Yeni
Türk Edebiyatına Genel Bakış
Yeni edebiyat genel olarak batı
edebiyatının özel olarak da Fransız edebiyatının bir taklididir. Millî
unsurlara yabancıdır. Hatta onu inkâr eder, aşağılar mahiyettedir.
Tipolojiler:
1 Jön Türk
tipi
1.1 İslahatçı Jön Türk tipi
1.2 İhtilalci Jön Tük tipi (Mizancı
Murat’ın “Turfanda mı Yoksa Turfa mı?” adlı romanı bunun örneğidir)
2 Gerici tip
Şemseddin Sami’nin Taaşşuk u Tal’ât ve
Fitnat” adlı romanındaki Hacı Baba, gerici tipe misaldir. Şu farkla ki, Hacı
Baba dejenerasyona karşı mücadele vermektedir.
Mehmet Akif’te de gerici tiplerle
karşılaşırız. Onun kaygısı gerçek dindarla dindar görünen cahillerin tefrik
edilmesidir.
Tanzimat Sonrası
1876 – I. Meşrutiyet (Tanzimat dönemi)
1876-1895 - II. Abdülhamid dönemi (Ara
nesil)
1895-1901 – II. Abdülhamid dönemi (Servet-i
Fünûn)
1908-1920 – II. Meşrutiyet dönemi (Mütareke
dönemi)
1920-1938 – Atatürk dönemi
1938-1950 – Tek Parti dönemi
1950- Çok partili dönem
Tanzimat Dönemi
1. Nesil: Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal
2. Nesil: Abdülhak Hamid, Recaizade Mahmut
Ekrem, Sami Paşazade Sezai
1.
Nesil: “Sanat toplum içindir”
görüşünü benimsedi. Ağırlıkla nazım türünde eserler verdiler. Nesir türündeki
eserleri nazmı nesre yaklaştırmaya çalışır niteliktedir.
a) Akılcılık ve b) romantizmin etkisi
altındadırlar.
a) Akılcı ekolden Voltaire ve
Montesqieu’nun etkisindedirler. Bu tesirle akılcı bilimler edebiyata girmeye
başladı. Şinasi, astronomik unsurları şiire soktu. Tanrı’nın varlığını akılcı
yöntemlerle ispata kalkıştı.
Namık Kemal sosyal fikirlerini şiirlerine
konu etti.
Ziya Paşa, dilin menşeini sorgulayıp halk
edebiyatını adres gösterdi (daha sonra fikrini değiştirdi).
1. Neslin ortak paydası divan edebiyatına
karşı olmalarıdır. Divan edebiyatını rasyonel gerçekliğe uygun olmadığı için
küçümsemişlerdir. Buna rağmen (özellikle Namık Kemal) divan edebiyatının
tesirinden kurtulamamışlardır. Fikir olarak batılılaşmaya başladılar ancak
uygulamaya geçildiğinde divan edebiyatı söz ve anlam sanatlarına müracaat
ettiler.
1. Neslin bir diğer ortak paydası,
tamamının politikayla iç içe olmasıdır. Bu sebeple hepsi sosyal konularla
ilgilendiler. Örnek aldıkları devlet adamı Mustafa Reşit Paşa’dır. Onu
medeniyet resulü olarak niteleyerek imparatorluk geleneğine fitne sokmuşlardır.
b) romantizmin tesiriyle kendilerini halka
karşı sorumlu hissedip halka ulaşmaya çalıştılar. İmparatorluk içindeki
sorunlara karşı çözüm çarelerini/önerilerini özellikle tiyatro üzerinden halka
anlatmaya çalıştılar.
2.
Nesil: Namık Kemal nezdinde 1. Nesli
üstat kabul ederler. Politikaya meyyal olmakla beraber devrin şartları gereği
uzak durdular. Bundan dolayı sosyal meselelerden ziyade bireysel meselelere
yöneldiler. “Sanat sanat içindir” görüşünü şiar edindiler. Eserlerinde
ağırlıkla nazmı tercih ettiler. Tiyatro da dâhil olmak üzere manzum eser
yazmaya gayret ettiler. Eserlerde psikolojik çatışmalar göze çarpar.
Bu devrin edebi tipleri içe dönüktür, şiirde
ise lirizm hâkimdir.
1876-1895
II. Abdülhamid Dönemi (Ara Nesil)
Bu dönemde küçük, ferdi ıstıraplar öne çıkar.
Bu dönemde 50’den fazla dergi yayın hayatına başlar. Tercümelerin sayısında
artış olur. Üstat olarak Ahmet Mithat Efendi öne çıkar.
Ali
Kemal’in “Ömrüm” adlı eseri devrin edebi
hayatı hakkında benzersiz bir kaynaktır.
Klasik şiirin değişmez kalıpları/mazmunları
yeni edebiyatla birlikte değişmeye-dönüşmeye başlamıştır.
Klasik dönemde şairlerimiz Arapça ve Farsça
bilirlerdi. Yeni edebiyat döneminde batı dilleri öğrenilmeye başlandı.
Tanzimat’tan itibaren özellikle Fransızca geniş çevrelerce öğrenildi. Dolayısıyla
yeni edebiyata en fazla tesir eden batı dili Fransızca oldu. Fransız
edebiyatının tesiriyle erken dönem yeni Türk edebiyatının konuları arasında aşk
ve serbest yaşam öne çıkmıştır.
Erken dönemde Şinasi, Fransızcadan
tercümeler yapmıştır. Ancak tercüme ettiği şiirleri orijinal biçimiyle değil
uyarlayarak dilimize kazandırmıştır.
Ruslarla uzun yıllar savaş halinde olmamız,
Rus dilini öğrenmeyi zorunlu kılmıştır. Recep Vahyi adlı bir subay Rusçadan ilk
tercümeleri yapan kişidir.
1. Dünya Savaşı’nda Almanlarla müttefik
olduktan sonra Alman dili yaygınlaşmaya başladı. İngilizcenin öğrenilmeye başlanması
için ise çok daha ileri tarihleri beklemek gerekmiştir.
1895-1901
Servet-i Fünûn Dönemi
Fikri bakımdan Batılılaşmış olduğu kadar
yaşayış bakımından da batılı tarzı benimsemiş bir zümrenin elinde vücut
bulmuştur. Servet-i Fünûncuların hepsi batı hayranıydı ve eserlerinde de batı
tarzı unsurları öne çıkarıp övüyorlardı. Bunun en önemli nedenlerinden birisi,
bu kuşağın mensuplarının tamamının lise eğitimi imkânına sahip olmasıdır. Daha
önceki nesiller kişisel çabalarıyla batıyı tanıyabiliyorlarken Servet-i
Fünûncuların batı tarzı eğitim veren okullarda eğitim görmüş, hemen hepsi
yabancı dil olarak Fransızca tahsil etmiştir.
Abdülhak Hamid yeni nazım şekilleri
deneyerek ilk müceddid unvanını alır. Recaizade
Mahmut Ekrem de “Talim-i Edebiyat” adlı eseriyle batı retoriğini
edebiyatımıza sokmuştur.
Talim-i Edebiyat, Batı edebiyatına yönelmiş
ilk belagat kitabımızdır. Bu nedenle çokça eleştirilmiştir. Eleştiriler
içerikten ziyade Recaizade’nin şahsına yönelik olmuştur.
Tenkid / Nakd (değer) kökünden gelir.
Halbuki bizdeki tenkid hep değersizleştirmeye yöneliktir.
Ahmet İhsan yeni bir edebiyat dergisi için
Recaizade’ye müracaat ettiğinde ona önerilen isim Tevfik Fikret oldu. Fikret,
Servet-i Fünûn’un başına geçtikten sonra dergi yeni bir karaktere büründü. Abes
– Muktebes tartışması ve Dekadanlık tartışmaları derginin cepheleşmesinde
önemli rol oynadı.
Servet-i Fünûncular arasında şiirde Tevfik
Fikret ve Cenap Şahabettin; tenkitte Hüseyin Cahit ve nesirde de Halit Ziya
başı çeken isimlerdir. Ortak bir çizgide eserler veren bu isimler birbirlerine
taklide düşmemişlerdir.
Abdülhak Hamid’den itibaren şiirde muhtevaya
aşırı derecede önem verildi. Bu durum birçok edebiyat meraklısının eski şiirin
biçimsel özelliklerini özlemelerine sebep oldu. Eski ve yeni edebiyat yanlıları
bu dönemde de çeşitli bahanelerle atışmaya devam ettiler.
Bu dönemde Mektep mecmuasında Cenap
Şahabettin’in şiirleri yayınlanmaya başlar. Bütünüyle yeni bir dil, biçim ve
ahenkle yazılmış bu şiirler gençler arasında çok tutulur/beğenilir. Ne var ki
Cenap’ın şiirlerini herkes aynı duyarlıkla okuyup/anlayamaz. Hazine-i Fünûn
mecmuasında bu yönde itiraflar yayınlanır. Bir süre sonra başlayacak olan
“dekadanlık” tartışmalarının kaynağı da bu itiraflar olacaktır. Hazine-i Fünûn’da
başlayan bu tartışmalar hakaret çizgisini de aşınca bir gurup edebiyatçı
Servet-i Fünûn dergisi etrafında toplanıp aynı bir hareket olarak ortaya çıkar.
Hazine-i Fünûn kadrosu ise Musavver Malumat’a taşınır.
Ahmet Mithat Efendi 10 Mart 1313’de Sabah
gazetesinde “Dekadanlar” başlıklı bir yazı yayımlar. Ahmet Mithat bu yazısında
Servet-i Fünûncuları dekadanlıkla suçlar (Dekadan, decadence kelimesinden gelir
anlamı, edebi anane ve geleneğin iflasa yüz tutması, çökmesidir). Eski ve yeni
taraftarlı arasındaki tartışma bu yazı üzerine yeniden alevlenir.
Servet-i Fünûncular yaşadıkları sosyal ve
siyasi şartlardan rahatsızdırlar. Hayalleri Batılı yaşam ve Batılı toplumsal
değerlerdir. Bunu bulamadıkları için mutsuzdurlar. Yaşadıkları devri bir tür
maraz olarak telakki ederler. Şiirleri kederli, romanları mutsuz, trajik
içeriklidir.
Tevfik Fikret’in şiirleri Servet-i
Fünûncuların bedbinliğinin tipik bir örneğidir. Dış âlemde aradığını bulamayıp
içine dönmüş profiller sunar şiirlerinde. Özel yaşamında da uyumsuz biridir;
yakın çevresindekilerle bile uzun süre dostluk edemez. Servet-i Fünûncular
etrafında pervaneyken de durum farklı değildir. Ali Ekrem’in yazısını
sansürlemesi ve durumun Servet-i Fünûncuların dağılmasına yol açması, Servet-i
Fünûncular arasındaki iletişimsizliğin mücerret göstergesidir.
Bu dönem şairleri arasında Cenap Şahabettin
hayata karşı en olumlu kişidir. Ne var ki o dahi manzumelerinde bedbinleşir.
Halit Ziya gayet rahat bir hayat
yaşamıştır; maddi bir sıkıntı görmemiş, memuriyet hayatında da bahtı açık
olmuştur. Hayatı her yönüyle güzel yaşamasına karşın romanlarında bedbin
hayatlar ve trajik olaylar tasvir eder.
Servet-i Fünûncular keder ve melalden adeta
zevk alırlar.
Servet-i Fünûncuların hayal dünyaları da
oldukça geniştir. Bazıları Yeni Zelanda’ya yerleşip yeni bir koloni oluşturmayı
düşünür. Bu düşüncelerle bazıları Manisa’ya gidip çiftlik işleriyle meşgul
olurlar. Eserlerinde hayal ve hakikat çatışması sürekli tekrar eder.
Servet-i Fünûncular edebiyatımızın
modernleşme sürecine en çok katkı yapan topluluktur. Hemen bütün edebi türlerde
eserler vermeleri, yeni edebiyatımız açısından büyük zenginliktir. Roman ve
hikâyede oldukça başarılı örnekler verdiler. Özellikle Cenap Şahabettin ve
Tevfik Fikret’in şiirleriyle şiirde yeni biçimler, yeni muhtevalar denendi ve
dolayısıyla yeni bir şiir zevki oluşturuldu. Müzikalite, onlar için şiirin esas
unsurudur.
Klasik şiir beyitlere
dayalıdır. Gazel ve kasidelerde her beyit aynı kafiye ile yazılır. Bu durum
şiirde bir ses darlığına neden olur. Servet-i
Fünûncular müziğe verdikleri önemle bu ses darlığını aşmaya çalışmışlardır.
Servet-i Fünûncular şiire ahenk kazandırmak
için yeni nazım şekilleri denediler. Sıfatları çok fazla kullanarak anlam
bağlamında da şiirin imkânlarını genişletmeye çalıştılar. Maddi varlıklara
sübjektif, sübjektif varlıklara ise maddi sıfatlar izafe ederek yeni ve
orijinal sıfat terkipleri oluşturmuşlardır.
Şiirleri zaman zaman nesre yaklaşmış, kimi
şiirler ise diyalog biçiminde bir görünüm arz eder olmuştur.
Servet-i Fünûncular şiirinde şiiri resim
yapar gibi görselleştirmek en çok dikkat çeken unsur arasındadır.
Şiirlerinde hazan, kış ve yağmur sık sık
tem olarak karşımıza çıkar.
Eleştiride gerek polemik gerekse edebi
tenkit türlerinde ürünler ortaya koymuşlardır. Servet-i Fünûncular arasında
tenkit konusunda öne çıkan isim Hüseyin Cahit’tir. Tenkitlerini “Kavgalarım”
adı altında bir araya getirmiştir.
Edebiyat kuramı ve vizyonu konusuna da kafa
yormuşlardır. Edebiyatımızın Batı’ya muhtaç mıdır sorusunu tartışmışlardır. Bu
soru neticesinde bazıları batıdan bazıları da doğudan beslenmek gerektiği
yönünde görüşler ortaya koymuşlardır.
Servet-i
Fünûn’a yönelik itirazlar
Temel olarak şu üç konuda eleştirildiler:
1) Servet-i Fünûn edebiyatı marazi, hasta
bir edebiyattır.
2) Servet-i Fünûn edebiyatı kapalı, bir
salon edebiyatıdır.
3) Servet-i Fünûncular aşırı derecede Batı
hayranıdırlar.
Örf ve adetlere aykırı konular icat
ettikleri için eleştirildiler. Fransız tipi karakterler giyim kuşamlarından
konuşma kalıplarına varıncaya dek millî kimliğimize uzaktırlar. Tam da bu
nedenle milliyetçi bir gurup edebiyatçı Malûmat dergisi etrafında toplanıp
Servet-i Fünûnculara karşı cephe oluşturdular.
Servet-i Fünûncuların hemen tümü Fransızca
biliyordu ve eleştirilere göre eserleri Fransızca’dan çok az değişiklikle
tercüme edilmiş eserdi.
Şiirde yine Fransız edebiyatından ithal
edilen sone tarzı bu dönemde çok kullanılmış, biçim olarak Fransızca
orijinaline benzetilen bu şiirler içerik olarak Türk edebi geleneğine yabancı
kalmıştır.
Servet-i Fünûncular duygu ve düşüncelerini
tasvir etmeye çalışırken mümkün olduğunca gelenek dışı terkip, tamlama ve sıfat
kullanmaya çalıştılar. Bunun sonucunda anlaşılması zor, yapay bir dil ortaya
koydular. Dekandanlık suçlamalarının nedeni de kullandıkları bu yapay dildir.
Kafiye kulak içindir diyerek geleneksel
kafiye anlayışına karşı çıkan Recaizade Mehmut Ekrem şiddetli eleştirilerle
karşılaşmıştır. Kafiyeyi basitleştiren bu yaklaşım şiir için ilerleme değil
çöküş olarak telakki edilmiştir.
Eleştiriler devam ettikçe Servet-i Fünûncular
yeni eserler vermeye devam etmişlerdir.
Servet-Fünûncuların en büyük endişesi
duygularını ayrıntıları ile getirecek, ruh hallerini inceden inceye tasvir ve
tahlil edecek bir dil ortaya koymaktı. Bu kaygılarla Halit Ziya’nın denediği ve
başarıyla uyguladığı terkibi ve tasviri cümle büyük bir yenilik olarak ortaya
çıkmıştır.
Ayrıntılı tasvir çabası, şiirde parnas
ekolünün etkisine girmelerine neden oldu. Parnasçılar tablo gibi şiir yazma
çabasındaydılar. Recaizade ve Abdülhak Hamid’in öncüsü olduğu tabiat
manzaralarının tesiri altındaki Servet-i Fünûncular parnas ekolünün şiirinde
aradıkları biçimi bulmuş oldular.
Servet-i Fünûncular dergiden ayrıldıktan
uzun zaman sonra kendilerine yöneltilen eleştirilere cevap vermişlerdir.
Sosyal meselelerle ilgilenmemeleri konusunu
devrin şartlarının uygun olmamasıyla izah ederler ki haklıdırlar da; II.
Abdülhamid döneminin sıkı sansür ve baskı ortamında sosyal meselelere temas
etmemeyi tercih etmeleri garipsenmemelidir. Ancak Servet-i Fünûncuların sosyal
konulara temas etmemelerinin asıl nedeni bu değildir. Servet-i Fünûncular
müreffeh kesimi romanlarında ele alır, bu romanların hitap ettiği çevre de
ağırlıkla aynı müreffeh çevrelerdir. Dolayısıyla geniş halk kitlelerinin
meseleleri, o çevrelerin meselesi olmadığı için, Servet-i Fünûncular belli bir
edebi içerikle kendilerini sınırladılar. Zira kendilerinden hemen önce Nabizade
Nazım ve Mehmet Emin gayet de toplumsal içerikli eserler kaleme almışlardı,
yani bu eleştiri sadece II. Abdülhamid’in baskı ve sansürüyle izah edilemez.
Servet-i Fünûncular eser verdikleri dönemin
kültürel gelişmelerine de kayıtsız kalmışlardır. Müziğe meraklı ve ilgili
olmalarına karşın o dönem Türk musikisindeki gelişmelere bigâne kalmışlardır
çünkü onların müzik sevgisi sadece batı müziğiyle sınırlıdır.
Tarihi konulara ise büsbütün uzaktırlar.
Servet-i Fünûncularda tarih bilinci yoktur.
Tevfik Fikret “Sis” adlı şiirinde
İstanbul’un Türkler elindeki tarihinden yeis duymaktadır. İstanbul’u Bizans’tan
geri kalan bir artık, paçavra gibi görür.
Halk edebiyatı, Servet-i Fünûncular tamamen
uzak durdukları bir diğer kültür unsurumuzdur.
Servet-i Fünûnculardan geriye üç hatırat
kalır:
Hüseyin Cahit’in hatıratı, Halit Ziya’nın
40 Yıl adlı eseri ve Ahmet İhsan’ın hatıratı.
Servet-i Fünûncular kaleme ara verdikten
sonra 1908 yılına dek edebiyatımızda bir durgunluk gözlenir. II. Meşrutiyet’in
ilanından sonra yeni isimler görülmeye başlar. Mehmet Âkif imzası Sırat-ı
Müstakim’de sık sık görülmeye başlar.
Bu dönemde imparatorluğun kurtuluşu için
farklı görüşler sivrilmeye başlar; Türkçülük ve Panislamizm bunlar arasındadır.
Sanata bakışta da çeşitlilik vardır bu
dönemde; bazı edebiyatçılar Batıyı örnek almaya ve onları taklit etmeye
taraftarken bazıları sanatın gayesinin yine sanat olduğu görüşündeydiler. Yine
bu dönemde toplumcu sanata ihtiyaç duyan edebiyatçılar ortaya çıkmıştır. Bu
çizgi milli ve milliyetçi düşüncelerle gelişmiştir.
Bu yeni neslin içinden bir gurup Fecr-i Âti Cemiyet-i Edebiyyesi adı
altında bir gurup kurarlar. Servet-i Fünûn mecmuası bu gurubun yayın organı
olur. Edebi beyanname neşretmeleri onların ayırt edici özelliğidir. Beyanname,
cemiyet kurulduktan 10-11 ay sonra neşredilir. Tam tarihi 1910 Şubat’ıdır.
Fecr-i
Âti Beyannamesi
Beyanname daha önceki edebi ürünlere atıfla
başlar. Beyannamede ne yapmak istediklerini maddeler halinde sıralarlar.
Beyannamenin tam adı: Fecr-i Âti Encümen-i Edebiyesi Beyannamesi’dir.
Beyanname, bizde edebiyatın üzerinde
durulmadığının tespitiyle başlar.
Edebiyatın verimli olduğu dönemlerde dahi
edebiyatın bizatihi kendisi hakkında fikir ortaya atılmamıştır. Dolayısıyla
edebiyat, yeterince ciddiye alınmamıştır.
Fecr-i Âti topluluğu bu noktada edebiyata
misyon yükler; edebiyat onlar için toplumu eğitecek, terbiye edecek bir
müessesedir.
Edebiyatımızı Avrupa edebiyatıyla aynı
seviyeye taşımak hedefindeydiler.
Bu amaca hizmet etmek için lisanı,
edebiyatı, fikri hayatı ve sosyal ilimleri ilerletmek gerekiyordu. Bütün bunlar
cemiyetin hedefleri arasındaydı.
Cemiyet tenkide çok önem veriyordu. Çeşitli
fikirlerin tartışıldığı bir ortam tesis edilebilirse, o tartışmalar içerisinden
hakikate ulaşılabileceğini umuyorlardı.
Çalışmalarının neticelerini toplayacakları
bir kütüphane tesis etmek istiyorlardı.
Yayın organı olarak Servet-i Fünûn’u adres
gösteriyorlardı.
Memleketin fikri ve içtimai ortamına katkı
yapacak Batı eserlerini tercüme etmek için teşebbüs oluşturacaklardı.
Halka açık konferanslar vereceklerdi. Bu
sayede halkın edebi bilgi ve kültürünü arttıracaklardı.
Batıdaki kültür ortamlarıyla temaslar
kuracaklardı. Böylece doğu ile batı arasında bir köprü kuracaklardı.
Fecr-i Âti topluluğu uzun ömürlü olamadı.
Aynı dönemde Genç Kalemler adı altında bir
başka topluluk hararetle çalışmalar yürütüyordu. Türkçedeki Arapça ve Farsça
unsurların külfet olduğunu ortaya atan Genç Kalemler, lisanı sadeleştirmek
üzere faaliyetlerde bulundu.
Fecr-i Âti topluluğu, Genç Kalemler’in bu
düşüncelerine tepki gösterdi. Türkçenin zenginliği Arapça ve Farsça ile
mümkündü onlara göre. İki gurup arasında münakaşa devam ederken Fecr-i Âti
topluluğundan Ali Canip ve daha sonra da Mehmet Fuat (Köprülü) cemiyetten
ayrılarak Genç Kalemler’in saffında, Türkülüğü savunurlar. Bu durum Fecr-i Âti
gurubunun sağlam bir zemin üzerinde kurulu olmadığını düşünmemizi sağlar. Bu
gurubun en sağlam üyesi Ahmet Haşim olmuştur.
Yine bu dönemde Mehmet Âkif’in şiirleri
Fecr-i Âti topluluğunu gölgeleyen bir diğer edebi vakıadır.
Bu gelişmelere rağmen Fecr-i Âti topluluğu,
edebiyatımıza sembolizmi yakınlaştırmıştır.
Ahmet
Haşim
Bağdatlı bir köy çocuğudur. Çölü tanıyarak
büyümüştür. Çöl tesiri şiirlerinde görülür. Çölün yakıcı sıcağına tezat olarak
akarsu da Ahmet Haşim’in şiirlerinde dikkat çekecek sıklıkta vurgulanır. Akşam
serinlerine yer vermesi de yine çöl iklimiyle alakalıdır.
Annesi hasta bir kadındır ve Ahmet Haşim’in
karakterinde çok önemli bir yeri vardır. Şiir yazdığı dönemde annesini
kaybetmiştir ve anne, bir hatıra olarak Haşim’in şiirlerinde yaşamaya devam
etmiştir.