümünden sonra çeşitli şairler onun için
şiirler söylemiştir.
Necatî’nin şiirleri açık bir Türkçe ile
yazılmıştır.
Bazı şiirlerinde atasözüne benzer beyitlere
rastlarız. Devrin sosyal hayatı onun şiirlerinde açıkça görülür.
Zeynep
Hatun
Necatî’nin muasırıdır.
Mihrî
Hatun
Amasya’da doğdu.
Asıl ismi Hayrünnisa ya da Fahrünnisa olsa
gerektir. Mihrî mahlasını ona şair olan babası vermiştir.
Yaşadığı devirde Amasya’da Şehzade Ahmet
vardır.
Divanı günümüze ulaşmıştır.
Kasidelerini daha çok II. Bayezid ve
Şehzade Ahmed’e yazmıştır.
Hiç evlenmemiş bütün ömrünü Amasyalı Sinan
Paşazâde İskender Çelebi’ye duyduğu platonik aşkın tesirinde geçirmiştir.
Şiirleri çoğunlukla İskender Çelebi ile
ilgilidir.
Necatî’nin şiirlerine nazireler yazmıştır. Fakat
bu şiirleri Necatî beğenmemiştir.
Şiirlerinde sâde, açık bir dil
kullanmıştır.
“Ben umardım ki bana yâr-ı vefâdâr olasın
Ne bleydüm ki beğüm böyle cefakâr olasın”
beytiyle başlayan gazeli meşhurdur.
Mesihî
Mesih / Hz. İsa için söylenir. Mesihî’nin
asıl adı da İsa’dır. Priştineli olduğu söylenir. Şiirden başka hat sanatıyla da
ilgilenmiştir. Hâmisi Hadım Ali Paşa’dır.
Mesihî daha çok şehrengizi ile meşhurdur.
Eseri, Edirne hakkındadır.
Diğer eserleri: Divanı ve Gül-i
Sadberk’dir.
Dili sâdedir.
Avrupalılar tarafından taklit edilmiştir.
Bahar Kasidesi, Almancaya ve İngilizceye
tercüme edilmiştir. Bu kaside Bakî’ye de tesir etmiştir.
Revanî
Asıl adı İlyas Şucâ Çelebi’dir. Edirne’de
doğdu.
Divanı vardır.
İşaretnâme adında bir de mesnevi vardır.
Akşemseddinzâde
Hamdullah Hamdi
Göynük’te doğdu. Çeşitli devlet
görevlerinde bulundu.
Hamse sahibi ilk şairimizdir.
Eserleri:
Yusuf ile Züleyha
Leyla ile Mecnun
Tuhfetü’l Uşşâk
Kıyafetnâme (insanın dış görünüşünden içini
okuma ilmiyle ilgilidir)
Mevlid
Mevlid geleneği edebiyatımızda Erzurumlu
Kadı Darîr ile başlar. İlk mevlid örnekleri siyer-i nebi kitaplarının içindir.
Hamdullah Hamdî, divanında hayatından
şikâyet eder.
Tâcizâde
Câfer Çelebi
Daha çok münşidir, nesirleriyle tanınır. Nişancılık
ve kazaskerlik yapmıştır. Yavuz’un Tâcizâde’ye düşkünlüğü vardı, onun devrinde
el üstünde tutulmuştur. Bununla birlikte Yavuz’un zamanında idam edilmiştir.
Şiirde taklide karşı olan Tâcizâde, her şairin
yeni bir çığır açması gerektiğini söyler.
Hevesnâme’si tasvirleri ve hadislerin
işlenme biçimi bakımından orijinaldir. Eserde İstanbul’un çeşitli mekânlarından
söz eder. Eser, 15. yüzyıl İstanbul’u için önemli bir tarihi vesikadır.
Mahsuse-i İstanbul Fetihnâme, tarih
içeriklidir.
Divan ve Münşeat, Tâcizâde’nin diğer
eserleridir.
Zâtî
16. yüzyılın üstadıdır. Balıkesir’de doğdu.
Babası çizmeci esnafıydı. İstanbul’da Beyazıt Camii çevresinde dükkân açar. Dükkânında
yazmalar vs. şeyler satar. Sağır olduğu için memuriyet yapamaz. Devrin
meşhurlarına kasideler yazar. 3000 gazeli vardır. Gazellerinde nükte dikkat
çeker. Bilgi ve hayalleriyle gazellerini süslemiştir. Çok yazdığı için çokça
tekrara düşmüştür. Bâkî onun yanında yetişmiştir.
Eserleri
Divan: Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan
tarafından neşredilmiştir.
Şem ü Pervâne: İlahî aşkı anlatan çok
önemli bir mesnevidir.
Ahmed ü Mehmed
Edirne Şehrengizi
Siyer-i Nebî
Mevlid
Bâkî
Osmanlı dönemi Türk şiirinin en büyük
şairlerindendir. Yükseliş döneminin en güçlü sesidir.
Fatih’te doğdu. Babası müezzindir. Sirâc
olarak çalışmaya başladı. Sirâc olarak medreselere gide gele, âlimlere heves
eder. Fatih Camiinde bir köşede vaaz vermeye başlar.
Zatî’nin dükkânına sık sık uğrar. Zatî,
Bâkî’nin gazellerini tanzir eder. Bâkî’yi yüksek zümreye tanıtır. Bâkî bu
dönemde Süleymaniye Medresesinde Kadızâde’nin derslerini takip eder.
Kanunî ile tanışır, onun himayesine girer. Sultan-ı
şuara unvanını alır. Murat Paşa Medresesi’ne müderris olur.
En büyük arzusu olan Şeyhülislam makamına
yaklaşsa da ulaşamaz. 1600 yılında vefat eder.
Nüktedan, hicve meyyal, şakacı biridir. Şeyhülislamlığa
gelememesine bir sebep de bu hallerinin yanında hafif meşrep olmasıdır. Bâkî’ye
yönelik hicivlerin başında babasına gönderme yapanlar gelir; ona Kargazâde
derler.
Şiirleri musikiye uyumludur, ses ahengi çok
güçlüdür. Sözcük seçiminde o kadar titiz ve başarılıdır ki okuyan, dinleyen
herkesi büyüler. Sözcüklere hâkimiyeti, bazı sözcük oyunlarında da kendini
belli eder. Tevriye sanatına sıkça başvurur. Özellikle gazellerine çok
özenmiştir. O bir gazel şairidir diyebiliriz. 600’den fazla gazeli vardır.
Kaynaklarda ailesinin kökleri Mevlana
Celaleddin Rumî’ye kadar gider. Şiirlerinde de bu durumun varlığı kendini
gösterir.
Şiirimizde eksik kalan tasvir, Bâkî ile
giderilmiştir. Özellikle sonbahar tasvirleri harikuladedir.
Bâkî’nin edebi tesirini en çok 17. yüzyılda
Şeyhülislam Yahya ve Nedim’de görürüz.
Divanında şiirle ilgili görüşlerine yer
verir. Şiirde hoş bir seda ister. Ayrıca şaird davudî bir ses ister.
Bâkî’nin şiirlerinde Ahmedî’nin tesiri
görülür.
Eserleri
Divan: Edebi değeri divanı sebebiyledir. İlk
defa Kanunî’nin emriyle tertiplediği divanını daha sonra yine kendisi
genişletip yeniden tertip etmiştir. Divanında dinî şiirlere yer vermez. Naat
yazmamasına sebep Allah’ın övdüğünü övmeyi kendine yakıştıramamasıdır (cüret
bağlamında).
Gazellerinde bilhassa “r” harfine
düşkünlüğü dikkat çeker. Bu harfle çok fazla kafiye kurmuştur.
Bahar Kasidesi ve Hazan Kasidesi ünlü
kasideleridir.
En büyük şiirlerinden biri Kanunî
Mersiyesi’dir. Mersiye geleneği bu şiirle başlamıştır. Bu kaside adeta epik bir
ölüm marşıdır.
Fezâilü’c-Cihâd: Arapçadan tercime bir
eserdir. Müslümanlara savaş aşkı telkin eden eser, Sokullu’ya takdim
edilmiştir.
Me’âlimü’l Yakîn: Şehabeddin Ahmed’in eseri
esas alınarak adapte edilmiştir. Bâkî, eseri kendi araştırmalarıyla
genişletmiştir. Fıkıh konularında bilgiler içerir. Dil yönünden çok açık olan
bu eser halk için yazılmıştır.
Fezâil-i Mekke: Küçük, manzum bir eserdir.
Gazâlî
Asıl adı Mehmed Efendi’dir. Deli Birader
lakabı ile anılır. Şehzade Korkut’un çevresinde bulunmuştur.
Medrese mezunudur, aynı zamanda bir tekkeye
devam etmiştir. Ağırlıkla Gayikli Baba Tekkesi’ne giderdi. Şiirlerinde müstehzi
bir tavır vardır.
Eserleri
Cernâme: 31 beyitlik bir manzumedir.
Dâfiü’l Gümûm ve Râfiü’l Hümûm: (Gamları
giderici ve Kederleri Kaldırıcı) En önemli eseridir. Piyale Paşa’ya sunulmuş
mensur bir eserdir. Fazla açık saçık bir eserdir.
Figânî
Trabzonludur. Asıl ismi Ramazan’dır. Mizahi
bir şairdir. Genç yaşta haksız yere idam edilmiştir.
Divançesi Prof. Dr. Abdülkadir Karahan
tarafından derlenmiştir.
Hayâlî
Vardar eşrafındandır. Osmanlı ordusunun
Bağdat seferinde bulunmuştur. Sefer sırasında Fuzulî ile tanıştı. Bâkî’nin
parıltısı göz kamaştırmaya başlayınca gözden düşmüş bir şairdir.
Gazellerinde tasavvufi öğeler ağır basar. Hissi,
duygu yönü güçlü bir şairdir. Şiirlerinde mahalli unsurlara yer verir. Bilhassa
denize karşı çok duyarlıdır, deniz onu kendine çeker.
Mağrur biridir. Kendini İran şairleriyle
kıyaslar.
Tek eseri olan divanında 600’den fazla
gazeli vardır. Divanı Ali Nihat Tarlan tarafından neşredilmiştir.
Divân
Şiirinde Denizcilik Lisanı
Türkler, Selçuklular döneminde denize
ulaştılar. Çaka Bey, denizcilik lisanını şiire dâhil eden ilk kişidir. Venedik,
Ceneviz gibi denizcilikte ileri devletlerle temaslar ilerledikçe ağırlıkla
Latince denizcilik terimleri lisanımıza girmeye başlar.
Agehî
16. yüzyılda denizcilik lisanının Osmanlı
şiirinde gelişmesinde önemli katkıları oldu.
Vardar Yenicesindendir. Asıl adı Mansur’dur.
Piyale Paşa’nın donanmasında görev almıştır. Nüktedan bir şairdir.
İshak
Çelebi
Üsküplüdür.
Medrese tahsilinin ardından müderrislik
yaptı.
Yavuz’la birlikte Mısır seferine katıldı. Nüktedan
bir şairdir. Zarafeti ve ilmî yönü dikkat çeker.
Divanından başka dili oldukça süslü ve ağır
olan bir Selimnâme’si vardır.
Emrî
Edirnelidir. Asıl adı Emrullah’tır.
Güzel konuşmasıyla ünlüydü. Hallah-i maânî
lakabıyla anılır.
Emrî, bir hiciv şairidir. Bâkî ile olan
geçimsizliği onu hicveden çokça şiir yazmasına vesile oldu.
Divanından başka Muamma Mecmuası adlı bir
eseri daha vardır.
Nev’î
/ 1533-1599
Malkara’da doğar. Pir Alizade diye de
anılır. Asıl adı Yahya’dır. Babası Halvetî şeyhidir. Bâkî’nin yakın
arkadaşıdır. Sultan III. Murat’ın danışmanlarındandır. Haksızlığa tahammül
göstermeyen çok dürüst bir kişidir.
Şiirlerinde dili sade ve açıktır. Buna
rağmen ses ve mâna uyumu muazzamdır. Kaside-i Sûriyye adlı kasidesi çok ünlüdür
(Sultan III. Mehmet’in sünneti için yazılmıştır). Divanında 400’den fazla
gazeli vardır. Hadis-i Erbain, Hasb-i Hâl (mesnevi), Netâyicü’l-Fünûn şairin
diğer eserleridir.
Rûhî-i
Bağdadî
Asıl adı Osman’dır. Bağdat Valisi Ayaz
Paşa’nın himayesinde bulundu. Ordu şairidir, savaşlara katılır. Kendisi de bir
sipahidir. Çok gezmiş, gezdiği yerlerde âlimlerle tanışmış, kendini
sevdirmiştir. Dirlik olarak kendisine çal (orman) verilmiştir. Fuzulî’nin oğlu
Fazlı ile dostluk kurdu.
Şiirlerinde kahramanlık temaları vardır
ancak kendisi tevazu sahibidir.
Divan’ında terkib-i bend’i meşhurdur. Şiirlerinde
tenkitleri dikkat çeker. Fuzulî’nin tesirinde kalmıştır.
Fuzulî
Asıl adı Mehmet’tir. Soy bakımından
Oğuzların Bayat boyundandır. Bağdat’ta yetişti. Bağdat’ın ilmî ikliminden
olabildiğince istifade etti.
Kanunî’nin Bağdat’ı fethinden sonra Sultana
Bağdat Kasidesi’ni sunmuştur. Sultan ona Bağdat vakfından maaş bağlatmış ancak
Fuzulî bu maaşı alamamıştır. Bu hadise neticesinde meşhur Şikâyetnâme oraya
çıkmıştır. Seferde Sultanın yanında bulunan Hayalî, Taşlıcalı Yahya gibi
şairlerle tanışıp görüşen Fuzulî bu şairlerin de tavsiyesiyle Leylaa ile
Mecnun’u yazmıştır. 1534’te bitirdiği eserini Bağdat Valisi Üveys Paşa’ya
sunmuştur.
1556 yılında veba salgınında ölmüştür.
Sanatıyla doğu ve batı Türkçesi arasında
bir köprü kurmuştur.
Çöl ve su arasında derinlikli düşüncelere
sahiptir. Yaşadığı bölge Kerbela vak’asının acısını o dönemde de diri
tutuyordu. Fuzulî, Resulullah’ın insanlar için nasıl bir rahmet olduğunu suyu
çöle nispet ederek işaret eder. Su Kasidesi bu mânada yazılmış bir eserdir. Mecnun’un
çilesini de çöle bakarak keşfetmiştir.
Mutasavvıf bir şair olan Fuzulî, şiirlerini
ilmiyle de süslemiştir. Lirik şiirlerinde ilk anda fark edilmeyen bu derinlik
yüzyıllar içerisinde adım adım keşfedilerek farklı dönemlerde farklı şairlerin
ufkunu açmıştır.
Şiirlerinde zekâ, mizah ve hiciv kudreti
çok yüksektir.
Sanatında ıstırap ve keder çok yer tutar.
Türkçenin gelişmekte olduğu bir devirde Türkçe
ile ölümsüz şaheserler yazmıştır. Bu bakımdan Türkçeye yaptığı katkılar kıyas
kabul edilmeyecek kadar çoktur.
Eserleri
Türkçe, Farsça ve Arapça üç ayrı divanı
vardır.
Hadikatü’s-Sü’edâ, nesir türündedir.
Kerbela olayını anlatır.
Beng ü Bâde, esrar ve şarap arasındaki bir
münakaşayı anlatan 540 beyitlik bir eserdir.
Şikâyetnâme, Nişancı Celalzâde Mustafa
Çelebi’ye yazılmıştır. Şaheser niteliğinde bir mektuptur.
Terceme-i Hadis-i Erbâin, Molla Cami’nin
aynı adlı eserinin tercümesidir.
Risale-i Muammâ, Bilmece türünden küçük bir
eserdir.
Matlau’l-İ’tikâd, mektup türündedir.
Türkçe-Farsça Manzum Lûgat, Prof. Dr. Fahir
İz, böyle bir eseri olduğunu söyler.
Leyla ile Mecnun, Mesnevi tarzındadır. Meşhur
hikâyenin en güzel ve aşılamayan örneğidir.
Enisü’l Kalb, 134 beyitlik bir kasidedir.
Heft Câm, (Sakinâme)
Rind-ü Zâhid
Hatâî
Sünnî bir aileden gelmektedir. Erdebil
tarikatı Hoca Ali’den sonra Sünnîliği kaybedip Şiiliğe geçer. Buna mukabil Şah
İsmail’de Şiilik alameti olarak kızıl başlık giydirilir. Şiirlerinde Sünni
geleneğin bir uzantısı olarak tasavvufi motifler görülür. Hurufî gelenek de
yine şiirine tesir etmiştir. Hitabet gücü yüksek bir şairdir. Şiirlerini
propaganda amaçlı olarak kullanır. Türkçe şiir yazmasının bir nedeni de budur. Divan’ından
başka Deh-nâme adında bir eseri daha vardır. İtikadî yönünü göstermesi
bakımından Deh-nâme oldukça önemlidir.