Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı 1
Ünite 1
Tanzimat Edebiyatının
Arka Planı
1440 yılından itibaren Roma ve Floransa’da başka bir dünya
algısı peşindeki insanlar klasik metinlerin çevirilerine başladılar. İlerleyen
yıllarda bu eserler hakkında çok çeşitli tartışmalar ve yorumlar ortaya atıldı.
1456 yılında Gutenberg’in
matbaasında kitaplar basılmaya başlandı.
1519 yılında Martin
Luther İncil’i Almancaya çevirerek Roma Kilisesine savaş açtı.
15. yüzyıl boyunca Avrupa’da 1700 civarında matbaa kuruldu
ve yaklaşık 15-20 milyon kitap basıldı.
Bütün bu gelişmeler 17. Yüzyıldan itibaren başta İngiltere
olmak üzere Avrupa ülkelerinde meyvelerini vermeye başladı.
F. Bacon, T. Hobbes,
Voltaire, Montesquieu ve Kant
gibi düşünürler ön yargılar, dogmalar ve batıl inançlara karşı aklı yüceltmeye
başladılar.
Aklın yükselişi 1750 yılından sonra başlayan Sanayi Devrimi’nin
dayandığı temeldir. Pragmatizmin gelişimi de aynı dönemdedir. Avrupa insanı bu
dönemde dünyayı işlenebilir hammadde olarak görmeye başlar.
Rasyonelleşmenin yaygınlaşmasıyla birlikte pozitivizm adeta
bir din hüviyetine bürünür.
Sanayileşmenin getirdiği teknik imkânları ordularını
modernize etmede de kullanan Avrupalı ülkeler dünya siyasetini yönetecek konuma
eriştiler.
Avrupa’daki bu ilerleme Osmanlı topraklarındaki gayrı Müslimlerin
iktidara karşıt bir tutuma girmeleri ve Avrupa ülkelerinin güdümüne girmeleri
sonucunu doğurmuştur.
16. yüzyıla kadar Batıdaki gelişmeleri dikkatle takip eden
Osmanlı Devleti bu tarihlerden itibaren yeniliklere ilgisi kaybederek Avrupa
karşısında teknolojik bakımdan gerilemeye başlamıştır.
III. Selim döneminde Fransız Devrimi’nin neme nem bir şey olduğunun
anlaşılması için sultana rapor sunan hariciyeci Atıf Efendi, Muvazene-i Politike adlı raporunda Aydınlanmacıları
fısk-ı fücur cümbüşü olarak tasvir eder. Çağın olaylarına bakışımız işte bu
minvaldedir.
1821-1825 yılları arasında Mora’da çıkan Rum isyanından
mütevellit tercüme işlerinde Rumlara güvenemeyeceğini idrak eden Osmanlı, 1821
yılında Tercüme Odası ihdas ederek hariciyeci yetiştirmeye başladı. Tercüme
Odası’nın Tanzimat aydınlarının Batıya açılmasındaki önemi çok fazladır.
Osmanlı’daki derileme 1683 tarihli Viyana bozgunu ve buna
müteakip devam eden savaşların sonunda imzalanan Karlofça Antlaşması (1699) ile
ayyuka çıkar. Batı bu tarihten sonra Türkleri Avrupa’dan çıkarmak üzere hareket
etmeye cesaretlenir.
Kapitülasyonların ilerleyerek Osmanlı ekonomisini bitirme
noktasına gelmesi gerilemenin bir diğer nedenidir. Ekonomideki gerilemeyle
birlikte Batıdan borç almaya başlayan Osmanlı ekonomisi kısa zamanda vesayet
altına girmiştir.
Osmanlı’nın gerileyişinin en güçlü ayaklarından biri de
düzeni bozulan Yeniçerilerdir.
Ünite 2
Osmanlı Devletinde
Çağdaşlaşma
Modernleşme çalışmalarına cesaretlenmemize sebep Büyük Petro’nun Rusya’da, Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da elde
ettiği başarılardır.
İlk girişimler Damat İbrahim Paşa döneminde başlar. Avrupa
ülkelerine elçiler gönderiyoruz bu dönemde. 1719’da Viyana’da, 1921 yılında da
Paris’e elçiler gönderilir.
Lale Devri’nde başlayan bu çalışmalar Osmanlı ordusunun İran
hükümdarı Nadir Şah karşısında
aldığı yenilgiyle (1730) galeyana gelen halkın Frenk tarzına nefreti iyi
kullanan Patrona Halil’in başını
çektiği isyanla sona erer.
Dini eserlerin basılmaması şartıyla kurulmasına izin verilen
matbaada 1729 yılında Vankulu Lügati basılır.
Halil Hamit Paşa’nın
gayretleriyle 1773’te Mekteb-i Riyaziye, 1776’da Handese Odası adıyla
mühendislik okulu ve 1783’te de Mühendishane-i Bahr-i Hümayun açıldı.
1827’de Mekteb-i Tıbbiye, 1831’de Mızıka-yı Hümayun Mektebi,
1834’te Mekteb-i Ulum-ı Harbiye açıldı.
Çeviriler
1660’lı yılların başında Tezkereci Köse İbrahim Efendi, Fransız astronom Noel Duret’nin 1651’de Paris’te
basılmış eserini Secencel
el Eflak fi Gayet el-İdrak adıyla önce Arapçaya sonra da Türkçeye
çevirir.
İbrahim Müteferrika,
Kâtip Çelebi’nin Cihannüma ve Andreas Cellarius’un Atlas
Celestis adlı eserlerini Türkçeye çevirdi.
Şanizade Ataullah
Efendi, 1812 yılında Baron von
Storck’un Miyar’ül-etibba adlı
eserini, Hekimbaşı Behçet Efendi,
İtalyan Antonio’dan Çiçekaşısı, Kolera Risaleleri ve Ruhiyyat
Risaleleri’ni çevirir.
Münif Paşa’nın Volter, Fenelon ve Fontenel’den seçilmiş felsefi parçalar içeren eseri Muheverat-ı
Hikemiyye (1859) ve Yusuf
Kamil Paşa’nın Fenelon’dan Telemaque
çevirileri (1859) yenileşme hareketlerinin düşünsel zeminin oluşturur.
Aynı yıl (1859) Ceride-i Havadis’te Victor Hugo’nun Sefiller’i
Hikâye-i Mağdurin
adıyla tefrika edilir.
Ahmet Lütfi Efendi,
Daniel Defoe’nun Robenson Cruzoe adlı eserini (1864), Teodor Kasap, Monte Cristo’yu (1871-1873) ve Lesage’dan
Topal Şeytan’ı (1872) çevirir.
Ziya Paşa, Rousseau’nun Emil (1870) ve Moliere’in
Riyanın Encamı (1881) adlı eserlerini
çevirir.
Ahmet Vefik Paşa, Moliere’in Tartuffe, İnfial-i Aşk, Don
Juan, Adamcıl adlı eserlerini çevirir. Yine Moliere ait olan Zor Nikâh, Zoraki
Tabip, Tabip-i Aşk, Dekbazlık adlı oyunlarını uyarlar.
Recaizade Mahmut
Ekrem, Chateaubriand’ın Atala (1873) ve Bernard de Saint Pierre’in Pol
ve Virjini’ini çevirir.
Gazeteler
İlk gazete II. Mahmut
döneminde çıkar; Takvim-i Vekayi
(1831). Başyazarı Esat Efendi idi.
İlk özel gazeteyi William
Churchill Ceride-i Havadis adıyla
çıkarır (1840). Gazetenin amacı Osmanlı topraklarındaki İngiliz çıkarlarını
belirlemek ve bunun propagandasını yapmaktı.
Agâh Efendi’nin Tercüman’ı Ahval’i 1860’da yayına
başlar. Şinasi’nin yönettiği bu gazetede ilk tiyatro eserimiz Şair Evlenmesi tefrika edilmiştir. Şinasi daha sonra bu gazeteden
ayrılarak Tasvir-i Efkâr adıyla kendi
gazetesini çıkarmaya başlar (1862).
Ali Suavi’nin Muhbir (1867), Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın
Londra’da kurdukları Hürriyet (1868),
yine Namık Kemal’in İstanbul’da
çıkardığı İbret (1871), Ahmet Mithat’ın Devir (1872), Bedir (1872)
ve pek çok romanını tefrika ettiği Tercüman-ı
Hakikat (1878) dönemin diğer gazeteleridir.
Tanzimat Fermanı
Reşit Paşa
tarafından 3 Kasım 1839’da okunmuştur.
Özünde tüm Osmanlı yurttaşlarına eşitlik vaat eden bu ferman
Müslüman kesim tarafından yadırganmıştır.
Fermanda vaat edilen yenilikleri gerçekleştirecek düşünsel
altyapıya sahip olmayan Osmanlı, bu iyi niyetli girişiminden zararlı çıkmıştır.
Ağırlıkla gayrı Müslim kitlelerin haklarını gözeten ferman, ilerleyen yıllarda
Avrupa ülkelerinin Osmanlı’nın iç işlerine müdahale etmeye başlamalarına zemin
hazırlamıştır.
Tanzimat’ın asıl müspet etkileri edebiyat alanında
gözlenmiştir.
Tanzimat dönemi aydınlarından Şinasi, akılcı bir kavrayışı, din ve Tanrı algısına kadar taşımak
isteyen modernist bir öncüdür.
Reşit Paşa için
yazdığı Kaside ve Münacat’ı yenilik düşüncelerinin edebiyatımızdaki
ilk ve en ileri örneklerindendir.
Kuvvetler ayrımını meclis-i meşveret kavramı ile sürekli
gündemde tutmaya çalışan Namık Kemal,
demokrasi yanlısı tutumu ile Tanzimat döneminin en önemli aydınlarındandır.
Tasvir-i Efkâr’da 1866’da yayımlanan Lisan-ı Osmaninin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı
Şamildir adlı makalesi Türkçenin yazı dili olarak Arapça ve Farsçadan
ayrılması gerektiğinin önemine işaret eder.
Osmanlı-Rus savaşı dolayısıyla yazdığı Murabba’da hürriyet, vatan, devlet ve millet kavramlarını işler.
Ziya Paşa’nın Şiir ve İnşa
adlı makalesi, modernleşme çalışmaları açısından önemlidir.
Sadullah Paşa,
şair kimliğinden ziyade pozitivizm düşüncesiyle palazlanan Batıdaki teknolojik
gelişmeleri görmesi bakımından dikkate değer bir aydındır. 19. Asır adlı manzumesi bu gözlemleri içerir.
Beşir Fuad, Büchner,
Jean Masse ve Claude Bernard’dan yaptığı çevirilerle realizmi hakikuyyun
sözcüğüyle karşılamış ve aşkın metafizik görüşleri reddetmiştir.
Özetleyelim; yeni Türk edebiyatının ortaya çıkışını 3/5
kitabın dilimize çevrilmiş olması hadisesine bağlamış bulunmaktayız.
Ünite 3
Tanzimat Döneminde
Şiir: 1. Kuşak
Tanzimatla birlikte Batı tesirinde eserler verilmeye
başlanması klasik edebiyat geleneğimizin bir anda terk edildiği anlamına
gelmemelidir. Bazı şairler ve yazarlar klasik tarzda eserler vermeye devam
etmişlerdir (Osman Şems Efendi, Kâzım
Paşa, Leskofçalı Galip, Hersekli Ârif Hikmet). Bununla beraber Tanzimat
döneminin birinci kuşak edebiyatçılarından Şinasi,
Ziya Paşa ve Namık Kemal’in de
biçim bakımından klasik tarza sadık kaldıkları eserleri mevcuttur.
Yenileşme hareketleri çerçevesinde Şinasi, konuşulan Türkçeyi yazı dili yapmak ister. Şair Evlenmesi
adlı eserini bu düşünceyle kaleme almıştır.
Müntehabat-ı Eş’ar
adlı eserindeki şiirlerinde de bu konuya dikkat etmiştir.
Namık Kemal ve Ziya Paşa, Şinasi kadar radikal
davranamazlar ancak Ahmet Mithat Efendi
tam manasıyla Şinasi’nin çizgisinde,
halk dilinde eserler vermeye gayret etmiştir.
Gazetelerin günlük hayata dahil olmasıyla birlikte edebi
eserler yüksek zümreye değil ağırlıkla halka yönelmiş ve bu, edebi eserlerde
halk dilinin tercih edilmeye başlamasında etkili olmuştur.
Türkçe ile ilgili çalışmalara Şinasi, Türk atasözlerini derlediği eseri Durub-i Emsâl-i Osmaniye adlı eseriyle katkı yapar (1863).
Türk dili hakkında ilk ciddi çalışma Şemseddin Sami’nin Lisan-ı
Türkî “Osmanî” başlıklı makalesidir (1881). Türkçenin sadeleşmesi
gerektiğine dikkat çeken yazar, düşünceleriyle Ömer Seyfettin’i etkilemiş ve Yeni Lisan
hareketine öncülük etmiştir.
Türkçenin sadeleşme yönündeki çalışmalara Ahmet Vefik Paşa da katkı yapmıştır
(doğu lehçelerinden sözcük almak teklifini dışarıda tutmak kaydıyla).
Klasik tarzda eserler kaleme alan ve bunun yanında içerik
bakımından edebiyatımıza yeni temalar getirmesi bakımından Âkif Paşa, dönemin dikkat edilmesi gereken edebiyatçılarındandır. Kaside-i Adem adlı eserinde varlığa
karşı yokluk temasını yüceltmesi şiirimiz açısından daha önce benzeri olmayan
bir örnektir. Eserlerinde kötümser ruh hali hakimdir.
Tanzimat’ın ilk yıllarında klasik tarza bağlı edebiyatçılar Encümen-i Şuara
adıyla bir meclis teşkil ederler (1861).
Hersekli Ârif Hikmet’in
Aksaray’daki evinde toplanan meclis, şiire hevesli gençlere yardımcı olmaya
çalışır.
Leskofçalı Galip,
Osman Şems, Hersekli Ârif Hikmet, Kâzım Paşa, Nevres, İbrahim Halet Bey,
Üsküdarlı Hakkı Bey, Recaizade Celal, Salih Faik Bey, İrfan Paşa, Salih Naili,
Ziya Paşa ve Namık Kemal bu
meclise devam etmişlerdir.
Sebk-i Hindi ekolüne bağlı kalan meclis, şiirlerine başlık
koymaları, ortak şiirler kaleme almaları, yeni tema arayışına girmeleri ve
bazılarının dilde sadeleşemeye gitmeleri bakımından dikkate değer işler
yapmıştır.
Şinasi
Şiirde ilk değişim içerikte gözlenir; bu dönüşümün ilk
örneklerini İbrahim Şinasi’nin
eserlerinde görebiliriz. Maliye eğitimi almak üzere 1849-1854 yılları arasında
Fransa’da bulunan Şinasi, bu dönemde
aralarında Lamartine’in de bulunduğu
çeşitli sanatçılarla dostluklar kurar. Şinasi’nin
Fransız sanat çevreleriyle olan bu dostluğun etkileri, şiirlerinde alışagelmediğimiz
yeni sözcükleri kullanmasıyla kendini gösterir. Şiirlerinde vatan, hürriyet,
devlet, medeniyet gibi sözcükler kullanan Şinasi’nin
şiirimize dahil ettiği kavramlardan biri de akıldır.
Reşit Paşa için
yazdığı kasideler ile de devrine yeni görüşler, düşünceler katmak/aşılamak
istediğini görüyoruz.
Batı edebiyatından yaptığı çevirilerde yeni şekil
denemelerinde bulunmuştur. Yazdığı kasidelerde nesib kısmını kaldırıp doğrudan
medihte bulunmuştur. Klasik şiirin mazmunlarla dolu kapalı anlatımını çözüp,
yaşanan hayatı anlatan canlı ve halkın iştirak edebileceği bir dile ulaşmak
istiyordu.
Namık Kemal
Klasik tarz şiir zevkiyle yetişmiş ve çok sayıda klasik tarz
şiiri bulunan Namık Kemal, 1862 yılında
Şinasi ile tanıştıktan sonra sanatı ve edebi kişiliği tümüyle değişir.
Leskofçalı Galip’in
etkisini uzun süre üzerinden atamayan Namık
Kemal, Şinasi’yle tanıştıktan
sonra da içerik ve biçim bakımından eski tarza bağlı eserler yazmıştır.
Namık Kemal’in
şiirlerinde hürriyet, eşitlik, meşruti yönetim, hak, adalet, hamiyet, millet ve
halk kavramları sıkça karşımıza çıkar. Bu kavramlar bir şekilde vatan temasına
bağlanırlar.
Namık Kemal’in
şiirimize katkıları ağırlıkla içerik yönündedir.
Ziya Paşa
Sanatı biçim bakımından klasik tarzın zevkini koruyan Ziya Paşa’nın şiirlerinde yenilikçi
fikirler ve temalar, içerik olarak karşımıza çıkar.
Eski ile yeni arasında kalmış olan Ziya Paşa, aklıyla yenilikçiliğe destek olurken gönlüyle eskinin
güzelliklerine sahip çıkmaktadır.
Klasik İslam felsefesiyle modern Batı bilimlerini, özellikle
astronomiyi başarılı bir şekilde birleştirdiği şiiri Terci-i Bent ile edebi şöhrete
kavuşmuştur. Şiirde hayata ve kâinata sorular yöneltir. Hayata pek de iyimser
bir gözle bakmayan Ziya Paşa,
şiirinde de sürekli olarak kötü olanın galip gelmesi ve iyinin kaybetmesi
üzerinde durur.
Ziya Paşa’nın
karamsar atmosferi, 1870 yılında İsviçre’deyken Bağdatlı Ruhi’nin Terkib-i Bent’ine nazire olarak kaleme aldığı Terkib-i Bent’te durulmuş görülür.
Harâbât Mukaddimesi’nde
çocuk yaşta halk şiiriyle karşılaştığı bilgisini veren Ziya Paşa, Şiir ve İnşa
makalesinde halk edebiyatını asıl edebiyatımız olarak kabul eder.
Sadullah Paşa
(1838-1891)
Eserlerinin çoğu günümüze ulaşmamış olan pozitivist Sadullah Paşa, Batı hayranı, yenilikçi
bir devlet adamıdır. Eserleri edebi içerikten ziyade fikri içeriğiyle dikkat
çeker. On
Dokuzuncu Asır isimli manzumesiyle döneminin aydınlarının yöneldiği
Batı dünyasının temel değerlerini ortaya koymuştur. İnsan aklının gücü ve
kudretinin öne çıkarıldığı şiirde, Ortaçağ karalığından aklın kılavuzluğunda
kurtulan Batı medeniyetinin ilerlemesi etraflıca işlenir. Şiirde Osmanlı
toplumuna da bu yolu izlemesi salık verilmektedir.
Ünite 4
Tanzimat Döneminde
Şiir: 2. Kuşak
İkinci kuşak Tanzimat şairleri ilk kuşakta başlayan değişim
ve yenilikleri ilerletirler. Birinci kuşağın akla dayalı toplumsal içerikli
sanat anlayışı yerini, insanın iç dünyasındaki duygu durumların anlatımına
bırakmaya başlar. Şiirde bireysel içerik ağırlık kazanır. Güzelliği esas alan
sanat anlayışı bu döneme hakim olur.
II. Abdülhamit
döneminin baskıcı uygulamalarının dönemin sanatçılarının romantizme
bağlanmasına yol açtığı ve bunun sanatta güzeli yüceltmelerine, kurguda
bireysel konulara öncelik vermelerine neden olduğu görüşü savunulabilir.
Dönemin isimleri; Recaizade
Mahmut Ekrem (1847-1914), Abdülhak
Hamit (1852-1937) ve Muallim Naci
(1849-1893).
İkinci kuşağın hemen ardından çok sayıda genç şairden oluşan
ara nesil de denilen üçüncü kuşak gelir
ki bunlar devraldıkları yenilikleri daha geniş alanlara yayarak Servet-i Fünun
dönemine taşırlar.
Şiirin içeriğiyle birlikte şeklinde de önemli değişikler
deneyen ikinci kuşak, toplumsal konulardan ziyade bireysel konulara ve temalara
yer vererek emeklemekte olan yeni edebiyatımızın içe kapanmasına neden oldular.
İkinci kuşağın şiirlerinde aşk, ölüm, tabiat temaları, metafizik ve mistik
arayışlar yer alır.
Kelime seçiminde titiz davranmalarına karşın dilin
sadeleşmesine katkı yapamamışlardır.
Klasik tarzın klişeleşmiş mazmunlarının yerine yeni imgeler/semboller
aranmıştır. Soyut mazmunların yerine tabiattan esinlenerek kurgulanmış
görülebilir hayaller, tasvirler edebiyatımıza girmeye başlar.
Şiirin şekli üzerinde de değişik teknikler denenir.
Recaizade Mahmut
Ekrem
İkinci kuşağın öncüsü Recaizade
Mahmut Ekrem’dir. Şiirden başka, öykü, roman, eleştiri ve kuramsal yazılar
neşretmiştir. Hariciye nezaretine memur olarak giren yazar burada Namık Kemal ile tanışır. Tasvir-i Efkâr’da yazıları çıkmaya
başlar. 1867 yılında Namık Kemal’in
Avrupa’ya kaçmasından sonra gazetenin idaresini üstlenir. Şurâ-yı Devlet üyeliği yapmak kaydıyla devlet adamlığı da yapan
yazar, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane ve Mekteb-i Sultanî’de dersler vermiştir.
Recaizade Mahmut
Ekrem, ara nesil ve sonrasındaki Servet-i Fünun hareketi üzerinde etkili
olmuştur. Onun bu etkisini edebiyat hakkındaki kuramsal yazılarında aramak
gerekir. Servet-i Fünun hareketini
başlatan aynı adlı dergiyi çıkaran ve derginin başına Tevfik Fikret’i getiren Ahmet
İhsan, Recaizade Mahmut Ekrem’in
öğrencilerindendir.
Talim-i Edebiyat adlı eseriyle yeni bir şiir
anlayışını savunan yazar, klasik edebiyattan uzaklaşarak Batılı anlayışının
gençlere yerleşmesine katkı yapmıştır.
Recaizade Mahmut
Ekrem, şiirde güzelliği esas alır. Şiirde fayda ve ahlakı öne çıkaran
birinci kuşak edebiyatçılardan bu yönüyle ayrılmaktadır. Güzel olan her şeyin şiire
konu olabileceğini söyleyerek şiirin alanını genişletir.
Edebi eserde ve dolayısıyla şiirde üç tür güzellik görür;
Düşünce güzelliği,
Hayal güzelliği,
Duygu güzelliği…
Ona göre şiirin ölçülü ve kafiyeli olması gerekmez.
Abdülhak Hamit Tarhan
Şiir sanatındaki gücüyle öne çıkan ve yenilikçi
edebiyatçıları etkileyen Abdülhak Hamit
Tarhan, dil kurallarını ihlali, üslûp endişesi taşımaması, klasik tarzın
estetik anlayışından uzaklaşması, metafizik endişeleri ve çok çeşitli
imgeleriyle yenilikçi edebiyatçılar arasında sivrilir.
Fransız ekolüyle yetiştirilmiş olması, yenilikçi yanının
beslenmesinden etkilidir.
Sanatı geniş ölçüde serbest çağrışımlara ve ilhama
dayalıdır. Ağırlıkla ölüm ve metafizik içerikli şiirler yazmıştır.
Eşi Fatıma Hanım’ın
ölümü üzerine yazdığı Makber (1885),
ölüm ve metafizik konularında derinleşmesine sebep olur. Onun bu dönemdeki
şiirleri felsefi şiir olarak kabul
edilir.
Muallim Naci
Ziya Paşa gibi klasik şiiri çok iyi bilen, şekil ve zevk
bakımından klasik edebiyata dayanan Muallim
Naci, klasik şiiri sürdürmez. Klasik şiiri yenileme çabası içine girer.
Yenileşmeye açık olan şair, klasik edebiyatla olan bağını sürdürür. Bu bakımdan
neo-klasik kimliği kazanır. İlk şiirlerini henüz 18 yaşında Varna’dayken
yayınlayan şair kısa zamanda üne kavuşur.
Mes’udi ve Mes’ud Harabatî mahlaslarıyla klasik
biçimde aşk ve şarap eksenli şiirler yazar. Hayata tepeden bakma ve boş vermişlik
hakimdir bu dönem şiirlerinde.
Eski ve yeni tarzı şiirlerinde görebildiğimiz Muallim Naci, daha çok klasik şiirin
temsilcileri arasında kabul edilir. Bunun nedenleri, yenilikçilerin klasik
tarzdan keskin biçimde uzaklaşmış olmalarına karşın Muallim Naci’nin klasik edebiyat zevkini yeni tarzda yazdığı
şiirlerde de kullanmak istemesi, eski ve yeni tarzı savunan kutupların
çekişmeye başladıkları dönemlerde klasik edebiyatı savunanların onun yakınında
kümelenmeleri sayılabilir.
Yenileşmenin ikinci kuşağı, biçim yönünden şiirde
arayışlarına devam ederler; hece ölçüsü ve Batı edebiyatından alınan
nazım şekillerinde şiirler yazılır. Birinci kuşak şairlerden Ziya Paşa, hece ölçüsüyle şiirler
yazmıştı. Namık Kemal ve onun isteği
üzerine Abdülhak Hamit de hece
ölçüsüyle eserler vermiştir.
Yenileşmenin Üçüncü
Kuşağı: Ara Nesil
Şiirin şekil, üslûp ve içeriği üzerinde süregelen
yenilikleri arttırarak devam ettirirler. Birinci ve ikinci kuşakta sayılı isim
tarafından savunulan yenilik hareketleri bu dönemde sayılamayacak kadar çok
genç kalemin elinde geniş bir yaşam alanı bulur.
Ara nesil döneminde öne çıkan isimler;
Menemenlizade Mehmet
Tahir (1862-193)
Nabizade Nazım
(1864-1893)
Mehmet Celal
(1867-1912)
Nigâr Hanım
(1862-1918)
Mustafa Reşit
(1861-1936)
Recep Vahyi
(1867-1923)
Fazlı Necip
(1863-1932)
Müstecabizade İsmet
(1868-1917)
Birinci ve ikinci kuşak edebiyatçıları daha ziyade
gazetecilik faaliyetleri çerçevesinde seslerini duyuruyorlardı bu ara nesilde
ise gazetelerin yerini dergicilik almaya başlamıştır.
Dönemin belli başlı dergileri;
Âfâk, Âsâr, Berk,
Gayret, Gülşen, Güneş, Hâver, Hazine-i Fünun, Hizmet, Maarif, Malûmat, Mekteb,
Mir’at-i Âlem, Muhit, Musavver, Nilüfer, Resimli Gazete…
Eser verdikleri yıllar II. Abdülhamit’in istibdat dönemine
denk geldiği için, memleket meseleleri ve politik konularda yayın yapamayan
edebiyatçılar, eserlerinde insanın iç dünyasına yönelmişlerdir. Mehmet Celal ve Mustafa Reşit Servet-i Fünuncularda doruğa ulaşacak olan santimantalizmin
öncüleridir bu dönemde.
Sosyal ve faydacı içerikten uzaklaşarak estetik kaygılarla
şiirler yazmaya başlamışlardır.
Ara Nesil edebiyatçılarının tamamının yenilikçi olduğunu
iddia etmek gülünç olur. Muhafazakâr aydınlar, bu dönemde klasik edebiyat
zevkini devam ettirme gayretinde olmuşlardır. Şeyh Vasfi, Elhac İbrahim Efendi, Hoca Hayrettin Efendi, Mehmet Salahi,
Muallim Feyzi ve Ali Ruhi eskiyi
sürdürmek isteyen isimler arasındadır.
Klasik edebiyat yanlılarının eski edebi geleneği
sürdürmekteki ısrarları ileride Servet-i Fünuncuların öncüsü olarak anılacak
olan Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin gibi isimleri de
etkilemiş ve bu isimler ilk dönem eserlerinde klasik tarza bağlı kalmışlardır.
Eski ve yeninin kutuplaşmaya başlaması kaçınılmaz olarak bir
ara bölge/ara gurup oluşması sonucunu doğurur. İntihâle karşı çıkan, Batılı
gibi düşünüp Türk gibi yazmayı, sosyal şartlarımıza, adet ve geleneklerimize
uygun bir edebiyat üretmeyi savunan Ahmet
Rasim bu gurupta değerlendirilir. Ali
Kemal ve Recep Vahyi de aynı
çizgidedirler.
Ara nesil döneminde dikkat çeken bir diğer husus çeviri
faaliyetleridir. Sadece Batı dilleri değil Doğu dillerinde de çok çeşitli türlerde
eserler bu dönemde dilimize kazandırılmıştır.
Çeviri faaliyetlerinde titizlikle üslûp üzerinde durulması şiirimizde
konuşma sentaksının gelişmesini sağlamıştır.
Yine şiirde anjambantlı cümlelere bu dönemde rastlanır.
Kafiyede şekil birliği bırakılıp fonetik benzerliğe önem
verilmeye başlandı. Kafiyenin göze değil de kulağa göre tanzim edilmesi
yüzyıllardır süre gelene klasik anlayışın sona ermesi anlamına gelmektedir.
Aşk ve ölüm, bu dönemin şiirindeki hakim temalardır. Verem,
hüzün, gözyaşı, ev hayatı ve yaşama sevinci de tema ve konu olarak karşımıza çıkar.
Ölüm temi o denli popülerdir ki mezarlığı keşfeden şairler, sevgilinin
varlığının somutlaştığı yer olarak işlenene mezarlıklarla ilgili olarak Kitabe-i Seng-i Mezar başlıklı şiirler
yazılmaya başlanır.
İlk örneklerine Mir’at-i
Âlem dergisinde rastlanan Recaizade
M. Ekrem’in Kelebek ve Hüseyin Haşim’in Kocakarı ve Kedi şiirleriyle başlayan tablo için şiir / tablo
altı şiir modası bu dönemde rağbet görmüştür. Tablo şiirleri ağırlıkla
tabiat tasvirleri ve bu yolla şairin kendi iç dünyasını ifadesi şeklindedir. Muallim Naci ve M. Faik’in de tablo altı şiirler yayınlamasıyla birlikte bu tür
yaygınlık kazanmıştır.
Servet-i Fünun döneminde özellikle Cenap Şahabettin ve Tevfik
Fikret’in yazdığı resim gibi şiirlerin gelişmesinde bu tablo şiirlerinin
katkısı olduğu aşikârdır.
Recaizade M. Ekrem’in
nesr-i muhayyel terkibiyle
karşıladığı düzyazı şiir (mensur şiir) de ara nesil edebiyatçılarının rağbet
ettiği bir türdür.
Mustafa Reşit,
mensur şiirlerini Gözyaşları (1887/8)
adlı bir kitapta, Halit Ziya ise Mensur Şiirler (1891) ve Mezardan Sesler (1891) adlı kitaplarda
toplayıp yayımlar.
Mensur şiirler yazan bir başka şairimiz Mehmet Celal, Muallim Naci’nin
bir şiirinin etkisinde kalarak aynı tem ve içerikle İstifâza başlığı altında mensur bir şiir yazmıştır.
Mensur şiir yazmaya şairleri cesaretlendiren, Recaizade M. Ekrem’in Takdir-i Elhan’daki mensur şiiri öven
yazılarıdır (bu, elbette tek sebep değildir).
Ünite 5
Tanzimat Dönemi Türk
Edebiyatında Roman: 1. Kuşak
1605 yılında yayınlanan Don
Kişot Batı’daki ilk roman olarak kabul edilir. Sanayi devrimi ve
modernleşmeyle birlikte roman türü Batı edebiyatının lokomotifi konumuna gelir.
Tanzimat’la birlikte başlayan yeni Türk edebiyatında roman türünün ilk
örneklerine de ancak bu modernleşme döneminde rastlarız.
Ahmet Hamdi Tanpınar,
bizde roman ve öykü türünün başlamasını çevirilere bağlar. Hakikaten de
öyledir; 19. Yüzyılda yapılmaya başlayan çeviri eserlerden hemen sonra öykü,
roman ve tiyatro türünde eserler neşredildiği gözlenmektedir.
İlk örnekler; Ahmet
Mithat Efendi’nin 1870 yılında yayımlanmaya başlayan Kıssadan Hisse ve Letaif-i
Rivayat serilerinde yer alan romanlar, Şemsettin
Samî’nin 1872/1873 yıllarında çıkan Taaşşuk-ı
Talat ve Fitnat ve Namık Kemal’in
İntibah ve Cezmi adlı romanlarıdır.
Birinci kuşak edebiyatçıların romanları ağırlıkla sosyal
konulara eğilir;
Görücü usulüyle evlenme,
Batılılaşmanın yanlış anlaşılması,
Köy hayatı ve köy halkı,
Kölelik,
Tarihi dönemleri konu alan eserler,
Fen bilileri ve tekniğe bağlı gelişmeleri ele alan
eserler…
Taaşşuk-ı Talat ve
Fitnat
Batılı anlamda ilk romanımız Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’dır. İlk eser olması bakımından teknik
anlamda kusurları vardır.
Romanın esas karakteri Talat, Aksaray’daki evinde annesi
Saliha Hanım ve Arap dadı Ayşe Kadın ile birlikte yaşamaktadır. Kocasıyla
mektepte tanışarak evlenmiş olan Saliha Hanım, oğlunun da görüp beğeneceği bir
kızla evlenmesini arzulamaktadır.
Bir kalemde memur olarak çalışan Talat, tütün satıcısı Hacı
Baba’nın üvey kızını (Fitnat)evin cumbasında görür ve âşık olur. Tutucu bir
adam olan Hacı Baba, kızını sokağa çıkartmamaktadır. Evinde dikiş dikerek zaman
geçiren Fitnat’da Talat’ı görmüş ve beğenmiştir. Fitnat’ı görebilmek için kadın
kılığına giren Talat, Fitnat’ın dikiş öğretmeni Şerife Hanım’ın evine gider. Şerife
Hanım’ın Fitnat’a okuma yazma öğretme teklifini kabul eden Talat, Râgıbe adıyla
Hacı Baba’nın evine gidip gelmeye başlar. Finat’ı gizli kimliğiyle görmeye
başlayan Talat halinden memnundur. Fitnat bir gün Râgıbe Hanım’a cumbadayken
gördüğü ve beğendiği genç bir adamdan söz eder. Fitnat bu genci Râgıbe Hanım’a
benzetmiştir. Râgıbe Hanım’da Fitnat’a bir erkek kardeşi olduğunu söylemiştir.
Romanın bundan sonraki bölümünde Üsküdar’da büyük bir
konakta yaşayan Ali Bey olaylara dahil olur. Boşadığı karısını geri çağırmak
isteyen Ali Bey, eski eşinin öldüğü haberini alır ve kahrolur. Şerife Hanım,
Ali Bey’in konağında bir cariyeye nakış dersleri vermektedir. Ali Bey’e eş
arayan Şerife Hanım namzet olarak Fitnat’ı düşünür. Hacı Baba bu teklifi uygun
bulur. Fitnat istemese de nikâh kıyılır. Râgibe’ye içini açan Fitnat, Talat’ı
sevdiğini söyler. Kıyafetlerini çıkaran Râgıbe’de Talat olarak Fitnat’ın
karşısına çıkar. Üvey kızının üzüntüsünü gören Hacı Baba, kızını dinlenmesi
için Üsküdar’daki bir yakınının yanına yollar. Bu teklife çok sevinen Fitnat
kendini Ali Bey’in konağında bulur. Yaşadığı entrika karşısında büsbütün
yıkılan Fitnat’ı olaylardan habersiz olan Ali Bey kendi haline bırakır, ona
yaklaşmaz. Fitnat’ın boynundaki muskayı ele geçirip okur; muskada ölen
annesinin Fitnat’a vasiyeti yazılıdır. Fitnat’ın annesi Ali Bey’in boşadığı
karısıdır. Tabiatıyla Fitnat’ta Ali Bey’in öz kızıdır. Bütün olayları öğrenen
Ali Bey, Fitnat’ı Talat ile evlendirmeye karar verir. Ali Bey’in
düşüncelerinden habersiz olan Fitnat bu sırada intihar eder (bıçakla
bileklerini keser). Fitnat’ın başucunda gam ve kedere gömülen Talat da bu acıya
katlanamaz ve ölür. Yaşanan bu olaylardan sonra Ali Bey’de çıldırır.
Görücü usulü evliliklerin doğru olmadığı mesajını yüklenen
kurgusuyla bu eser sosyal içerikli bir roman olarak kabul edilmelidir.
Taaşşuk-ı Talat ve
Fitnat’ta evlilik dışında kız çocuklarına eğitim verilmemesi, kölelik gibi
konuların da eleştirisi yapılmaktadır (Arap asıllı Ayşe Kadın romandaki
köledir).
Romandaki tesadüflerin aşırılığı romanı gerçekçilikten
uzaklaştırmaktadır.
Roman, otuz altı bölümden oluşmaktadır. Her bölümün başında
bölümün içeriğine uygun başlık kullanılmıştır.
Roman, Aksaray’daki evle başlar ve önce Saliha Hanım sonra
da Talat’ın hikâyesi anlatılır.
Laleli’deki Hacı Baba’nın dükkânıyla anlatının ikinci bölümü
başlar. Burada da Fitnat’ın hikâyesine yer verilmiştir.
Romanın üçüncü ayağı Üsküdar’daki konakta başlar. Önce Ali
Bey’in hikâyesi verilir. Şerife Hanım aracılığıyla Konak, olay örgüsüne
bağlanır. Fitnat’ın konağa gelişiyle kurgu bağlanmış olur. Fitnat’ın muskasıyla
romandaki düğümler çözülür.
Ahmet Mithat Efendi
Yaşadığı yıllarda hâce-i evvel sıfatıyla anılan
yazar, halka yönelik öğretici eserlerinde sade dil kullanmaya gayret eder.
Çok sayıda roman yazmış olan Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerinde olay örgüsü bir tek kahramanın
etrafında kurulmaz, çok sayıda kahramanın serüveni çevresinde örülür.
Kahramanlarının yetiştiği çevre ile karakterleri arasında ilgi kurar.
Genellikle gerçekçi tiplere yer verir (olağanüstü kahramanlara yer verdiği
eserleri de vardır).
Romanlarında iyi karakterleri mutlu, kötü karakterleri ise
kötü bir sona sürükler.
Sevip beğendiği romanların benzerlerini yazma hevesiyle çok
sayıda eser vermiş olan yazar kendisinden sonra gelen Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı da bu bakımdan (popülizm)etkilemiştir.
Değişik sanat anlayışları ve edebiyatçıların etkisinde kalan
Ahmet Mithat Efendi, farklı
akımların etkisinde farklı türlerde eserler vermiştir:
Hasan Mellah (Monte
Cristo’ya alternatif gibidir), Hüseyin
Fellah, Dünyaya İkinci Geliş, A. Dumas
tarzında yazılmış macera romanlarıdır.
Acaib-i Âlem, Ahmet
Metin ve Şiraz, Jules Verne
etkisinde yazılmış gezi ve bilimkurgu romanlarıdır.
Çengi, fantastik
bir romandır, Ahmet Mithat Efendi’nin,
çok beğendiği Don Kişot’un bir
benzerini yazmak isteyerek kaleme aldığı eserdir.
Bahtiyarlık, köy
romanıdır.
Yeniçeriler,
Arnavutlar – Solyotlar, tarihi romandır.
Yeryüzünde Bir Melek,
romantik; Henüz On Yedi Yaşında,
realist; Müşahedat ve Taaffüf ise natüralist tarzda yazılmış
romanlardır.
Bunca romana rağmen tekrara düştüğü pek görülmez.
Eserlerinde yeni kurgular ve karakterler üretmekte hiç sıkıntı yaşamaz (bilgi
birikiminin yanında hayal gücünün kuvvetli olduğunu da dikkate almak lazım).
Romanlarında kahramanlarının psikolojilerinden, duygu ve
düşüncelerinden de söz eder. Romanlarının bazılarında kendisi/yazar kimliğiyle okuyucuya
hitap eder (“Ey kâri!”, “Ey kârie!” gibi sözlerle okuyucuya seslenir), diyalog
kurmaya çalışır, olaylara ve kahramanlara müdahale eder. Okurlarına yeni bilgiler
vermek ve bir bakıma okurlarını eğitmek isteyerek kurguladığı hikâyeye müdahale
eden Ahmet Mithat Efendi, bazı eserlerinde
de kendi kendine konuşur. Bu müdahaleleri, hikâyesini anlattığı kahramana
acımak yahut ona kızmak şeklindedir.
Eserlerinde ders vermeyi amaç edindiği için, eser sonlarında
kıssadan hisse bölümleri yer alır.
Eserlerinde meddah tarzı anlatım yolunu seçtiği için laubali
söyleyişi dikkat çeker. Üslûp kaygısı gütmemiştir.
Değişik konularda farklı tekniklerde eserler vermiş olması
bakımından Ahmet Mithat Efendi’yi
edebiyatımız için yol açıcı olarak kabul etmek yanlış olmaz.
Bahtiyarlık ve Bir Gerçek Hikâye adlı eserlerinde köy
hayatından söz etmiştir.
Bahtiyarlık
Bahtiyarlık; köy
hayatıyla şehir hayatını kıyasladığı bir eserdir. Öyküden ziyade roman
tekniğiyle yazılmış bir eserdir. Eserde köy hayatı şehir hayatına üstün
tutulmuştur. Dönüşümlü olarak şehir ve köy hayatından sahnelere yer verilirken
anlatılan hikâyelerden köy hayatının şehir hayatına üstün geldiği sonucuna
ulaşılır.
Mekteb-i Sultani’de yatılı okuyan iki öğrenci Senai ve
Şinasi eserin tipleridir.
Senai, varlıklı bir köylü çocuğudur. Şinasi ise İstanbullu
bir memur çocuğudur. Senai’nin hayali okulu bitirip şehirde kalmak, Şinasi’nin
hayali ise okulu bitirip bir köye yerleşmek ve köy hayatı yaşamaktır.
Okulu bitirdikten sonra Şinasi, Senai’nin köyüne gider ve
orada çiftlik kurar. Modern tarıma dayalı yaşam alanı inşa eder. Kısa süre
içinde mutlu ve huzurlu olduğu kadar getirisi de yüksek bir standarda ulaşır.
Senai ise okulu bitirir bitirmez kendini Beyoğlu’nun
eğlencesine bırakır. Rizette adlı Fransız şarkıcıyla ilişki kurar. Babasının
gönderdiği paralarla bu hayata devam eder. Fransa’ya gidip orada hukuk tahsili
yapmak hayali kuruyorsa da bu amacına ulaşamaz. Romantizmin etkisinde yazılmış
olan eserde tabiatla iç içe, köy hayatı idealleştirilmiştir.
Eserde çiftlik dışında köy hayatına dair detaya inilmez.
Yerel konuşmalara da yer verilmez. Bu olumsuzluklara karşın Yamalı Musa Ağa
tiplemesi oldukça başarılı bir köy ağası tiplemesidir. Yazar, köy ağası
aracılığıyla o dönemde uygulanmakta olan iltizam usulünü de eleştirmiştir.
Felatun Bey ile Rakım
Efendi
1875 tarihli bu eserin Ahmet
Mithat Efendi’nin eserleri arasında önemli bir yeri vardır. Tanzimat’tan
sonra başlayan batılılaşmanın yanlış anlaşılmasını ele alan ilk eserdir. Birbirine
zıt tiplemelerle Osmanlı toplumsal hayatı sade ve gerçekçi bir dille
anlatılmaktadır.
Kutupluluk üzerine kurulu roman, çift zincirli olay örgüsüne
sahiptir.
Felatun Bey, alaturkadan alafrangaya bir anda geçen, öğrenim
düzeyi düşük bir babanın çocuğudur. Felatun Bey de babası gibi tahsili zayıf
bir kimsedir. Babasının izinde alafranga bir hayat yaşamaktadır. Büyük bir
kalemde çalışan Felatun Bey, eğlence ve gezmelerden zaman buldukça kaleme
gidebilmektedir. Ancak Çarşamba günleri gidebildiği kalemde arkadaşlarında
bütün bir hafta yaptıklarını anlatarak vakit geçirir. Kendini Eflatun’dan daha akıllı
zanneden, kibirli ve kendini beğenmiş biridir. Babasının yirmi bin kuruşluk
gelirine güvenen Felatun Bey’in kitaplara karşı özel bir merakı vardır; yeni
çıkan kitapları aldırtır ve üzerlerine Ahmet Plâtun isminin A. P. harflerini bastırtıp
kütüphaneye koyar ama asla okumazdı. Zaten okuyabilecek kadar birikimli biri
değildir. Lüks yerlerde eğlenmek ve para harcamaktan mürekkep bir hayata
sahiptir. Kız kardeşi Mihriban da Felatun Bey gibi şımarık ve sorumsuz biridir.
Romanın ikinci bölümünde karşımıza çıkan Râkım Efendi,
Felatun Bey’den tamamen farklı, onun zıttı bir kişiliktir. Kavas olan babasını
henüz bir yaşındayken kaybetmiş olan Râkım Efendi’yi annesi ve Arap dadısı
yetiştirmiştir. Delikanlılık çağında annesini kaybeden Râkım Efendi, Hariciye kaleminde
kendine bir iş bulur. Bulduğu her işe koşan Râkım Efendi, bir yandan da
öğrenimine devam eder. Ermeni bir dostunun kütüphanesinde kitap okur.
İlerlettiği Fransızcasıyla yaptığı çevirilerle para kazanmaya başlar. Yabancıların
çocuklarına Türkçe ders verir. Felatun Bey’i aksine kendi kültürüyle barışık
birisidir.
Râkım Efendi, Felatun Bey’de gördüğümüz olumsuzlukların
giderildiği kişidir. Ahmet Mithat Efendi,
Râkım Efeni tiplemesiyle, insanın kendi emeğiyle hayatını sürdürmesi, kendi
kültürel değerlerine sahip çıkması gerektiğini anlatmaya çalışır.
Müşahedat (1891) adlı romanı
yazılış tekniği ve de olay örgüsü bakımından dünya edebiyatı kapsamında ilk
olma iddiasındadır. Ahmet Mithat Efendi,
bu romanıyla Emile Zola’nın
natüralizmine karşı bir natüralist tarz ortaya koymuştur. Avrupa’da örnekleri
görülen natüralist romanlarda hakim olan kötümser havaya karşı, iyimser bir
tarzda roman yazmak istemiş ve bunu da başarmıştır.
Müşahedat, takip
adlı bir bölümle başlar. Anlatıcı, Beykoz’daki evinden İstanbul’daki matbaasına
gitmek üzere Şirket-i Hayriye’nin vapuruna biner. Yolculuğun detaylı bir
şekilde anlatıldığı bu bölümde anlatıcı kimliğiyle Ahmet Mithat Efendi karşımıza çıkar. Anlatıcı, her gün bindiği
vapurda tanınmış bir yazar olarak itibarlı bir kişidir.
Yolculuk sırasında yaşlı bir kadının yanında biri sarışın
diğeri esmer iki kadının Fransızca konuştuklarına şahit olur. Konuşulanlara
kulak verir; yazmak istediği roman için bu kadınların anlattıkları hikâyeyi
kullanmaya karar verir. Vapur yolculuğundan sonra da kadınları takip eder.
Beyoğlu’ndaki evlerine kadar sürer bu takip. Tereddüt etse de kapıyı çalar.
Kapıyı açan hizmetçi kadına kendini tanıtarak kadınlarla görüşmek istediğini
bildirir. Avagni ve Siranuş isimli kadınlardan Siranuş, Ahmet Mithat Efendi’yi yazılarından tanımaktadır ve bu nedenle
onunla görüşmeyi kabul eder.
Siranuş yazara, Avagni’nin hikâyesini anlatır.
Anlatılanlarda bahsi geçen Refet’i bulur ve onun öyküsünü dinler. Bu şekilde
Seyit Numan ve Siranuş’u da dinler. Anlatılanları bir kurgu içerisinde bir
araya getiren yazarın yazdıklarını anlatan kişiler okuyup düzeltmeler yaparlar.
Böylelikle Müşahedat, hem roman kişilerinin serüvenlerinin anlatıldığı hem de
romanın yazılışının anlatıldığı bir romana dönüşmüş olur.
Roman, şimdi ve geçmiş’e ait iki metnin iç içe örülmesiyle
vücuda getirilmiş olur.
Namık Kemal
Çok yönlü bir aydın olan Namık Kemal, bazı eserlerinin ön sözünde ve makalelerinde edebiyat
ve roman hakkındaki görüşlerini dile getirir. Realist yazarlardan fazlaca
etkilenmiş olan Namık Kemal, edebiyata
meraklı kişilere Batı edebiyatını referans gösterir.
İntibah ve Cezmi adlarında iki roman yazmıştır.
Konusunu sade tuttuğunu söylediği İntibah’la
roman türünde bir örnek ortaya koymak istemiştir. İsmi Son Pişmanlık olan eser sansür tarafından İntibah’a çevrilmiş ve bu adla 1876 yılında yayınlanabilmiştir.
Realist tasvirlere yer verilmesi, psikolojik çözümlemelere
gidilmesi bakımından Türk edebiyatının ilk edebi romanı olarak kabul edilen
eser, sosyal içerikli romantik ekole bağlı olarak yazılmıştır. Mehmet Kaplan’ın ifadesiyle İntibah, aşk, kıskançlık ve intikam
duygularını işleyen psikolojik bir eserdir.
Geniş bahar tasvirleriyle başlayan romanda gerçek hayattan
uzakta özenle yetiştirilmiş bir gencin uygun olmayan bir kadına ilk görüşte
âşık olması anlatılır. Gencin cariyelerinden birinin bu gence tek taraflı
aşkıyla olay örgüsü dramatikleşir. Romanın başkişisi Ali Bey, Mehpeyker’e olan
aşkı nedeniyle hayatını mahveder. Sahip olduğu varlıkları bu kadının uğrunda
harcar. Annesinin ölümüne neden olur. Kendisine karşı düzenlenen bir suikasttan
son anda kurtulur. Cariye Dilaşup, Ali Bey uğruna kendini feda eder. Kurtulan
Ali Bey, olayları ancak idrak eder. Ne var ki son pişmanlık fayda
getirmemektedir.
Romanın mesajı, hayatı yeterince tanımayan gençlerin
karşılaşabilecekleri durumlar ve yapabilecekleri hatalar üzerinedir.
Annesi tarafından babasız büyütülmüş olan Ali Bey,
arkadaşlarıyla birlikte gittiği Çamlıca’da Mehpeyker’le karşılaşır. Bu kadın
yüzünden evini ve işini ihmal etmeye başlar. Annesi, Dilaşup’u yanına alarak
oğlunun Mehpeyker’den uzaklaştırmak ister. Ali Bey’in arkadaşı Âtıf Bey’in
amcası Mesut Efendi, Ali Bey’i Mehpeyker hakkında uyarır. Ali Bey, Mehpeyker’den
uzaklaşmayı dener. Gururu incinen Mehpeyker Ali Bey’in peşini bırakmaz. Amacına
ulaşamayan Mehpeyker, Dilaşup’a iftira atarak satılmasına sebep olur. Dilaşup’u
satın alan Mehpeyker, Ali Bey’i öldürmeye karar verir. Suikast planını öğrenen
Dilaşup Ali Bey’i uyarır. Ali Bey’in kılığına giren Dilaşup, Mehpeyker’in
adamları tarafında Ali Bey zannedilerek öldürülür. Suikasttan kurtulan Ali Bey,
kolluk kuvvetlerine haber verir. Mehpeyker’i öldürür. Dilaşup’u ve annesini
kaybeden Ali Bey hapse girer. Hapishanede pişmanlıklar içerisinde altı ay
kalabilen Ali Bey, burada ölür.
Roman genelinde Namık
Kemal’in ahlakçı tavrı ve mekân tasvirlerindeki yetersizliği romanda hemen
göze çarpan teknik zaaflardır. Romanın hemen başındaki oldukça uzun bahar
tasvirleri, kasidelerde gördüğümüz nesip bölümlerinden alınmış gibi
durmaktadır. Edebi dil kullanmak kaygısındaki yazarın bazı bölümlerde fazlaca
ağdalı dil kullanması romanın zayıf taraflarıdır.
Tarihi roman olan Cezmi
(1880), konusunu II. Selim devrinde
başlayıp yaklaşık yüz yıl devam eden Osmanlı İran savaşlarını konu edinir.
Yazarın 1877’de Midilli’ye gittikten sonra kaleme aldığı
eserin birinci fasıl’ının ilk alt bölümünde 16. Yüzyıl Asya ve Avrupa’sının
genel panoraması verilir. Batı’daki gelişmeler karşısında Osmanlı’nın tutumu
anlatılır.
Roman, idealize edilen Cezmi’nin savaşlarda gösterdiği
kahramanlıklar ve savaş sırasında tanışıp dost olduğu Adil Giray’ı esaretten
kurtarma çabaları üzerine kuruludur.
Cezmi, Osmanlı İran savaşları sırasında Kırım Ordusu
kumandanı Adil Giray ve kardeşi Gazi Giray ile tanışıp dost olmuştur. Bir başka
muharebede esir edilen Adil Giray, Kazvin Sarayında tutulmaktadır. Romanda Adil
Giray’a âşık olan Şahın karısı Şehriyâr ile kız kardeşi Perihan’ın
serüvenlerine de yer verilir.
Adil Giray, Perihan’a âşık olmuştur. Perihan Sünnî’dir. Şehriyâr
Adil Giray’ın gönlünü fethe çalışırken Adil Giray, İran tahtını Şiilerin
elinden almanın hesaplarını yapmaktadır. Tahtı ele geçirmeyi planlayan Adil
Giray yardımcı olması için Cezmi’yi saraya getirtir. İran’a yolunu tutan Cezmi
türlü tehlikeleri atlatarak Adil Giray’a ulaşır. Hazırlıklara başlarlar ancak
Şehriyâr ve Vezir Mirza Süleyman durumdan haberdar olup, Perihan ve Adil Giray’ı
öldürmek üzere harekete geçerler. Çıkan çatışmada Şehriyâr, Perihan ve Adil
Giray ölürler. Çatışmalardan yaralı olarak kurtulan Cezmi, Adil Giray ve
Perihan’ı defnederek İran’dan ayrılır.
Namık Kemal, bu
romanında İntibah’a kıyasla daha başarılıdır. Diyalogların ve hareketlerin az
oluşu, tasvirlerin öznel ve abartılı oluşu, psikolojik çözümlemelere yeterince
yer verilmemesi göze çarpan kusurlardır. Romantizmin etkisiyle romanın acıklı
bir sonla kapatılması eserin zayıf yanıdır.
Romantik bir eser olan Cezmi ile Namık Kemal, genç edebiyatçılara konu seçimi için Türk tarihini
işaret etmektedir.
Şemsettin Sami ve
Ahmet Mithat Efendi halka yakın ve
popülist oldukları halde Namık Kemal,
edebi kaygıları daha fazla olan bir edebiyatçıdır.
(Kitap Bitti)