20 Aralık 2012 Perşembe

16. Yüzyıl Türk Edebiyatı


XVI. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI

Ünite 1

16. Yüzyılda Siyasal, Kültürel ve Edebi Hayat

Osmanlı Devleti 16. yüzyıla Fatih’,n şehzadesi II. Bayezid’in yönetiminde girmiştir. Uzun Hasan’ın şahsında simgeleşen Akkaoyunlu tehdidi yerini Erdebil Tekkesi şeyhi ve Safevi Devleti’nin kurucusu Şah İsmail’e bırakmıştır. Timurluların üzerinde parlayan yıldız bu yüzyılda daha uzak ülkelere kaymış, Hindistan’da Babür Şah’ın temsil ettiği Türk-Hint İmparatorluğu kurulmuştur. Türkçe, bu geniş coğrafyada edebi dil olarak kullanılmış ve en parlak dönemini yaşamıştır.

Osmanlı Padişahları ve Şiirleri
16. Yüzyılın padişahları
II. Bayezid (1481-1512)
Yavuz Sultan Selim (1512-1520)
Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566)
II. Selim (1566-1574)
III. Murat (1574-1595)
III. Mehmet (1595-1603)

Kültürel gelişmeler siyasi gelişmeleri belli bir mesafeden izler. Bu yüzyılda Osmanlı devleti siyasi olarak büyürken bilim ve sanatta geri kalmaması gerektiğinin bilincine vakıftı. Devletin bilim ve sanata verdiği destek devlet yapısı güçlendikçe artmaya devam etmiştir.
Osmanlı sultanları ve şehzadeleri himaye ettikleri bazı sanat dallarında yetenekleri doğrultusunda eserler vermişlerdir.
II. Bayezid (Adlî)
Yavuz Selim (Selimî)
Sultan Süleyman (Muhibbî)
II. Selim (Selimî)
III. Murat (Muradî)
Şehzadelerden;
Cem Korkut (Harimî)
Mustafa (Muhlisî)
Bayezid (Şahî) tanınmış şairlerdir.

II. Bayezid (Adlî)
Tahta geçişinin ilk yıllarında iç ve dış siyaset büyük ölçüde İshak Paşa ve Gedik Ahmet Paşa’nın istekleri doğrultusunda biçimlendi. Kardeşi Cem’in taht mücadelesini 1481’de kaybedip Mısır’a kaçışından Rodos şövalyelerinin elinde ölümüne kadar (1495) saltanatında temkinli hareket eden II. Bayezid, bu tarihten sonra donanmasını hazırlayarak Venedik seferine çıkar (1499-1502). Bu sırada doğuda Safevî tehdidi baş gösterir. Şah İsmail 1502 ve 1507’de iki defa Osmanlı topraklarına girer. 1511 yılında Şahkulu önderliğinde Teke yöresinde bir ayaklanma çıkarır. Safevî tehdidi büyüyerek Bursa’ya kadar varlığını hissettirir. Şehzade Selim, duruma daha fazla seyirci kalamaz ve yeniçerilerin desteğini arkasına alarak 24 Nisan 1512 yılında babasını tahttan indirir.

II. Bayezid şehzadeliğinde bulunduğu Amasya’nın kültürel ortamından iyi şekilde istifade eder. Onun zamanında Amasya çevresindeki şairlerin başında Taci Bey’in oğlu Cafer Çelebi (öl. 1515) ile Müeyyezade Abdurrahman (öl. 1516) gelir. Müeyyezade Hatemî mahlasıyla şiirler söylediği halde bilgin / âlim olarak tanınır. Torunu Âşık Çelebi (Meşairü’ş-Şu’ara’nın müellifi, öl. 1571) başta olmak üzere, şair Kemal Paşazade, Hafız-ı Acem, Necati Bey (öl. 1509) ve Zatî (öl. 1546) gibi birçok bilgin ve sanatkârın yetişmesine ön ayak olmuştur.

II. Bayezid ile Hüseyin Baykara’nın mektuplaştıkları bilinir. Herat, Hüseyin Baykara döneminde (1469-1506) şiir, musiki, hat, nakış gibi sanatlarda çok ileri mesafeler kat etmiştir.
Hüseyin Baykara’nın Ali Şir Nevayî (1441-15010) ve Molla Cami (1414-1492) ile kurduğu ilişki Osmanlı şairleri tarafında yönetici sanatkâr ilişkisinin örneği olarak alınmış ve takdim edilmiştir.

Adlî mahlasıyla söylediği şiirler Adlî Divanı adıyla Yavuz Bayram tarafından yayımlanmıştır (Amasya, 2009).

Yavuz Sultan Selim (Selimî)
Kısa süren saltanatına önemli zaferler sığdırmıştır. Dönemin şairleri onun seferlerini destansı dille işleyen Selimnameler yazmışlardır.
Sanatkâr ve bilginleri himaye etmiştir. Tacizade Cafer Çelebi, Müeyyezade Abdurrahman Çelebi, Zembilli Ali Efendi ve İbni Kemal, Yavuz’un dönemindeki kültür ve bilim ortamının renkli simalarıdır.

Farsça şiirle söyleyen Selim’in mücadele ettiği Safevî lideri İsmail ve Memlük lideri Kansu Gavrî’nin Türkçe şiirler söylemiş olmaları ilginçtir. Şiirleri Ali Nihat Tarlan tarafından yayımlanmıştır (İstanbul 1946). “Neyi ki şîve mi ki cevr mi ki nâz mı ki” dizesini yinelediği şiirleri vardır. Bu dize Ahmet Muhip Dıranas ve Melih Cevdet Anday’ı etkilemiş ve bu şairler aynı dize ile biten şiirler yazmışlardır.

Kanuni Sultan Süleyman (Muhibbî)
Siyasi alanda Osmanlı Devleti’ni dünyanın süper gücü haline getiren Sultan Süleyman kültür, sanat ve bilimde de ülkesine aynı başarıları kazandırmıştır. Onun döneminde açılan Süleymaniye medreseleri bilimin gelişmesi için gerekli koşulları sağlamıştır. Yazdığı şiirler ve koruyup gözettiği şairler ile Osmanlı şiirini zirveye taşımıştır. Sultan Süleyman’ın sanatkârları himaye eden tutumu Sadrazam İbrahim Paşa ve Defterdar İskender Çelebi başta olmak üzere Kınalızade Ali, Nişancı Celalzade Mustafa Çelebi, Kazasker Kadri Efendi, Şeyhülislam Kemal Paşazade, Şeyhülislam Ebusuud Efendi ve Katibî mahlasıyla şiir söyleyen Seydi Ali Reis gibi devrin bürokrat ve devlet adamları tarafından da benimsenmiştir.

Muhibbî, Osmanlı edebiyatında Zatî ve Edirneli Nazmî’den sonra en çok gazel yazan şairidir. Muhibbî Divanı, Coşkun Ak tarafından yayımlanmıştır (Ankara, 1987).
Şehzade Mustafa (1515-1553) Muhlisî ya da Mustafa mahlasıyla şiirler söylemiştir. Maiyetinde çok sayıda şair barındıran Şehzade Mustafa ardından en çok mersiye yazılan kişidir.

Divan şiirinde şairlerin kendi psikolojik sıkıntılarını dile getirmeleri hoş karşılanmamıştır. Kişisel problemlerin dile getirildiği şiirlere hasb-i hal tarzı şiir adı verilmiştir. Bu tarz şiirler Cem Sultan ve Şehzade Bayezid’in eserlerinde karşımıza çıkar.

II. Selim (Selim / Selimî)
Onun dönemindeki Kıbrıs’ın fethi(1571) Osmanlıların son büyük askeri başarısıdır.
Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız
  Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden
Örneklenen beyti çok ünlüdür.

III. Murat (Muradî)
Döneminde doğuda İranlılarla batıda da Habsburglarla savaşlar yapıldı. Şehzadesi Mehmet için yaptırdığı oldukça gösterişli sünnet düğünü Gelibolulu Ali’nin Cami’u’l-Buhur Der-Mecâlis-i Sûr adlı 2725 beyitlik eserine konu olur.

III. Murat Osmanlı sultanlarının en bilginlerinden biri kabul edilir. Şeyhülislam Mehmed Sadeddin Efendi, Bekai Efendi, Şeyh Şüca Efendi, Tiryaki Hasan Paşa gibi isimler tarafından yetiştirilmiştir.

Muhibbî’den sonra en çok gazel söylemiş sultandır. Muradî Divanı’nda 1567 gazel vardır. Farsça söylediği 39 gazel Futuhat-ı Ramazan adlı eserdedir.  Saatçilik, nakkaşlık ve meddah hikâyelerine merakı vardı.

III. Mehmet
Ekonomik sıkıntılar yaşayan Osmanlı Devleti onun döneminde Celali isyanlarıyla sarsılmıştır. Durumdan yararlanan Safevi lideri Şah Abbas, Osmanlı birliklerinin Anadolu’ya çekilmesini sağlamıştır. Parıltılı dönem sona ermektedir.

Edebi Muhitler ve Hamiler
Geniş kitlelerin okuma-yazma imkânlarına erişmediği dönemlerde sanatçılar, iktidar ve seçkin sınıfın himayesine muhtaç idi. Osmanlı devleti öncesinde Türk ve İslam devletlerinde de hamilik sistemi vardı.

Fatih’in İstanbul’u bilim ve sanat merkezi haline getirme çabası sonraki dönemlerde de kabul görmüş ve bu yönde uygulamalar gelenek haline gelmiştir.

Yavuz Sultan Selim çıkığı seferlerde himaye ettiği şairleri yanına alarak sefer tarihini nazmettirirdi. Onun döneminde yazılan çok sayıda Selimname’nin sebeplerinden biri de budur. Yavuz, ayrıca ülke dışındaki şair ve İslam dünyasındaki önemli isimleri Osmanlı topraklarına davet etmiştir.

Selimnameler Yavuz Sultan Selim’in saltanatını konu edinen manzum veya mensur eserlerdir. Bu eserler, devrin sosyal, siyasi ve kültürel olaylarını anlatmalarının yanında üsluplarından dolayı edebi değer de ifade ederler. Selimnameler daha sonra ortaya çıkacak olan Süleymannameler’le birlikte devletin en güçlü olduğu dönemleri anlattıkları için baştan sona zaferlerle doludurlar.

16. yüzyılda Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere yirmi kadar Selimname yazılmıştır.
İshak Çelebi (öl. 1573)
Keşfi (öl. 1525)
İdris-i Bitlisi (öl. 1521)
Kemal Paşazade (öl. 1534)
Celalzade Mustafa Çelebi (öl. 1567)
Şükri, Sücudi, Şiri, Edayi ve Hoca Sadettin belli başlı Selimname yazarlarıdır.

Sultan Süleyman döneminde yüzlerce şair ve bilgin padişahın himayesinde yaşamıştır. Başlıcaları; Gazali mahlaslı Deli Birader, Hayali Bey, Fethullah Arif Çelebi, Taşlıcalı Yahya, Baki, Fevri, Nakkaş Balizade Rahmi, Edayi, Sürurui, Gubari, Lamii Çelebi, Edirneli Nazmi, Ubeydi ve Dai’dir.
Sultan Süleyman döneminde yazılan Süleymannameler’in kaynağı Selimnameler’dir. Muhteva bakımından benzerlik gösterirler. Elli civarında Süleymanname vardır. Ferdi (öl. 1525), Şemsi Ahmet (öl. 1580), Nevi (öl. 1599), Hadidi (öl. 1559) ve Gubari (öl. 1566) önemli Süleymanname yazarlarıdır.

Sultanlar dışında devlet erkânından isimlerde şair ve bilginleri himaye etme yarışı içine girmişlerdir. Sultan Selim döneminin kazaskerlerinden Müeyyezade Abdurrahman (öl. 1516), Taczade Cefer Çelebi (öl. 1515), Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından Remzi mahlasıyla şiirler yazan Pir Mehmed Paşa (öl. 1532), İbrahim Paşa (öl. 1536), Rüstem Paşa (öl. 1561), Şeyhülislam Kemal Paşazade, Kazasker Kadri Çelebi, Defterdar İskender Çelebi (öl. 1535) nişancı Celalzade Mustafa Çelebi (öl. 1567) Katibi mahlasıyla şiirleri olan Seydi Ali Reis (öl. 1563) konaklarında toplantılar düzenleyen, musiki ustalarını çevrelerinde toplayan devlet adamlarıdırlar.

Sultanlar, şehzadeler ve devlet adamları dışında Osmanlı ordusuna bağlı Mihaloğlulları, Turhanlılar, Yahyalılar, Malkoçoğulları gibi akıncı aileleri de şair ve bilginleri himaye ederlerdi. Akıncı aileleri sınıra yakın bölgelere yerleşmiş oldukları için kendilerine merkezler belirlerlerdi. Evrenesoğulları Vardar Yenicesi’ni, Mihaloğulları Plevne’yi, Turhanlılar da Mora’yı merkez edinmişlerdi. Bu akıncı merkezleri de zaman içinde kültür merkezi hüviyeti kazanmıştır.

Divan Şairleri
Osmanlı şiiri 16. yüzyıla kadarki gelişme devrini bu yüzyılda ortaya çıkan büyük şairler ile birlikte tamamlamış ve ileri örneklerini vermiştir.  Bu dönemde Osmanlı şiiri simgeci ve kavramsal bir derinlik kazanır. Üslup açısından Şeyhi ve Ahmet Paşa tarafından temeli atılmış olan klasik üslup yüzyıla damgasını vurmuştur.

Baki (öl. 1600), Fuzuli (öl. 1556) ve Hayali (öl. 1557) dönemin en büyük şairleridir. Üç dilde yazdığı şiirleri sebebiyle Osmanlı coğrafyasının tamamında tanınan Fuzuli bütün yüzyıllar içinde en çok okunan divan şairidir.

II. Bayezid devrinde İstanbul’a gelmiş olan Zati, 30-40 yıl boyunca şairlerin hocası, yol göstericisi olarak kabul görmüştür. Hayali Bey, Sultan Süleyman’ın en gözde şairlerindedir. Yeniceli Usuli (öl. 1538) Osmanlı şiirindeki Rumeli duyuş tarzının gelişmesine katkı sağlamıştır.
Yeniceli bir diğer önemli isim ünlü Mevlevi şeyhi Yusuf-ı Sineçak’ın kardeşi Hayreti’dir (öl. 1535).
Yeniceli ve dahası Rumeli kökenli şairler şiirlerine yerel unsurları da dahil etmişlerdir. Rumeli’de yetişip İstanbul’a gelen Hayali ise Baki yetişene kadar Osmanlı şiirinin en büyük ustası kabul edilmiştir.  

Kaside ve gazel ustası Baki, neşesi, coşkunluğu ve rindliğiyle Nedim’i hazırlayan şairdir.
16. yüzyılın kaside ve gazeldeki başlıca şairleri:
Sultan Selim’in Trabzon’dayken musahibi ve hocası olan Halimi (öl. 1517), Ahi Benli Hasan (öl. 1517), Nacak Fazıl diye anılan Nihani (öl. 1519), Bihişti Sinan Çelebi (öl. 1520), Tali’i Mehmed Çelebi (öl. 1516), Hayali Abdülvehhab Çelebi (öl. 1523), Revani (Şiirleri şarap, meyhane ve rintlik üzerinedir, öl. 1523), Figani (Sultan Süleyman’ın şehzadesi Mustafa ve Sadrazam İbrahim Paşa için söylediği kasideleriyle tanınmıştır, öl. 1532), Kemalpaşazade Şemsettin Ahmed (öl. 1534), Hayreti (öl. 1534), İshak Çelebi (üç dilde şiirler söylemiştir, öl. 1536), Nihali Cafer Çelebi (öl. 1542).

Edirneli Nazmi (öl. 1554) Türk edebiyat tarihinin en çok gazel yazmış olan şairidir. 7777 gazeli vardır. Bursalı Rahmi (öl. 1567), Celili (Divan, Gül-i Sad-berg adlı eserleri vardır, öl. 1569), Fevri (öl. 1570?), Yahya Bey (Hamsesi vardır, 34 kaside ve 515 gazelden oluşan büyük bir de Divan’ı vardır, öl. 1582), Nevi (Baki ve Hayali’den sonra yüzyılın en büyük üçüncü şairi sayılır, öl. 1599), Galibolulu Mustafa Ali (şairliğinin yanında iyi de bir tarihçidir, en fazla Türkçe şiir söylemiş dördüncü şairdir(diğerleri Edirneli Nazmi, Muhibbi ve Zati), öl. 1600), Bağdatlı Ruhi (Terkib-i bendi ile tanınır, öl. 1606).
Kültür ve eğitim seviyesi yüksek çevrelerin dışında da önemli şairler yetişmiştir. Ümmi çevrelerden gelen bu şairlerin pek çoğu ümmiliği mahlas olarak kullanmışlardır. Ümmi Sinan (öl. 1551?), Cemili, Rayi, Talibi, Siyabi, Enveri (öl. 1547), Meşrebi (öl. 1554?), Bidari (öl. 1560?) ve Valihi bu çevrelerin önemli isimleridir.

1436 yılında Ömer b. Mezid tarafından toplanmış ilk nazire mecmuası Mecmuatü’n-Nezair sonra edebiyatımızda tanınmış nazire mecmuaları 16. yüzyıl tarihlidir.
Eğirdirli Hacı Kemal, Cami’ün-Nezair (1512), 266 şair ve 3170 şiire yer verir.
Edirneli Nazmi, Mecma’ü’n-Nezair (1523), 243 şair ve 3356 nazireye yer verir.
Pervane b. Abdullah, Mecmu’a-i Nezair (1560), 525 şairin 7360 naziresine yer verir.
Budinli Hisali, Metaliü’n Nezair (1652).

Nazire mecmuaları biyografi tarihinin de ilk örnekleridir.
Yazıdan çok sözün dolaşımda olduğu gelenekte nazirecilik oldukça önemlidir. Osmanlı şiirinin yerelleşmesine katkı yapmıştır.
Divan tertip eden şairlerin hece ölçüsünde de şiirler söylemeleri bir diğer yerelleşme emaresidir. Meali, Usuli, Zaifi, Âşık Çelebi, Fevri ve Muradi (III. Murat) hece ölçüsü kullanmış şairlerdir.


Ünite 2

Azeri ve Çağatay Sahası Türk Edebiyatı
Doğu Türkçesi 15. yüzyıldan itibaren Ali Şir Nevai’nin eserleriyle ilerleme kaydeder. Çağatay Edebiyatı, Ali Şir Nevai ve onun etkisi altında yazılan eserlerle şekillenmeye başlar. Çağatay edebiyatını besleyen ikinci kaynak, Kuzey Hindistan’da varlık sürmüş olan Babürlerdir.

Azeri Sahası Türk Edebiyatı
15. yüzyılda Karakoyunlular (1351-1469) ve Akkoyunlular (1350-1514) egemenliğinde kalmış olan Azeri sahası çeşitli inançların bir arada yaşandığı bir coğrafyadır. Bu bölge 16. yüzyıldan itibaren Safevilerin egemenliğine girmiştir. Azeri sahasının en büyük şairi Fuzuli 16. yüzyılda yaşamıştır. Hatayi, aynı yüzyılda yaşamış bir diğer önemli şairdir.
Şah Abbas döneminden itibaren Erdebil Tekkesi, tasavvufi şiiri terk ederek Şiiliğin Safevi yorumunu (gulat) yaymak üzere şiirler söylemeye başlamıştır (bu nedenle şiir dili olarak Farsça değil Türkçe tercih edilmiştir). Sünni sanatkârlara hayat hakkı tanımayan Erdebil Tekkesi, Sünni şairlerin başka coğrafyalara yönelmesine sebep oldu, bu durumdan Osmanlı Sarayı ziyadesiyle kazanç sağladı.

Şah İsmail (Hatayi)
23 Eylül 1486’da Erdebil’de doğdu. Babası Safevi Şeyhi Haydar; Annesi, Uzun Hasan’ın kızı Alemşah’dır. 1502 yılında Tebriz’i ele geçirerek şah unvanını alır. Düşüncelerini yaymak için topraklarını genişletmek isteyen Şah İsmail’in ilerlemesi Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferi’yle sona erer (1514). Şah İsmail, 23 Mayıs 1524’de ölür.
Nesimi, Habibi ve Ali Şir Nevai’nin etkisinde kalan Şah İsmail, Türkçenin en güzel gazellerini yazmıştır. Şair padişahların hemen hepsinde görülen mısra ve beyit tekrarı, aynı redif etrafında oluşan benzetmelerin yinelenmesi, Hatayi’nin eserlerinde de karşımıza çıkar. Gazelleri dışında önemli bir başka eseri de Dehname adlı mesnevisidir.

Hatayi Divanı: Bilinen en eski nüshası 1535 tarihli Mahmud Nişapuri tarafından istinsah edilmiş yazmadır. Şair tezkireleri ve cönklerde Şah İsmail’e ait olmadığı halde Hatayi mahlasıyla yazılmış şiirlerin yer bulması nedeniyle başka şairlerin şiirlerinin divana sızmış olma durumu vardır (İbrahim Arslanoğlu, Mirza Resul İsmailzade, Ekber N. Necef ve Babek Cavanşir Hatayi’nin şiirlerinin yayımlamışlardır).
Dehname: Fars ve Çağatay edebiyatında örnekleri bilinen dehnamelerin (on mektup) Azeri sahasındaki ilk örneğidir. Hecez bahrinin mef’’ulü mefâ’ilün fe’ûlün kalıbıyla yazılmıştır. Bazı mısralarda bu veznin mef’ûlün fâ’ilün fe’ûlün şekline dönüşerek sekt-i melih yapıldığı görülür. Aşk konulu yaklaşık 1500 beyitten mürekkep eser 1506 yılında tamamlanmıştır.
Nasihatname: Dini görüşlerinin yer aldığı küçük bir mesnevidir. 184 beyitten mürekkeptir.

İbrahim Gülşeni
Diyarbakır doğumlu olduğu tahmin edilen İbrahim, henüz iki yaşındayken babası vefat eder. Amcasının himayesinde eğitimini sürdürür. Tebriz’de tanıştığı Kazasker Molla Hasan’ın yardımıyla medrese eğitimi görür. Dede Ömer Ruşeni, Tebriz’e geldikten sonra İbrahim’i irşat eder. Dede Ömer, ölümünden önce İbrahim’i halifesi ilan eder. İbrahim, bu yolla İbrahim Gülşeni olmuştur.
Akkoyunluların otoritesi zayıfladıktan sonra Diyarbakır’a giden Gülşeni, Safevilerin bölgeyi tehdit etmesi üzerine önce Maraş’a sonra da Kudüs’e gider. Kudüs’te erbain çıkardıktan sonra Kahire’ye gider. Yavuz Sultan Selim Mısır’ı aldıktan sonra Gülşeni’ye ilgi göstermiş ve dergâhını kurması için zatına arazi tahsis etmiştir. 1534’te Mısır’da vefat etmiştir.
İlk şiirlerini Heybeti mahlasıyla söylemiş daha sonra Gülşeni mahlasıyla şiirlerine devam etmiştir. Arapça şiirlerinde Halili mahlasını kullanmıştır. Gazellerinin makta beytinde kendi mahlasıyla birlikte Ruşeni’yi anmıştır.
Türkçe konusunda hassasiyet gösteren Gülşeni, soyunu Oğuz Kağan’a dayandırmaktaydı. Halvetiliği benimseyip Mevlevilik yorumunu ekleyerek sufi gelenekte yeni bir kol oluşturan Gülşeni, şiirleri kadar mistik tecrübeleriyle de kültür hayatımız açısından çok önemli bir şahsiyettir.
Eserleri Üç dilde eserler vermiştir.
Türk edebiyatı açısından en önemli eseri Türkçe şiirlerini içeren divanıdır. Pendname, Razname, Kıdemname ve Çobanname diğer Türkçe eserleridir.
Mevlana ve Hafız-ı Şirazi etkisinde söylediği gazellerini Farsça divanında bir araya getirmiştir. Rubailerini Kenzü’l-cevahir adlı bir kitapta toplamıştır. Farsça eserlerinin en önemlisi Manevi’dir.
Manevi: Mesnevi’ye nazire olarak yazıldığı söylenen eser 40 bin beyittir.

Çağatay Sahası Türk Edebiyatı
En görkemli dönemini Hüseyin Baykara zamanında (1469-1506) Herat çevresinde yaşar. 16. yüzyılda Çağatay edebiyatı, Şeybaniler ve Babürler tarafından temsil edilir.

Babür Şah
Zahirüddin Babür Şah, 14 Mart 1483’te Fergana’da doğdu. Timur’un torunlarından Ömer Mirza’nın oğludur. Çağatay edebiyatının Ali Şir Nevai’den sonraki en büyük ismidir. Babürname dünyaca ünlü bir eserdir. Türkçenin farklı coğrafyalarda konuşulmasına katkıları olan Babür Şah, güzel sanatlara düşkün bir devlet adamıydı. Hat sanatında hatt-ı Babüri diye bilinen bir tarzı icat etmiştir. 
Babürname: Babür’ün en ünlü eseri Vekayi adıyla bilinen hatıratıdır.
Babür Divanı
Aruz Risalesi: Aruz veznini ve nazım biçimlerini Farsça ve Türkçe örnekler vererek açıkladığı eseridir.
Mübeyyen: Hanefi fıkhıyla ilgili konuları mesnevi biçiminde fe’ilâtün mefâ’îlün fe’ilün ölçüsüyle anlattığı bu eserini çocukları Hümayun ve Kâmran’a öğüt amacıyla yazmıştır.
Risale-i Validiyye: Ubeydullah Ahrar’ın sufi ahlakıyla ilgili eserinin mesnevi biçimindeki uyarlamasıdır.


Ünite 3

Türk Edebiyatının İki Zirve Şairi

Fuzuli (1483-1556)
Hayatı boyunca Bağdat ve Kerbela çevresinde yaşayan Fuzuli’nin, İstanbul’dan uzak kalması ve Şii mezhebine bağlı olması nedeniyle şair tezkirelerinde adına pek rastlanmaz. Türkmenlerin Bayat boyuna mensup olduğu tahmin edilen Fuzuli’nin doğum yeri ve tarihi hakkında kesin bilgilere sahip değiliz.
Asıl adı Mehmet’tir. Babasının ismi ise Süleyman’dır. Âlim kişiliğinden ötürü Mevlana Fuzuli diye bahsi geçer. İlk kasidesini Akkoyunlu Elvend Bey’e sunmuştur. Ali bin Muhsin’e de kasideler sunduğu bilinir. 1508 yılında Bağdat Şah İsmail’in eline geçince Beng ü Bade adlı mesnevisini ona takdim eder. Bağdat valisi İbrahim Han Musullulu’ya da kaside ve terci-bent sunmuştur. 1534’te Kanuni Bağdat’a geldiğinde Kanuni ve yakınındaki devlet adamlarına şiirler takdim ederek onların yakınlığını kazanmaya çalıştı.  
Necef’teki Hz. Ali Türbesinde türbedarlık yaptığını sandığımız Fuzuli, ölümüne dek bu çevrede yaşamış olmalıdır (bu varsayıma göre).

Türkçe ve Farsça divanlarının dibacelerinde şiir hakkındaki görüşlerini ortaya koymuştur.
Şiirlerinde okuyucuyla bütünleşen ve okurları etkisi altına alan yalın, içten bir söyleyiş vardır.
Şiirleri, duyguları en ince ayrıntılarına kadar ifade eder. Sözcüklerin çağrışım gücüne inanır. Çok anlamlı kelimeleri sıklıkla kullanır. Gazellerinde sadelik ve halk zevkleri, kasidelerinde ise düşünce ve belagat öne çıkar. Coşkusunu gazellerinde, bilgin tavrını ise kasidelerinde ortaya koyar.
Kullandığı dil ağırlıkla Azeri Türkçesinin özelliklerini yansıtır. Osmanlı Türkçesi ve Çağatay Türkçesinden de uzak durmadığı için geniş coğrafyalarda şiirleri okunmuştur.
Fuzuli’nin şiiri Türkçenin aruza uyum sürecindeki önemli aşamalardan biridir. Şiirlerinde imale ve zihaf gibi aruz arızaları yok denecek kadar azdır.
Şiirlerinde asla gözden düşmeyecek evrensel temaları işlemiştir.
Aşk imiş her ne var âlemde” dizesiyle aşkın bir durum değil varlık sebebi olduğunu ifade eder.

Fuzuli’yi Etkileyen Şairler ve Fuzuli’nin Etkileri
Fars şairlerden Hafız, Molla Cami, Nizami ve Selman-ı Saveci’nin şiirlerinden ilham almıştır. Türkçe şairlerden ise aynı lehçenin temsilcisi Habibi’nin tesiri altında kalmıştır. En fazla ilgi duyduğu ve birçok şiirine nazire yazdığı isim Ali Şir Nevai’dir. Necati ve Nevayi’nin bazı şiirleri için de nazire söylemiştir.
Fuzuli’den etkilenmemek mümkün olamadığı gibi onun şiirleri için nazire söylememiş divan şairi yok gibidir. Hemen her cönkte şiirlerine rastlanması halk arasında da çok sevildiğinin göstergesidir.
Şiirlerinin yanı sıra kelam ilmiyle ilgili Matla’u’l-itikad fi marifeti’l-mebve ve’l-me’ad adlı bir eseri vardır.
Divanı mensur bir mukaddime ile başlar. Divandaki kasidelerden en meşhuru “su” redifli naattır. Divanda 3 yüz kadar gazel yer alır.
Molla Cami’ye ait olan kırk hadis şerhini Türkçeye uyarladığı bir eseri daha vardır.
Türkçe gazelleri, Leyla vü Mecnun mesnevisi ve Hadikatü’s-Süeda adlı makteli halk arasında meşhurdur.

Baki (1526/27 – 1600)
Asıl adı Mahmut Abdülbaki’dir. İstanbul’da doğdu. Babası Fatih Camii müezzinlerinden Mehmet Efendi’ydi. Genç yaşta söylediği şiirleri, Beyazıt Camii avlusundaki dükkâna giderek Zati’ye gösterir. Duyduğu şiirin karşısındaki gence ait olamayacak kadar güçlü olmasından dolayı, Zati, Baki’ye tazmin yapmaması için uyarılarda bulunur. Daha sonra şiirlerin Baki’ye ait olduğundan emin olunca takdirlerini sunar.
İlerleyen yıllarda saray çevrelerinin beğenisini kazanan Baki, Kanuni’nin gözde şairleri arasında başı çekmiştir. Kanuni’nin ölümünden sonra Murat Paşa Medresesi müderrisliğinden azledilen Baki’nin hayatı iniş-çıkışlı bir döneme girdi. 1570’li yıllarda Sokullu’nun dikkatini çekmeyi başaran Baki, Padişah için yazdığı nazireler ve kasidelerden sonra 1573’te Sahn müderrisliğine tayin edildi. III. Murat döneminde Süleymaniye müderrisi oldu. 1576’da Selimiye müderrisliğine, 1579’da da Mekke kadılığına atandı. 1584 ve 1586 yıllarında iki dönem İstanbul kadısı olarak görev yaptı. Aynı yıl Anadolu kazaskeri oldu.
Rumeli kazaskerliği ve nihayetinde Şeyhülislamlık makamlarında gözü olan Baki 1592’de Rumeli kazaskeri oldu. Üç ay sonra da emekli edildi. 2 yıl emeklilikten sonra III. Mehmet’in tahta çıkmasıyla kulis çalışmalarına başlayan Baki Sultan’ın ilgisini çekti ve yeniden Rumeli kazaskerliğine atandı. 6/7 ay sonra görevinden azledildi (başkaları da kulis yapmaktaydı). 1598’de aynı makamı üçüncü kez ele geçirdi. Şeyhülislamlık hedefi için ise ömrü vefa etmedi. 7 Nisan 1600’de vefat etti.  

Baki, Osmanlı şiirinde klasik söyleyişin en büyük üstadı kabul edilir. Şiirlerinde mana ve aruz uyumu en üst seviyededir. Fuzuli’nin aksine Baki’de coşkulu ilhamlar yoktur. Baki şekil mükemmeliyetine önem verir. Şiirini ince hayallerle, nüktelerle süsler. Tevriye ve harf oyunlarıyla zenginleştirdiği dizelerinde saklanmış olan ikincil manaları yakalamak kolay değildir. Şiirlerinde tabiat ve İstanbul’da çizgilere sıkça rastlanır.
Âvâzeyi bu âlemde Dâvûd gibi sal
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sedâ imiş

Eserleri
Divanını kırk yaşlarındayken, Kanuni’nin isteğiyle tertip etmiştir. 1994 yılında hazırlanan Baki Divanı’nda 27 kaside, 9 musammat ve 548 gazel vardır. Divanında dini içerikli naat, münacaat gibi şiirler bulunmaz.
Fezâilü’l-Cihad: Muhyittin Ahmet b. İbrahim’e ait, kısa ado Meşari’u’l-Eşvak olan ve cihadın faziletlerinden söz eden eserin tercümesidir.
Fezail-i Mekke: Sokullu’nun emriyle Arapça’dan tercüme ettiği bu eseri III. Murat’a sunmuştur.
Mealimü’l-Yakin fi Sireti Seyyidi’l-Mürselin: Şehabettin Ahmet b. Hatib el-Kastallani’nin Mevahibü’l-Ledüniyye adlı siyerinin tercümesidir.


Ünite 4

Klasik Dönem Divan Şairleri

Zati (1471-1546)
Balıkesir de doğdu. Çizmecilik mesleğiyle hayata atıldı. Remil merakı ve sözün sırlarının keşfi peşinde İstanbul’a gitti. Hadım Ali Paşa’nın himayesine girdi. Şiirleri beğenildi ve İstanbul’da yaşamaya devam etti.
Zati’nin Bayezid Cami yakınındaki remilci dükkânı şairlerin uğrak yeri olur. Genç şairlerin de kendilerini gösterdikleri, sınadıkları bir mekân haline gelir Zati’nin remilci dükkânı. Necati’nin şiirlerinde öne çıkan yerlileşme arzusunu devam ettirir. Başta Bakî olmak üzere devrin pek çok şairine kılavuzluk etmiştir. 1825 gazeli vardır. Gazelleri dışında Edirne Şehrengiz’i türünün ilk örneği durumundadır. Şem ü Pervane adlı mesnevisi aynı konuyu işleyen diğer eserlere kıyasla daha çok rağbet görmüştür. Şairin bir de Letaif’i vardır.

Hayali (1497/99-1556/57)
Asıl ismi Mehmet, lakabı ise Bekâr Memi’dir. Vardar Yenicesi’nde doğdu. Kısa zamanda Kanuni’nin yakın çevresine dahil olmuştur. Hayali’yi destekleyen İbrahim Paşa ve İskender Çelebi’lerin vefatlarından sonra onu çekemeyenler saraydan uzaklaştırılmasını sağlamıştır. Son dönemlerini Edirne’de geçirdi. Rumeli şairlerinin eserlerinde görülen dünyaya karşı mesafeli duruş, samimi eda, yerlilik arzusu ve tasavvufi heyecan, şiirlerinde göze çarpar. Gazelleriyle çağdaşlarını ve ileri dönem şairlerini etkilemiştir. Bilinen tek eseri Hayali Divanı, Ali Nihat Tarlan tarafından yayımlanmıştır (1945).

Nevi (1533/4-1599)
Asıl ismi Yahya’dır. III. Murat tarafından şehzade hocası olarak görevlendirilir. III. Mehmet ve III. Murat dönemlerinde olağanüstü ilgi görmüştür. Vefat ettiğinde geride otuzdan fazla eser bırakmıştır. Kasideleri arasında Şehzade Mehmet’in sünnet düğünü vesilesiyle yazdığı Suriyye meşhurdur. Hocalığını yaptığı şehzadelerin öldürülmeleri üzerine söylediği mersiyeleri de ünlüdür. Berceste mısraları ve gazelleriyle ünlüdür. Biyografi yazarı oğlu Atayî, babasının otuzdan fazla eser yazdığını belirtir. Çeşitli bilimlerden söz eden ansiklopedik Netayicü’l-Fünün çok ilgi görmüştür. En önemli eseri Nevi Divanı’dır.

Emrî (Öl. 1575)
Asıl ismi Emrullah’tır. Edirne’de doğdu. Hayatı boyunca devrin ileri gelenlerinden uzak durmuştur. Kimse için övgü şiiri yazmamıştır. Esrar tutkunu olduğu kaynaklarda kayıtlıdır.
Muamma şairi olarak tanınır. Muamma konusunda o kadar ileridir ki muammalarının çözümünü içeren eserler neşredilmiştir. Emri Divanı ve muammaları M. Yekta Saraç tarafından yayımlanmıştır (2002).


Ünite 5

Klasik Dönem Divan Şairleri II

Lamiî Çelebi (1472-1534)

Farsçadan, özellikle Abdurrahman Cami’den yaptığı çevirilerle divan şiirinde farklı arayışları temsil eden kilit isimlerden biridir.
Bursa’da doğdu. Asıl adı Mahmut’tur. Dedesi Nakkaş Ali, Bursa’daki Yeşil Cami ve Yeşil Türbe’nin nakışlarını icra etmiştir. II. Bayezid döneminde adını duyurmaya başlayan Lamiî Çelebi, asıl ününe Yavuz Sultan Selim döneminde ulaşmıştır. 1509’da kaleme aldığı Hüsn ü Dil adlı eserini Yavuz’a sunduktan sonra kendisine 30 akçelik aylık bağlanmıştır. Saygın bir kişiliktir. Âşık Çelebi onun için “şi’r ü inşâyı şîr ü şeker gibi cem’ etti” diyerek onun hem nazımda hem de nesirdeki başarısına dikkat çekmiştir. Çağdaşı Gelibolulu Ali’de onun nesirdeki üstünlüğünü, Şerefü’l-İnsan ve Şevahidü’n-Nübüvve adlı eserleri överek belirtmiştir. Divanı dışında on altı manzum eseri vardır. İki hamse oluşturabilecek kadar çok eser yazmıştır. Mesnevilerinde kendisinden önce hiçbir şairin ele almadığı birçok konuyu işlemiştir.
Lamiî Çelebi’nin eserlerinde tasavvuf önemli yer tutar. Bursa’da Emir Ahmed Buhari’ye bağlanıp Nakşibendi tarikatına girmiştir. Kendisi gibi Nakşi olan Abdurrahman Cami ile tanışıp onun eserlerini tercüme ederek Cami-i Rum lakabını almıştır.
-          Üretken (velud) bir şair ve yazardır.
-          İki hamse sahibidir.
-          Nesirde üstattır.
-          Mükemmel ve mürettep divan sahibidir.
-          Âlim şairlerdendir.
-          Abdurrahman Camiî’den yaptığı tercümelerle Cami-i Rum diye anılır.

Eserleri
Fars şiirinde örnekleri olduğu halde Türk edebiyatında daha önce ele alınmamış Vamık u Azra, Vis ü Ramin gibi mesneviler ilk defa Lamiî Çelebi tarafından yazılmıştır. Abdurrahman Cami’nin siyeri Şevahidü’n-Nübüvve, evliya tezkiresi Nefahâtü’l-Üns ve felsefi-alegorik aşk mesnevisi Salaman u Absal’ını Türkçeye çevirmiştir. Şehrengiz-i Bursa ve Hayretname’sini de içine alan Lamiî Divanı, divan şiirinin dayandığı sanat anlayışını anlatan dibace ile başlar ve beş defterden oluşur (1989’da Burmaoğlu, divanı yayınlamıştır).
Lamiî Çelebi’nin şiirleri ve sanatı hakkında malumat için Sadettin Eğri’nin Bir Bursa Efsanesi – Lamiî Çelebi adlı kitabı önerilir.

Gelibolulu Mustafa Ali (1541-1600)
Şair, tarihçi ve devlet adamı olarak tanınır. İlk zamanlarda Çeşmî mahlasını kullanmıştır. 19 yaşındayken Kütahya’da şehzade Selim’in (II. Selim) divan kâtipliğine getirildi. Ardından Gelibolulu Lala Mustafa Paşa’nın yanında önce Halep’te ardından da Şam’da divan kâtipliği yaptı. Mustafa Paşa’nın azledilmesinden sonra Manisa’da Şehzade Murat’ın yanına sığındı (III. Murat). 1569’da İstanbul’a döndü. Heft Meclis adlı eserini Sokullu’ya sundu. 1570’te Bosna’ya divan kâtibi olarak atandı. III. Murat tahta çıkınca İstanbul’a gelerek bazı kasidelerle birlikte Zübdetü’t-Tevarih adlı eserini sultana sundu. Beklediğini alamayınca Bosna’ya döndü. 1578’de yeniden Lala Mustafa Paşa’nın maiyetine katıldı. Halep’te tımar defterdarlığına getirildi. Nüshatü’s-Selatin’i yazdı. Nusretname ve Camiu’l-Buhur Der-Mecalis-i Sur adlı eserlerini padişaha sunmak üzere İstanbul’a gitti. Yine umduğunu bulamadı. 1585’te Erzurum hazine defterdarı olarak görev yaptı. Daha sonra da Bağdat’ta mal defterdarlığına atandı. 1589’da Sivas defterdarlığına tayin edildi. Riyazü’s-Salikin adlı eserini yazıp padişaha sunmak üzere İstanbul’a döndü. 1592’de yeniçeri ocağı kâtipliğine atandı. Yaptırdığı evin inşasında acemi oğlanları çalıştırdığı için işinden oldu. 1593’te Gelibolu’ya döndü. III. Mehmet tahta çıkınca yazdığı cülusiyeyle övgü kazandı. Mısır defterdarı olmak istediyse de Sivas defterdarlığı ile Amasya sancak beyliği ve Rum defterdarlığını alabildi. Amasya’da dört yıl kaldıktan sonra Kayseri’ye mirliva olarak atandı. 1599’da Cidde sancakbeyliğine atandı.
Gelibolulu Mustafa Ali dört divan tertip etmiş, hamse oluşturacak kadar mesnevi yazmış (Mihr ü Mah, Riyazü’s-Salikin, Tuhfetü’l-Uşşak, Camiü’l-Buhur Der-Mecalis-i Sur, Mihr ü Vefa) bir şairdir. Divanlarında çeşitli nazım şekillerini kullanmıştır. Ali Divanı’nda bahr-ı tavil örnekleri de vardır. Divanlarında bulunan 1549 gazeliyle en çok gazel yazan şairler arasında yer almıştır. Çağdaşı pek çok şaire nazireler söylemiştir. Şiirlerinde Hafız-ı Şirazi ve Molla Cami’nden etkiler görülür. Şiirlerinde aruzun imkânlarını denedi. Osmanlı coğrafyasından yer adları ve yerel ifadelere şiirlerinde yer verir.

Eserleri
Manzum ve mensur olmak üzere elliden fazla eser vermiştir. Tarih ve biyografi (Künhü’l-Ahbar, Nusretname, Menakıb-ı Hünerveran), münşeat (Menşeü’l-İnşa ve Münşeat), menkıbe (Mirkatü’l-Cihad), siyasetname (Nasihatü’s-Selatin), tercüme ve çeşitli konularda risaleleri ve divanları (4 divanı vardır) vardır. İlk divanı gençliğinde yazdığı şiirleri içerir. Hayatının diğer dönemlerinde yazdığı şiirlerini Varidatü’l-Enika ve Layihatü’l-Hakika adlı eserlerinde tasnif etmiştir. Gazellerinden seçtiği yüz matla beytini Gül-i Sad-berg’i adı altında toplamış, Varidatü’l-Enika ve Layihatü’l-Hakika adlı eserlerinden yaptığı seçmeleri bir mukaddimeyle birlikte Sadef-i Sad-güher adı altında toplamıştır.

Bağdatlı Ruhi (1534/35-1605/6)
Asıl adı Osman, mahlası ise Ruhi’dir. Doğumu, Sultan Süleyman’ın Bağdat seferine rastlar. Babası, seferden hemen sonra Bağdat’a yerleşen Rumeli kökenli bir ailedendir. Kaynaklardan seyahat etmeyi sevdiğini öğreniyoruz. Ömrünün son yıllarında Şam’da Azmizade Haleti ile birlikte 2 yıl çalışmıştır.
Ruhi, çok sayıda gazel yazmıştır (divanında 1115 gazel vardır). Rintçe bir edayla yazılmış gazelleri liriktir. Sosyal olaylara duyarlıdır. Fuzuli’nin Şikâyetname olarak bilinen mektubunda dile getirdiği aksaklıkları gazel formunda dile getirmiştir. Terkib-bendi meşhurdur. Çok sayıda şair bu şiire nazire söylemiştir. Dönemin zihniyetini anlamak için Sabri Ülgener bu şiir üzerinde çalışmalar yapmıştır. Ruhi’nin şiirleri sade ve yabancı sözcüklerden uzaktır. Söz sanatlarına da fazla yüz vermez. Bilinen tek eseri Türkçe divanıdır (Coşkun Ak tarafından yayımlanmıştır, Bursa 2001).  


Ünite 6

16. Yüzyıl Mesnevileri

16. yüzyılda yazılan çok sayıdaki mesnevide dikkat çeken konular aşk, tasavvuf ve tarihtir. Ahmed-i Rıdvan, Taşlıcalı Yahya, Lamiî, Gelibolulu Ali, Şemseddin-i Sivasi ve Celili bu yüzyılın hamse sahibi şairleridir.

Ahmed-i Rıdvan eserlerini II. Bayezid adına tertip etmiştir. Divanın yanı sıra, İskendername, Leyla vü Mecnun, Hüsrev ü Şirin, Rıdvaniyye ve Mahzenü’l-Esrar’dan oluşan Hamsesi ve Şehzade Ahmet adına yazılmış Heft Peyker adında bir mesnevisi daha vardır.

Taşlıcalı Yahya; Gencine-i Raz, Şah u Geda, Usulname yahut Kitab-ı Usul, Yusuf u Züleyha, Gülşen-i Envar’dan müteşekkil hamsesi vardır.

Bursalı Lamiî; ondan fazla mesnevisi vardır. Salaman u Absal, Ferhad u Şirin, Şem ü Pervane, Vamık u Azra, Vis ü Ramin, Hüsn ü Dil, Edhem ü Hüma, Gûy u Çevgân, Mevlit, Maktel-i Hüseyin mesnevilerinden bazılarıdır.

Gelibolulu Mustafa Ali; Mihr ü Mah, Tuhfetü’l-Uşşak, Rüyazü’s-Salikin, Mihr ü Vefa, Cemiü’l-Buhur adında mesnevileri vardır.

Şemsettin-i Sivasi; Mesnevilerinin tamamı dini ve tasavvufi konulardadır. Mesnevileri; Mevlit, Süleymanname, İbretnüma, Miratü’l-Ahlak ve Mirkatü’l-Eşvak

Bursalı Celili; Hüsrev ü Şirin, Leyla vü Mecnun, Hecrname, Mehekname, Gül-i Sad Berg.


Aşk ve Macera Mesnevileri

Yusuf u Züleyha
Mesnevi tarzında en çok işlenen konudur. Olay örgüsünü Yusuf ile Züleyha’nın rüyaları, Yusuf’un kervanla Züleyha’nın düğün alayıyla Mısır’a gidişi, Yusuf’un köleliği, zindandan kurtulup Züleyha’yla kavuşmasıdır. 16. yüzyılda bu konuyu Kemal Paşazade, Abdurrahman Gubari, Şerifi ve Taşlıcalı Yahya işlemiştir. Kemal Paşazade’nin 7777 beyitten müteşekkil mesnevisi bu konuda yazılan mesnevilerin en ünlülerindendir.

Leyla vü Mecnun
İlk kez Genceli Nizami tarafından mesnevi biçiminde Farsça olarak işlenen bu konunun kökeni bir Arap halk hikâyesine dayanmaktadır. 16. yüzyılda Sinan Behişti, Kadimi, Celili, Sevdayi, Larendeli Hamdi, Celalzade Salih ve Halife tarafından işlenmiştir. Ahmed-i Rıdvan’ın mesnevisi ise eksiktir. Azeri sahasında bu konuyu Fuzuli ve Hakiri işlemiştir. En meşhuru Fuzulinin 3098 beyitlik mesnevisidir.

Hüsrev ü Şirin / Ferhad u Şirin
Sasani hükümdarı Hüsrev ve onun Şirin’le olan ilişkisi Şehname’de anlatılır. Bu konuyu aşk mesnevisi olarak işleyen ilk kişi Nizami’dir. Ahmed-i Rıdvan’ın Hüsrev ü Şirin’i 6308 beyittir. Fars edebiyatında 14. yüzyılda Arifi’den itibaren, Türk edebiyatında da Ali Şir Nevai’den sonra hikâyenin kurgusu değişmeye başlar; yardımcı karakter olan Ferhat, asıl karaktere dönüşür. 16. yüzyıl divan şairlerinden Harimi, Lamiî ve Şani, Ferhat’ı asıl kahraman olarak işlemişlerdir.

Şem ü Pervane
Kelebeğin mum ışığı karşısındaki dansının hikâyesi kitap olarak ilk defa Fars şiirinde Ehli-i Şirazi tarafından işlenmiştir. Osmanlı şairlerinden Lamiî Çelebi, Muidi ve Zati Şem ü Pervane yazmışlardır. Zati’nin 3937 beyitlik mesnevisi çok ilgi görmüştür.
Zati’nin eserindeki hikâyenin konusu Rum padişahı Jale’nin oğlu Pervane’nin Çin hükümdarı Fağfur’un kızı Şem’e olan aşkıdır.

Gül ü Bülbül
En çok beğenilen Gül ü Bülbül mesnevisi Kara Fazlî’ya aittir. İznikli Bekayi’de aynı konuyu işleyen bir mesnevi yazmıştır. Kara Fazlî’nın alegorik eseri ilk bakışta beşeri bir aşkı anlatmaktadır. Eserin ilerleyen bölümlerinde sembolik anlatım tasavvufi kimliğe bürünerek eserin değerini arttırır.
Rum ülkesinin padişahı Bahar Şah’ın oğlu Gül, yansımasını görünce kendi güzelliğine vurulur. Nesim’den daha güzeli var mı diye araştırmasını ister. Bülbül ise aşk derdinden viran düşmüş bir başka şehzadedir. Gül’den haber aldıkça aşkı derinleşir. İnlemeleri Gül’e kadar ulaşır. Ancak Gül, naz edip Bülbül’ü başından savar. Varisi olduğu Gülşen şehri saldırıya uğrayan Gül, dağlara sığınır. Gül’ün babası Bülbül’ü hapsettirir. Gülşen şehri kurtarıldıktan sonra Bülbül serbest bırakılır. Ancak bundan sonra Gül ile Bülbül birlikte eğlenebilirler.
Hikâyede gülşen, vücudu; bahar şah, aklı; gül, ruhu; bülbül, gönlü; nesim, nefesi; lale, sevgiliyi; cuy, sevgilinin tecelli ettiği yeri; jale, şevki; sünbül, kıskançlığı; har ise kibri temsil etmektedir.

Vamık u Azra
Bursalı Lamiî, 5981 beyitlik mesnevisini Fars şair Unsuri’nin aynı adı taşıyan mesnevisinden esinlenerek yazmıştır. Manisalı Cami’de Vamık u Azra yazmıştır.
Çin hükümdarı Taymus, Turan hükümdarının kızıyla evlenir ve Vamık doğar. Azra, Gazne hükümdarının kızıdır. Vamık, Azra’yı bulabilmek için yollara düşer. Çok çeşitli badireler atlatan âşıklar nihayet vuslata erer.

Salaman u Absal
Lamiî’nin 1903 beyitten oluşan bu eseri esasen Molla Cami’nin eserinin bir tercümesidir. Ancak çeşitli didaktik eklemelerle salt bir çeviri olmanın ötesindedir.
Yunan hükümdarının çocuğu olmamaktadır. Sihir yoluyla bir çocuğu olur. Annesi olmayan Salaman’a sütanne olarak Absal seçilir. Salaman büyüdükçe Absal ona âşık olur. Âşıkların hali hükümdarı rahatsız edince ikisi birlikte kaçarlar. Yolları sihirle engellenince geri dönmeye karar verirler. Karşılarına çıkan engelleri Hz. Hızır’ın yardımıyla aşarlar. Baba, birlikteliklerine engel olunca birlikte ateşe atlamak isterler. Absal ölür, Salaman ise babasının yardımıyla kurtulur. Kahrolan Salaman, hükümdarın danışmanının eğitimine girer. Danışman Salaman’ı ebedi güzelliğim âşığı haline getirir. Hükümdar tacını Salaman’a bırakır.

Şah u Geda
İlk defa Fars edebiyatında Hilali tarafından mesnevi tarzında işlenmiştir. Bursalı Rahmi ve Taşlıcalı Yahya Şah u Geda adında mesnevi yazmıştır. Hikâye Şah’ın güzelliğine hayran olan Geda’nın feryatlarıyla başlar. Şah, kendisini görebilmesi için Geda’ya izin verir. Rakip, Geda’yı çocuklara taşlatır. Geda, mağaraya saklanır. Başına konan güvercinle Şah’a durumu haber eder. Çeşitli sıkıntılardan sonra Şah tahta Geda’da Şah’a kavuşur. 16. yüzyıl şairlerinden Taşlıcalı Yahya hikâyenin kurgusunda değişiklikler yapar.
Aşkını dile döken Geda, Şah tarafından kınanır. Geda, inzivaya çekilir. Ahıyla Şah hastalanır, duasıyla iyileşir. Şah, Geda’nın aşkıyla kendini harap etmesine kabullenemez. Yahya’nın mesnevisi dünyevi aşkı küçümseyen, bunun yerine ilahi aşkı öven içeriğiyle diğerlerinden ayrılır. Mesnevi türü içerisinde yerli konulara yer vermesi bakımından Şah u Geda önemlidir. Yahya’nın mesnevisinde olaylar İstanbul’da geçmektedir. Mesnevi içerisinde yer yer şehrin tasvirleri bulunabilir.

Cemşid ü Hurşid
Hikâye Çin hükümdarı Fağfur’un oğlu Cemşid ile Rum hükümdarı Kayser’in kızı Hurşid arasındaki aşk üzerine kuruludur. 16. yüzyılda Abdi’nin yazdığı Cemşid ü Hurşid mesnevisi 5940 beyittir. Hubbi Ayşe’nin yazdığı mesnevi ise bulunamamıştır.
Cemşid, rüyasında gördüğü güzeli arar. Ressam Mihrab’ın tuvalinde âşığının suretini görür ve anlar ki Rum hükümdarının kızı Hurşid’dir aşkı. Ordusuyla birlikte yola koyulur. Türlü badirelerden sonra Hurşid’e ulaşır. Annesi Efser, Hurşid’i hapseder. Kayser, Cemşid’i vezir tayin eder. Mihrab, Efser’i ikna eder ve âşıklar görüşmeye başlar. Hurşid’i isteyip de alamayan Şadi, Rum ülkesine savaş açar. Kumandan Cemşid, harbi kazanır. Âşıklar evlenip Çin’e giderler. Cemşid, hükümdar olur.

Varka ve Gülşah
Hikâye ilk olarak Gazneliler devrinde Ayyuki adlı bir şair tarafından kaleme alınmıştır. 16. yüzyılda Yusuf-ı Meddah tarafından mesnevisi yazıldıysa da yaygınlaşmamıştır. Aynı yüzyılda Defteremini Mustafa Çelebi’de Varka ve Gülşah mesnevisi yazmıştır.
Hümam ve Hilal kardeştir. Hümam’ın oğlu Varka, Hilal’in kızı ise Gülşah’tır. Kuzenler birlikte büyür ve birbirlerine âşık olurlar. Evlenmelerine karar verilir. Rebi İbni Adnan, âşık olduğu Gülşah’ı kaçırır. Kabileler arasında çıkan çatışmada Varka esir düşer, babası ölür. Savaşlar devam eder, Varka Gülşah’ı kurtarıp yeniden düğün hazırlıklarına girişir. Gülşah’ın annesinin istediği ağırlık vuslata engel olur. Varka, varlık bulmak üzere Yemen’e dayısının yanına gider. Geride kalan Gülşah, Şam padişahı Melik Muhsin ile evlendirilir. Memleketine dönen Varka’ya Gülşah’ın öldüğü söylenir. Gerçeği öğrenip Şam yollarına düşer. Yolda yaralı düşer. Şam’a ulaşınca saraya misafir olur. Sarayın hanımı konumundaki Gülşah’la görüşmeyi doğru bulmaz ve oradan ayrılır. Yolda ölür. Varka’nın öldüğünü öğrenen Gülşah intihar eder. Zaman sonra Hz. Muhammed Şam’da Melik Muhsin’e konuk olur ve nedenini öğrenir. Melik Muhsin, âşıkların yeniden dirilmesi için dua ister. Hikâye âşıkların tekrar hayat bulmasıyla son bulur.

Burada tanıtılanlar dışında mesnevi geleneği içinde kayda değer diğer başlıklar: Niğdeli Muhibbi ve Abdi’nin Gül ü Nev-rûz, Lamiî’nin Vis ü Râmin, Haşimi’nin Mihr ü Vefa, Gelibolulu Mustafa, Çorlulu Zarifi ve Kıyasi’nin Mihr ü Mah ve Ahi’nin Hüsn ü Dil adlı eserleri 16. yüzyılın çift kahramanlı aşk ve macera hikâyeleridir.


Ünite 7

16. Yüzyıl Mesnevileri II

Dini ve Tasavvufi Mesneviler

İslami konular çeşitli edebi eserlere konu olmuştur. Lamiî Çelebi, Behişti ve Şemsettin Sivasi mevlit yazmıştır. Dini ve tasavvufi konuları ele alan şair ve yazarlar Genceli Nizami’nin yolunu izlerler. Nizami’nin Mahzenü’l Esrar’ı pek çok şair tarafından örnek alınmıştır. Eserlerde anlatım sade; olay örgüsü basittir. Zira amaç öğüt vermek, okuyucunun anlatılandan dersler çıkarmasını sağlamaktır.
Lamiî Çelebi’nin Gûy u Çevgân adlı mesnevisi hem aşk hem de tasavvufi konulara yer verir. Gûy u Çevgân, Fars şair Arifi’nin aynı adlı eserine alegorik tarzda yazılmış bir naziredir. Eserede gûy, sevgili; çevgân ise âşığı temsil eder. 1893 beyitlik eser mef’ûlü mefâ’ilün fe’ûlün kalıbıyla yazılmıştır.
Mahzenü’l Esrar’a Anadolu sahasında yazılan ilk nazire Ahmed-i Rıdvan’ın Mahzenü’l Esrar’ıdır. Rıdvan’ın Rıdvaniyye’si de dini ve ahlaki öğütler içerir. Yahya Bey’in Gülşen-i Envar, Gencine-i Raz ve Kitab-ı Usul benzer eserlerdendir.
Dini ve mistik konularda en çok dikkat çeken eser Azeri İbrahim Çelebi’nin 3140 beyitlik Nakş-ı Hayal adlı mesnevisidir. Cinani’nin Riyazü’l-Cinan’ı Nakş-ı Hayal tesiriyle yazılmıştır. Yirmi ravzaya ayrılan eserin her bir bölümünde ağırlıkla ahlaki konulara verilir. Cinani’nin Cilau’l-Kulub adlı eseri yirmi ıkda ayrılır. Dini içerikli bir eserdir.
Bursalı Rahmi’nin Gül-i Sad-Berg’i Nizami’nin Mahzenü’l Esrar’ına bir naziredir. Eser, 1550 beyittir.
Attar’ın Esrarname ve İlahiname adlı eserlerine yazılan Türkçe nazireler de dini-ahlaki içerikli mesnevilerdir. Güvahi ve Edirneli Nazmi öğütler veren Pendname’ler yazmışlardır. Güvahi’nin Pendname’si 2133 beyittir.
Şemsettin-i Sivasi’nin bütün eserleri dini ve tasavvufi konulardadır. Süleymanname’de Süleyman Peygamber kıssasını ele alır. Eser yaklaşık 1460 beyittir. İbretnüma adlı eseri Attar’ın İlahiname’sinin manzum bir özeti gibidir. Baharu’s-Sufiyye olarak da bilinen Gülşenabad adlı eseri 557 beyitten oluşan mesnevi mefâ’ilün mefâ’ilün fe’ûlün kalıbında yazılmıştır. Evrenin yaratılışı ve seyr-i süluk hakkında bilgiler içeren didaktik bir eserdir.
1584’te yazdığı, yaklaşık 2300 beyitlik Heşt-Behişt ayet ve hadisler ışığında adil hükümdarlar, bilginler, cömert zenginler ve tevekkül sahibi fakirler anlatılır. Mir’atü’l-Ahlak ve Mirkatü’l-Eşvâk adlı eseri iyi ve kötü ahlak hakkındadır. Menakıb-ı Azam adlı eseri İmam-ı Azam’ın hayat hikâyesini ele alır.

Tarihi ve Destani Mesneviler
Osmanlı padişahlarının yapıp ettikleri de mesnevilere konu olur. Fatih döneminden itibaren görülmeyen başlanan şahname niteliğindeki bu eserler saray tarihçiliğinin ilk örnekleri olarak kabul edilebilir. II. Bayezid zamanında tarihi nitelikli eserler artmış, Yavuz Sultan Selim zamanında ise padişahı merkeze alan mesneviler yazılmaya başlanmıştır. Yavuz döneminin şairlerinden Üsküplü İshak Çelebi, Sücudi, Keşfi, Sühayli, Muhyi ve Edayi; dönemin bilginlerinden Hoca Sadettin ve Akkoyunlu sarayında münşilik ve lalalık hizmetlerinde bulunup daha sonra Osmanlı bürokratı olarak çalışmış olan İdris-i Bitlis ve hemşerisi Şükrü Selimname yazmışlardır. Şükri-i Bitlisi’nin Fütuhat-ı Selimiye veya Fütuhat-ı Selim Han mesnevisi I. Selim’in 1490-1520 yılları arasındaki hayatını anlatmaktadır.
Hadidi’nin Süleymanname olarak da bilinen Tevarih-i Al-i Osman (y. 1523) adlı eseri Süleyman Şah’tan başlayarak 1522 yılına kadar cereyan eden olayları anlatır. Tatavlalı Mahremi Şehname’sinin birinci bölümünde II. Bayezid’in seferlerini, ikinci bölümünde Yavuz’un İran ve Mısır seferlerini, son bölümde de Sultan Süleyman’ın Rodos ve Belgrat seferlerine kadar geçen olayları anlatır. Niğde kadısı Haki, Sultan Süleyman’ın Erivan ve Nahcivan seferlerini anlatan bir Süleymanname yazar. Eyyubi’de Menakıb-ı Sultan Süleyman adlı eserinde Belgrat, Rodos ve Budin seferleri hakkında bilgi verir. Fevri, Ahlak-ı Süleyman adlı mesnevisinde Muhibbi’nin şiirlerini şerh ederek onun dünya görüşü ve kişiliği hakkında bilgi verir.
Osmanlı fetihlerinin gazilik fikri üzerine kurgulanmış arka planı dini ve mitolojik motiflerle bezenerek gazavatname ve fetihnameler yazılır. İran’ın mitolojik tarihi güncelleştirilerek Osmanlı sultan ve devlet adamlarına uyarlanır. Priştineli Bahari’nin Sultan Süleyman’ın Macaristan seferini anlattığı Fetihname-i Engerus adlı mesnevisi, Fütuhi Hüseyin Çelebi’nin aynı konuyu ele aldığı Enisü’l-Guzat, Asafi’nin Şecaatname adlı eserleri gazavatname türünün başlıca örnekleridir.  

Yerli ve Realist Mesneviler

16. yüzyılda gündelik hayat çeşitli biçimlerde sanat eserlerine konu olur.

Surnameler: III. Murat’ın şehzadesi Mehmet için 1582 yılında yapılan sünnet düğünü Gelibolulu Ali’nin Cami’u’l-Buhur der-Mecalis-i Sur adlı 2775 beyitlik eserinde anlatılır. Bu mesnevide 16 ayrı aruz kalıbı kullanılmıştır.

Şehrengizler: Fars edebiyatındaki şehrâşûb adlı eserlerin Türk edebiyatındaki karşılığıdır. Tahmis biçiminde yazılan Cami’nin Manisa Şehrengizi ile muhammes biçiminde yazılmış Ravzi’nin Edincik Şehrengizi gibi istisnalar olduğu halde şehrengizler genellikle mesnevi biçiminde yazılırlardı.
Mesihi ve Zati’nin Edirne şehrengizleri bu türün ilk örnekleridir. Manisalı Cami ve Derzizade Ulvi’nin Manisa şehrengizleri, Lemiî Çelebi’nin Bursa Şehrengizi, Vizeli Behişti’nin Bursa ya da Vize için yazdığı şehrengiz, Bursalı Rahmi’nin Yenişehir Şehrengiz’i, Gelibolulu Ali’nin Gelibolu Şehrengiz’i bu türün 16. yüzyıldaki örnekleridir. İshak Çelebi, Âşık Çelebi, Halili ve Mani de bu yüzyılda şehrengiz yazmıştır.  
Çoğunlukla şairler doğup büyüdükleri yerler için şehrengizler yazmışlardır.
Lamiî’nin Bursa şehrengizi edebiyat tarihi kadar tarih, sosyoloji, etnoloji gibi diğer bilim dallarıyla uğraşanlar için de geniş bilgiler verir.

Hasbihaller ve Sergüzeştler: Mesnevi tarzına en uygun konulardır.

Ebkâr-ı Efkâr
Molla Maşizade Fikri Derviş’in yazdığı eser 1504 beyittir. Şairin Edirne ve İstanbul’da yaşadığı bir aşk hikâyesini konu edinir. Bir divan şairinin yaşadığı aşkı eserinde işlemiş olması bakımından orijinal bir eserdir.

Sergüzeştname/Halname-i Sevadi
Şirvanlı Sevadi’nin 3118 beyitlik eseri kendi hayat hikâyesini konu edinir.

Sergüzeştname-i Zaifi
Zaifi’nin 1543’te yazdığı eser kendi hayat hikâyesini konu edinir.

Hasbihal
Safi, hasbihal’ini 1586’de yazdı. 830 beyittir. Mesnevide toplumun çeşitli kesimlerinden insanlar hakkında bilgilere yer verilir.

Nalan u Handan
Muyi’nin mesnevisi 2759 beyittir. Eserdeki Nalan, şairin kendisini temsil eder. Eserdeki olay örgüsü bir rüya motifiyle başlar. Asıl hikâye bundan sonra başlar.

Hecrname/Hazanname
Bursalı Celili’nin eseri 483 beyittir. Kahramanı Celili olan bir aşk hikâyesini işler.

Mehekname
Celili’nin 87 beyitlik eseri altın, gümüş ve mihank arasında geçen aşkı anlatır. Şair bu eserde değerinin bilinmediğini sembollerle anlatmaya çalışmıştır.

Sakînameler ve İşaretnameler
Eğlence meclisine ait terminolojiyle yazılan sakînamelerin ilk örneği Edirneli Revani tarafından İşaretname adıyla verilmiştir. 694 beyitlik eser, başarısıyla kendisinden sonraki sanatçıları etkilemiştir. Hayreti’nin de 102 beyitlik sakînamesi vardır. Fuzuli de Sakiname / Heft Cam adıyla bilinen 327 bayitlik tasavvufi nitelikte bir mesnevi yazmıştır. Fevri’nin 55 beyit, Taşlıcalı Yahya’nın da 48 beyitlik sakînameleri vardır.  



Ünite 8

16. Yüzyılda Nesir

15. yüzyılda Sinan Paşa’nın Tazarruname adlı eserinden sonra estetik nesrin örnekleri artmaya başlar.
Fahir İz, eski Türk edebiyatında nesri dil özelliklerini dikkate alarak sade nesir, orta nesir ve süslü nesir olmak üzere üç kategoriye ayırır. Fahir İz’in tasnifi Recaizeda Mahmut Ekrem’in hem dil hem de üslup özelliklerini dikkate alarak yaptığı nesr-i sade, nesr-i müzeyyen ve üslub-i âlî biçimindeki tasnifle büyük ölçüde örtüşür. Tahir Olgun eski nesri nesr-i Mürsel ve nesr-i müseca şeklinde sınıflandırır. Mensur eserlerin sınıflandırılmasında metnin söz varlığı dikkate alınır. Metnin söz varlığı ile üslubu örtüşmeyebilir (aynı metnin içinde farklı düzeylerde dil kullanımına rastlamak mümkündür). Bu ayrıntılar Osmanlı nesrini folklorik/şifahi üslup, ilmi üslup, bedii/estetik üslup ve resmi üslup başlıkları altında incelemeyi gerektirir.

Şifahi / Folklorik Üslup
Konuşma diline dayanan üslup düzeyidir. Daha çok dini, tasavvufi ve dini-destani konulu eserlerde görülür. Kısa cümleler kullanılır. Devrik cümle kullanımı yaygındır. Birgili Mehmet Efendi’nin Vasiyetname’si, Sofyalı Bali’nin Etvar-ı Seba’sı, Karamanlı Abdüllatif b. Durmuş’un Âdab-ı Menazil’i ve birçok letayifname ve menakıbnameler bu tarza örnek eserlerdir.

İlmi Üslup
Edebi incelikle yazılmış yine bilgi vermeyi amaçlayan eserlerdir. Çeşitli söz sanatlarına yer verilir. Bu nedenle dil ve üslup ağırlaşır. 16. yüzyıldan itibaren tarih, tezkire ve ilmi eserlerin çoğu bu tarzda yazılmıştır. Eserlerin giriş bölümlerinde sanatlı anlatım tercih edilir. Konunun işlendiği bölümlerde ise anlatım daha sadedir (Gelibolulu Sururi’nin Bahrü’l-Maarif adlı şiir hakkında bilgi içeren kitabından örnekler verilmiş).

Bedii / Estetik Üslup
Bilimsel eserlerin yazımında karşımıza çıkan estetik kaygı taşıyan üslup, eserin sanat değerini yükseltmek düşüncesine paralel olarak ilerler. Sinan Paşa’nın Tazarruname’siyle başlayan dil ve üslup uygulamaları Veysi ve Nergisi ile doruğa çıkar. Bu eserlerin estetik değeri içeriklerinin önüne geçmiştir (biçim, içeriğin önüne geçerse edebiyat / okuyucu ilişkisi bozulur). Bu eserlerde Arapça ve Farsçanın imkânlarını sonuna kadar kullanan müellifler dolaylı anlatımı ön plana çıkaran, peş peşe gelen paralel cümlelerle süslü ve secili anlatımı tercih ederek kolay anlaşılamayan eserler vücuda getirdiler. Âşık Çelebi ve Hasan Çelebi gibi tezkire yazarları ve Hoca Sadettin gibi tarihçilerin eserlerinde çokça örneğine rastlarız. Söz sanatlarına başvurmadan da esteti değer üretmek mümkündür; bunun en güzel örneği Fuzuli’nin Nişancı Celalzade’ye yazdığı mektuptur.

Resmi Üslup
Devlet yazışmaları, kararlar, emirler, hukuk metinleri gibi belgelerde gördüğümüz üsluptur. Bu üslup, resmi, sade, inandırıcı ve mantıklı olmalıdır. Bu metinlerde arkaik ve mahalli sözlere ve argoya yer verilmez. Şeyhülislam Ebusuud’un fetvaları örnek olarak incelenebilir.

Mensur Türler

Tarihler
Yahşi Fakih, günümüze ulaşmayan ilk Osmanlı tarih metninin müellifidir. 15. yüzyılda hızlı biçimde gelişmeye devam eden Osmanlı tarih yazıcılığı (Âşık Paşazade, Neşri, Oruç Bey) 16. yüzyılda Kemal Paşazade ile birlikte farklı bir boyuta ulaşmış ve Tevarih-i Al-i Osman yazmak gelenek haline gelmiştir. Bu yüzyıldan sonra tarih yazıcılığı üslup ve sanat gösterisine dönüşür. Dönemin büyük tarihçileri; Kemal Paşazade, Hoca Sadettin, Lütfi Paşa, Gelibolulu ali ve Selanikli Mustafa’dır.

Kemal Paşazade 1468’de Tokat’ta doğdu. Fatih devrinin önde gelen devlet adamlarından Kemal Paşa’nın torunu olması nedeniyle Kemal Paşazade veya İbn Kemal olarak anılır. Şeyhülislamlığa kadar yükseldi. Çok sayıda eserler neşretti. Tevarih-i Al-i Osman en meşhur eseridir. Eserde Osmanlı devletinde, kuruluşundan itibaren 1533 yılına kadar meydana gelen olaylar defter adını verdiği 10 bölüm içinde ele alınır. Eser, ilk büyük Osmanlı tarihi olarak kabul edilir.

Sultan Süleyman devri sadrazamlarından Lütfi Paşa, devşirme olarak saraya girmiştir. Tevarih-i Al-i Osman’dan başka vezirler için el kitabı mahiyetinde Asafname adlı bir eseri daha vardır.

Celalzade Mustafa Çelebi 1494’te Tosya’da doğdu. Meslek hayatını nişancılıkla noktalamıştır. Fuzuli’nin ünlü mektubu Şikâyetname’nin muhatabıdır. Tabakatü’l-Memalik fi Derecati’l-Mesalik adlı tarihinde Sultan Süleyman devrinin olaylarını anlatır. Eser, Osmanlı toplumsal yapısı hakkında da bilgiler vermektedir. Çelebi’nin bir de Selimname’si vardır. Her iki eser de ağdalı üslupla yazılmıştır.

Küçük Nişancı Mehmet Paşa bin Ramazan Çelebi, Sultan Süleyman’ın teşvikiyle Nişancı Tarihi olarak bilinen Siyer-i Enbiya-yı İzam ve Ahval-i Hulefa-yı Kiram ve Menakıb-i Selatin-i Al-i Osman adlı eserini kaleme almıştır. Eserde biyografilere de yer verilmiştir.

Hoca Sadettin Osmanlı tarihçiliğinin zirve eserlerinden sayılan Tacü’t-Tevarih’i bu yüzyılda neşretmiştir. Yavuz Selim’in nedimi Hasan Can’ın oğludur. Padişah hocası ve şeyhülislam tayin edildi. III. Murat ve III. Mehmet devirlerinin en etkili devlet adamıydı. Haçova savaşında III. Mehmet’in savaş alanından geri çekilmesini engelleyerek zafer kazanılmasına ön ayak oldu. Eser, İsmet Parmaksızoğlu tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır (Ankara 1979).
Gelibolulu Ali’nin eseri Künhü’l-Ahbar adını taşır. Yazarın rükn adını verdiği dört bölümden oluşur. Eserin ilk üç rüknü Osmanlı öncesi olayları, son rüknü ise Osmanlı devrindeki olayları ele alır.

Selanikli Mustafa Efendi’nin Selaniki Tarihi adlı eseri 1563-1600 tarihleri arasındaki olayları ele alır.

Biyografiler
Biyografiler önceleri/erken dönemde umumi tarihlerin içerisinde karşımıza çıkar. Müstakil ilk biyografi kitabı Lamiî’nin Nefahatü’l-Üns’ün tercüme ve zeylini ihtiva eden Fütuhu’l-Mücahidin li Tervihi Kulubü’l-Müşahidin adlı eserdir. Eserde 650 kadar evliyanın biyografisi yer alır. Bunların 48’i Anadolu evliyasıdır.
Bilgin biyografileri de bu yüzyılda karşımıza çıkar; türün ilk örneği Taşköprizade İsamettin Ahmet’in Arapça olarak kaleme aldığı Şakayıku’n-Nu’maniyye fi Ulemai’d-Devleti’l-Osmaniyye (kısa adı Şakayık) adlı eserdir. Mecdi Mehmet tarafından Hadayıku’ş-Şakayık adıyla Türkçeleştirilmiştir.

Şair Tezkireleri
Şairlerin hayat hikâyelerine yer veren şuara tezkireleri de ilk defa bu yüzyılda görülmeye başlanır. Sahi Bey’in Heşt-Behişt adlı eseriyle başlayan gelenek 20. yüzyılın ortalarına dek devam eder.

Münşeat Mecmuaları
Yazışma kurallarını belirleyen eserlerdir. İlk örnekleri 15. yüzyılda karşımıza çıkar. Bu türün çok değerli bir örneği 16. yüzyılda Feridun Bey tarafından tertip edilmiştir. 1574 yılında Münşeatü’s-Selatin adlı fermanlar, fetihnameler ve mektuplardan müteşekkil eserini III. Murat’a sundu. Bu tür metinlerde saygınlık uyandıracak ifade ve unvanlara özellikle yer verilir. Etkileme amaçlı anlatım Tacizade Cafer Çelebi ile başlamış, Celalzade ve Feridun Bey ile klasik kimliğine ulaşmıştır. Gelibolulu Ali (Menşeü’l-İnşa)ve Lamiî Çelebi de münşeat türünde eser vermiştir.

İlmi Eserler
Gelibolulu Mustafa Sururi / Edebiyat ilmiyle ilgili vezin, kafiye ve şiir sanatları hakkında bilgi veren Bahrü’l-Ma’arif adlı eserin sahibidir. Edebi içerikli bir diğer eser, Muidi’nin Miftahu’t-Teşbih’tir.
Kınalızade Ali Efendi / Çelebi / Dini ilimler / Ahlak-ı Nasıri adlı eserden faydalanarak Ahlak-ı Alayi adlı bir eser neşretmiştir. Eser, yüzyıllarca medreselerde okutulmuştur. Ali Çelebi’nin bir diğeri eseri Münşeat ve İnşa-yı Atik’tir.
Muallim-i Sani diye anılan Ebusuud Efendi, İrşadül-Aklı’s-Selim ila Mezaya’l-Kur’ani’l-Azim adlı tefsiri ile meşhurdur.
Piri Reis ve Seydi Ali Reis coğrafya alanında eserler neşretmiştir. Nevi de Netayicü’l-Fünun adlı eseriyle bilginler arasında sayılmaktadır.

Tasavvufi Eserler
Birgili Mehmet EfendiVasiyetname
Karamanlı AbdüllatifAdab-ı Menazil
Lamiî ÇelebiMenakıb-ı Veysel Karani
Şevki Menakıb-ı Emri Sultan

Şerh ve Çeviriler
Hafız Divanı, Mesnevi, Füsus, Bostan, Gülistan, Kelile ve Dimne tercümelerinden olan Filibeli Alaattin Ali Çelebi’nin Hümayunname adlı eseri en çok okunan eserlerdir. Mustafa Şemi, tercümeleriyle tanınır. Gelibolulu Sururi, Sudi Efendi ve Celalzede Salih Çelebi çeviri yapmış kimselerdir.

Kitap Bitti

2. Abdülhamid Dönemi Türk Edebiyatı


II. Abdülhamid Dönemi Türk Edebiyatı

Ünite 1

Edebiyat- Cedide
II. Abdülhamit döneminin edebi hareketleri Edebiyat-ı Cedide ve bu cemiyetin dışında kalan çalışmalar şeklinde iki başlık altında incelenebilir.
Edebiyat-ı Cedide topluluğu (1896-1901) içerisinde yer alanlar kendilerini bu adla tanıtmışlardır. Bazı araştırmacılar bu topluluğu etrafında birleştikleri derginin adına izafen Servet-i Fünun Edebiyatı adıyla anmışlardır.

Siyasi Ortam
II. Abdülhamit, 31 Ağustos 1876’da tahta çıktı. 23 Aralık’ta Kanun-i Esasi’yi yürürlüğe koydu. Seçimler yapıldı ve 19 Mart 1877’de Meclis-i Mebusan’ı açtı. Aynı dönemde batılı ülkeler Osmanlı’yı paylaşma planlarını görüşmek üzere Şark Meselesi başlığı altında incelenebilecek bir dizi çalışma yaptılar. Osmanlı’dan ağır talepler içeren bir protokol saraya gönderdiler. Devlet bu talepleri reddetti. Bunun üzerine 24 Nisan 1877’de Ruslar Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. Yenilen Osmanlı ordusu Balkanlardan ülkeye sürülen göçmenler, içeride rahat durmayan azınlıklar bir de meclisteki kargaşalarla uğraşmak durumunda kalınca 3 Mart 1878’de meclisi kapatma kararı aldı. Batının baskıları devam eder. İngilizler Kıbrıs’ı savaşmaksızın ele geçirir (4 Haziran 1878). 13 Temmuz tarihli Berlin antlaşmasıyla ülke çok fazla toprak kaybeder. Bosna-Hersek Avusturya’ya, Tunus Fransa’ya, Mısır’da İngiltere’ye kalır. Bulgarlar da gaza gelip Doğu Rumeli’yi işgal ederler (1885). Bütün bunlar olurken II. Abdülhamit ülkeyi parçalanmaktan kurtarmak için çok sıkı tedbirler alır (sansür ve zaptiyeler bu dönemin ürünüdür). Sultan sertleştikçe karşısındaki muhalefet de güçlenmiştir. Sultan Abdülaziz döneminde filizlenen Yeni Osmanlılar, II. Abdülhamit döneminde Jön Türkler adıyla muhalefeti artırır. Meşruti idare ve Kanun-i Esasi için ısrar ederler. Baskılar sonuç verir 1908’de anayasa yeniden yürürlüğe girer. Bulgarların bağımsızlık ilanı ve Girit’in elden çıkması meclisin açılışından hemen sonradır. Ülkede karışıklıklar iyice artar. Mecliste azınlıkları temsil eden vekiller ayrılıkçı hareketleri desteklemeye başlar. 31 Mart Vakası patlak verir (13 Nisan 1909). Hareket ordusu isyanı bastırdıktan sonra İttihat ve Terakki yönetime el koyar. II. Abdülhamit Selanik’e sürülür.

Edebi Ortam  
1884’ten sonra Türk edebiyatı, Muallim Naci ve Recaizade Mahmut Ekrem ekseninde yeni ve eski edebiyat taraftarları olmak üzere iki guruba ayrılır. Muallim Naci 1884’te Tercüman-ı Hakikat’te çalışmaya başladıktan sonra çevresinde klasik edebiyat yanlısı isimler toplanmış ve gazete eski tarz eserler veren bir mecraya dönüşür. Ahmet Mithat bu durumdan haz etmediği için Muallim Naci’yi gazeteden uzaklaştırır. Recaizade Mahmut Ekrem önce Zemzeme III (1885) ardından da Takdiri Elhan’da Muallim Naci’nin şiirlerini eleştirir. Muallim Naci bu eleştirilere İmdadü’l-midad ve Demdeme’deki yazılarıyla karşılık verir. Bu tartışma ses getirince kimi şairler Naci’nin etrafında Ukaz-ı Osmani adı altında toplanmış ve Saadet gazetesinde birbirlerine nazireler yazmışlardır. İzmir merkezli gençler, Ukazı Subban adı altında toplanarak Hizmet gazetesinde eski tarz yanlılarını eleştirirler. Tartışma devam eder, Naci yanlıları (Şeyh Vasfi, Harputlu Hayri, Mehmet Emin Humayi, Ali Ruhi, Üsküdarlı Safi, Halil Edip, Andelip, Müstecabi İsmet vs.) Saadet, İmdadü’l-midad ve daha sonra Teavün-ı Aklam gibi gazete ve dergilerde toplanırlar. Ekrem yanlıları (Menemenlizade Tahir, Ali Ferruh, Abdülhalim Memduh, Mehmet Rüşti, Ahmet Reşit vs.) ise Gülşen, Gayret, Sebat, Risalei Hafi gibi dergilerde saf tutarlar.
Naci’yi destekleyen İsmail Safa, Menemenlizade Tahir, Cenap Şehabettin ve Tevfik Fikret bir süre sonra Recaizade Mahmut Ekrem’in eksenine geçerler. Recaizade Mahmut Ekrem ekseninde 1890’lı yıllardan itibaren Mirsad, Malumat, Mektep ve Maarif gibi dergilerde yazmaya başlayan gençlerin faaliyetleri Servet-i Fünun topluluğunun kurulmasına hazırlık yapmıştır.
Servet-i Fünun’un kurulmasını hazırlayan olaylardan bir diğeri de Hasan Asaf’ın Musavver Malumat’ta yayınlanan Burhan-ı Kudret (7 Kasım 1895) adlı şiiri nedeniyle çıkan tartışmadır (Abes-muktebes tartışması).

“Zerre-i nurundan iken muktebes
Mihr ü mehe etmek işaret abes”

Bu beyitte kafiye oluşturan muktebes kelimesinin sonu (س), abes kelimesinin sonu ise (ث) ile biter. Divan edebiyatı geleneğinde yazılışı farklı olan bu harfler kafiye oluşturmaz. Bu nedenle Mehmet Tahir Efendi bu kelimelerin kafiye oluşturmadığını öne sürer. Tartışma, kafiye göz için midir kulak için midir çizgisinde şekillenmiştir. Recaizade Mehmut Ekrem de tartışmaya dahil olunca yenilikçi-gelenekçi kutuplaşması oluşur.

Birtakım yazar ve şairleri Servet-i Fünun dergisinde toplayan bir diğer olan ise Recaizade Mehmut Ekrem’in Şemsa adlı hikâyesinin kendisinden izinsiz Musavver Malumat’ta yayınlanmasıdır (28 Kasım 1895). Bu olaydan sonra Servet-i Fünun’u çıkaran Ahmet İhsan (Tokgöz) ve Recaizade Mehmut Ekrem bir araya gelmiştir.

Servet- Fünun Dergisi (1896)
Servet, 1890 yılında İstanbul’da çıkan bir gazetedir. Servet-i Fünun 27 Mart 1891’den itibaren bu gazetenin haftalık edebi içerikli eki olarak çıkmaya başlamıştır. Recaizade Mehmut Ekrem yenilikçi yazarlar için bu dergiyi mecra olarak kullanmak istedikten sonra 7 Şubat 1896’da derginin 256. sayısından itibaren Tevfik Fikret yayın yönetmeni olur. Edebiyat-ı Cedide işte bu tarihte başlamıştır.

Tevfik Fikret derginin başına geçtikten sonra Cenap Şahabettin, Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Siret, İsmail Safa, Ali Ekrem (Ayn Nadir), Celal Sahir, Menemenlizade Mehmet Tahir, Ahmet Reşit (H. Nazım), Süleyman Nazif, Ahmet Şuayp, Hüseyin Suat, Hüseyin Cahit, Süleyman Nesip, Faik Ali, Ahmet Hikmet, Hüseyin Kâzım gibi şair ve yazarlar derginin kadrosunda yer almışlardır.
Cenap Şahabettin şiirlerinde kullandığı yeni tamlama ve terkiplerle dikkat çekip tepki aldı. Bu alışılmadık imgelerden dolayı Ahmet Mithat, Cenap Şahabettin’i “Dekadanlar” adlı makalesiyle sert bir dille eleştirdi. C. Şahabettin bu eleştirilere “Dekadanlık Nedir” adlı yazısıyla cevap verdi. Tevfik Fikret’te “Timsal-i Cehalet” adlı şiiriyle Ahmet Mithat’a hücum etti. Ahmet Mithat “Teslim-i Hakikat” adlı yazısıyla çark edip yenilikçileri takdir etti.
Araba Sevdası, Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar, Eylül ve Hayal İçinde (Hüseyin Cahit), adlı romanlar Servet-i Fünun’da tefrika edildi. Dergide ayrıca “Musahabe-i Edebiye” başlığı altında kuramsal yazılar da yer aldı.

Edebiyat- Cedide Sanat anlayışının Özellikleri
-          Tanzimat devrinin ilk dönem sanatçılarının aksine toplumu eğitmek, bilinçlendirmek gibi bir kaygısı yoktur. Sanat icra etmek ve güzelliği yansıtmak amacındadır.
-          Toplumsal konuların yerine bireysel temalar öne çıkmıştır.
-          Topluma sırt çeviren içe dönük bu gurubun eserlerinde hayal-gerçek çatışmaları ve karamsar duygular göze çarpar.
-          Gerçekçi tarzda kurgusu sağlam romanlar neşredilmiştir.
-          Şiirde parnasyenlerin, romanda ise ağırlıkla realistlerin etkisinde kalmışlardır.
-          Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın öncüsü olduğu dilde sadeleşme hareketi terk edilmiş ve ağdalı, anlaşılması zor dile geçilmiştir.
-          Yani tamlama ve imgelere yer verilmiştir.
-          Pekiştirici edatlar ve aşırı duygusallığı ifade eden ünlemlere sıklıkla yer verilmiştir.
-          Şiirlerde aruzu ustalıkla kullanmışlardır.
-          Kafiyenin kulak için olduğu anlayışını benimsemiş ve buna uygun olarak yazılışları farklı sesleri aynı olan harflerle kafiye yapmışlardır.
-          Kimi zaman bir paragraf hatta sayfa boyunca devam eden uzun cümleler kurmuşlardır.
-          Divan şiirinde cümlenin ve anlamın bir dize veya beyit içinde tamamlanmasına karşılık Edebiyat-ı Cedide şiirinde cümlenin ve anlamın bir dizenin ortasında başladığı veya bittiği görülür, hatta 7-8 dizeye kadar yayılan cümlelere rastlanır. Buna anjambman denir. Bu yolla şiir giderek düzyazıya yaklaşmıştır.
-          Sone (4+4+3 dizelik şiirlerdir) ve terzirima (üç dizeli bentlerle yazılır, şiirin sonunda tek bir dize yazılır) gibi nazım biçimleri kullanılmaya başlanmıştır.
-          Müstezat nazım biçimini farklı vezinlerle kullanarak serbest müstezat tarzında şiirler yazmışlardır

Topluluğun Dağılması (1901)
1900 tarihinde Ahmet ŞuaypSon Yazılar” başlıklı yazısıyla Edebiyat-ı Cedide’yi bireysel temalarla ve aşk konusuna sıkışmakla suçlar. Ali Ekrem (Ayn Nadir) “Şiirimiz” başlıklı bir dizi yazısıyla dağılmayı tetikler.

Ali Ekrem makalesinde Servet-i Fünun yazarlarının hemen hepsini eleştirir. Tevfik Fikret bu makaleyi kırparak ve kimi yerlerini değiştirerek yayınlar. Ali Ekrem uygulanan bu sansür yüzünden dergiden ayrılır. H. Nazım, Menemenlizade Mehmet Tahir ve Samipaşazade Sezai gibi arkadaşları da ona katılarak dergiden ayrılıp II. Abdülhamit yanlısı Malumat dergisine geçerler. Ali Ekrem’in makalesi bu dergide yayınlanır (27 Aralık 1900). İki dergi arasında tartışmalar çıkar. Bu tartışmalar üzerine Ali Ekrem ve Ahmet Reşit Bey’lerin dergide yazmaları saray tarafından yasaklanır. Tevfik Fikret’te Ahmet İhsan’la bozuştuğu için dergisinden ayrılır. Derginin başına Hüseyin Cahit geçer. Hüseyin Cahit’in Fransızcadan çevirdiği Edebiyat ve Hukuk başlıklı makale sakıncalı bulunduğu için dergi kapatılır. Bir süre sonra dergi yeniden açıldıysa da eski kadrosu dağıldığı için etkisini devam ettiremez.

Ünite 2

Edebiyat-ı Cedide Şiiri

Tevfik Fikret (1867-1915)
24 Aralık 1867 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Hüseyin Efendi, annesi ise Hatice Refia Hanım’dır. Galatasaray Lisesi’nde Muallim Naci, Muallim Feyzi ve Recaizade Mahmut Ekrem’den dersler aldı. 1888’de Hariciye Bakanlığı İstişare Odası’nda çalışmaya başladı. 1890’da Nazım Hanım’la evlendi. 1895’de oğlu Haluk doğdu. Aynı yıl Robert Kolej’de Türkçe öğretmeni olarak çalışmaya başladı. 1896’da Servet-i Fünun dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapmaya başladı. 1901’de bu görevinden ayrıldı. 1903’de Rumelihisarı’nda Âşiyan adını verdiği evini yaptı ve orada inzivaya çekildi. 1908’de inziva dönemi bitti. Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kâzım’la birlikte Tanin’i çıkarmaya başladı. 1909’da Galatasaray Lisesi müdürlüğüne atandı. Bir süre sonra Amerikan Koleji’nde çalışmaya başladı.
İttihat ve Terakki’yi 1908’de alkışlarla karşılamışsa da ilerleyen yıllarda bu gurubu baskıcı rejimleri ve yolsuzluklara bulaşmaları nedeniyle eleştirmeden geri durmadı. Meclis-i Mebusan’ı kapatan İttihat ve Terakki için “Doksanbeşe Doğru” şiirini yazdı. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesine “Sancak-ı Şerif Huzurunda” adlı şiiriyle karşı çıktı. Mehmet Akif, bu şiire ve Tarih-i Kadim’e Süleymaniye Kürsüsü adlı manzum eserinde sert eleştirilerde bulundu. Tavfik Fikret’te “Tarih-i Kadime Zeyl” adlı şiiriyle dine, savaşa ve Osmanlı tarihine karşı olan mücadelesini sürdürmüştür. 19 Ağustos 1915’te öldü.

Sanatı ve Şiirleri
İlk şiirleri 1884 yılında Tercüman-ı Hakîkat’te yayınlanır. İlk şiirlerinde Muallim Naci’nin etkisi altındadır. 1891-1895 arasındaki şiirleri Mirsad ve Malûmat dergilerinde çıkar. Şiirinde yenilik peşinde olan şair Recaizade Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hamit’in etki alanına girer. Olgunluk dönemi ürünlerini Servet-i Fünun dergisinin başına geçtiğinde vermeye başlar. 1901-1908 yılları arasında II. Abdülhamid ve istibdat aleyhinde şiirler yazar. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra toplumsal konulara yönelir. 1912-1915 yılları arasında siyasi eleştirilerinin dozunu artırır.

İlk Şiirleri
Tevfik Fikret, Farsça hocası Muallim Feyzi’nin teşvikleriyle şiir yazmaya başladı. Muallim Feyzi, öğrencisinin şiirlerini Muallim Naci’yle olan dostluğu nedeniyle Tercüman-ı Hakikat’e gönderdi. Fikret, Divan şiiri geleneğine bağlı olarak yazdığı ilk şiirlerini Nazmi müstearıyla yayımlamıştır.
1891’den itibaren yayınlanan “Bahar”, “Ulviyyattan”, “Ah, Bilsen Ne Afet Olmuşsun”, “Hüsnün”, “Uzletgen-i Maderi Ziyaret” şiirleriyle Muallim Naci ekseninden uzaklaşmaya başlamıştır.
Tevfik Fikret, Mirsad’dan sonra şiirlerini yayımladığı Malumat’ta daha yenilikçi bir çizgidedir. Bu dönemde edebiyata ilişkin makaleler de yayımlar. Bu dönemin şiirlerini Rübab-ı Şikeste’nin Eski Şeyler bölümünde kullanmıştır. 1891-1895 yılları arasında ruh hali iyimser olan şair II. Abdülhamid’i öven manzumeler dahi yazmıştır.

Edebiyat-ı Cedide Yılları
Servet-i Fünun dergisinde çalışmaya başladıktan olgunluk dönemi ürünlerini vermeye başlayan şair aynı dönemde Mektep, Maarif ve Mütalaa adlı dergilerde de şiirler yayımlamıştır. 1896 yılından itibaren düşünce dünyasında değişimler yaşamaya başlayan şair Tanrı inancından uzaklaşmaya, karamsar bir ruh haline girmeye başlar. Robert Kolej’de içinde bulunduğu yabancı çevre, istibdat idaresi ve şeker hastalığı bu dönüşümde etkili olmuş olabilir.
Tevfik Fikret’in şiirlerinin tematik bakımdan tasnifi: a) Kendi ben’ini duyuş tarzını anlattığı şiirleri, b) Sanatla ilgili şiirler, c) Kötümserlik temasını işlediği şiirler, d) Hayal şiirleri, e) Aşk şiirleri, f) tabiat şiirleri, g) Haluk’a hitaben yazdığı şiirleri, h) Kız kardeşi için yazdığı şiirleri, ı) Portreler/Portre şiirler, i) Merhamet şiirleri, j) Vatan konulu şiirler, k) Dini şiirler

Edebiyat-ı Cedide Sonrası Şiirleri (1901-1908)
1903’te Âşiyan’da inzivaya çekilen Fikret, bu dönemdeki şiirlerinde toplumsal temalara yönelmiştir. Bu dönemde yazdığı istibdat aleyhtarı şiirlerinin en ünlüsü “Sis”tir.

İkinci Meşrutiyetten Sonraki Şiirleri (1908-1915)
Arkadaşlarıyla birlikte Tanin gazetesini çıkarmaya başlayan Fikret, kötümserliği geride bırakmış, iyimser şiirler yazmaya başlamıştır. Haluk’un Defteri’ni bu yıllarda bastırır (1911). Oğlu Haluk’un şahsında Türk gençlerine seslenir; ilerleme, çalışma ve yurt sevgisini aşılamaya çalışır. İttihatçılar onu hayal kırıklığına uğrattıktan sonra Doksanbeşe Doğru, Revzen-i Mahlu ve Han-ı Yağma adlı eleştirel şiirlerini yayımlar. Fikret, hayatının son demlerinde hece vezni ile çocuklar için şiirler yazmış ve bunları Şermin adlı kitabında yayımlamıştır.

Tevfik Fikret’in Şiirinin Başlıca Özellikleri
Türk şiirinin batılılaşmasında önemli bir isimdir. Biçim bakımından parnasyenlere, ilham bakımından romantiklere yakındır. Şiirde, Divan şiirinin temel birimi olan beyit hakimiyetini kırmış, anlamı ve cümleyi beyitlerin dışına taşımıştır. Müstezatı serbestleştirerek şiiri düzyazıya yakınlaştırmıştır. Şiirde konu ve aruz kalıpları arasında uyum aramış ve bunu uygulamaya çalışmıştır. Tüm bunlara karşın dili çok ağırdır. Rübab-ı Şikeste (1899), Haluk’un Defteri (1911), Rübabın Cevabı (1911), Şermin (1914), Tarih-i Kadim (1905’te yazıldıysa da tarih kaydı olmayan basımları yapılmıştır).

Cenap Şahabettin (1871-1934)
2 Nisan 1871’de Manastır’da doğdu. Babasının ölümü üzerine ailesi İstanbul’a yerleşir. Tıp öğrenimini 1889’da tamamladı. 1914’te emekli olana dek Kamerun, Cidde, Mersin, Rodos gibi çeşitli yerlerde karantina doktorluğu yapmıştır. 1914’te Darülfünun’da Fransızce tercüme müderrisliğine atanır. Daha sonra garp edebiyatı müderris vekili olur. 1919’da Osmanlı edebiyatı tarihi müderrisliği yapar. 1920’de Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah adlı gazetesinde milli mücadele karşıtı yazılar yayımlar. Darülfünun’dan uzaklaştırılır. İlerleyen dönemde tavrını değiştirir. 26 Eylül 1932’de birinci dil kurultayına katılır. 13 Şubat 1934’te vefat eder.

İlk Şiirleri
Muallim Naci ekseninde şiirler yazar ve ilk şiiri (Nazire-i Gazel-i Muallim) 1885’te İmdadü’l-Midad’ta çıkar. Muallim Naci’nin çıkardığı Saadet’te başka şiirleri de çıkar. 1887’de Tâmât adlı ilk şiir kitabını yayımlar.

Paris Dönemi (1889-1896)
Cilt hastalıkları hakkında uzmanlaşmak için 1889’da Paris’e giden Şahabettin, burada batı şiirini yakından tanıma imkânı bulur. Ağırlıkla sembolist şairlerin şiirlerini okuyan Şehabettin’in şiiri de bu yönde dönüşüme uğrar. Yeni şiirlerini 1894’ten itibaren Malumat, Hazine-i Fünun, Maarif ve Mektep adlı dergilerde yayımlamaya başlar. Mektep dergisi Cenap Şahabettin’in şiiri açısından önemlidir. Şairin kırk kadar şiiri bu dergide yayımlanmıştır. Resim ve müziğe önem veren bu şiirler yenilik yanlısı genç şairler tarafından heyecanla karşılanmıştır. Edebiyat-ı Cedide gurubunun gösterdiği teveccühe kayıtsız kalamayan Şahabettin, Servet-i Fünun dergisinin kadrosuna geçer.

Edebiyat-ı Cedide Dönemi
1896 yılında Mektep’te yayımlanan Terane-i Mehtab adlı şiiriyle Dekadanlar tartışmasına yol açmıştır. Aşk ve tabiat temalarına yer veren şair aşkı bazı şiirlerinde romantik perspektifte işlerken bazı şiirlerinde cinsel çağrışımlarla iç içe kullanır. Tabiat temalı şiirlerinin en meşhuru Elhan-ı Şita’dır. Ağırlıkla sonbahar ve kış mevsimleri (karamsar ruh halini ifade etmek için) anlatılır. Estetik yanı ağır basan şiirleri yapaylıkla eleştirilmiştir.

1908’den Sonra
1908’den sonra siyasi yazılar yazmaya başlar. Kalem dergisinde Dahhak-ı Mazlum müstearıyla mizahi yazılar yayımlar. Ali Canip Yöntem’le uzun tartışmalara girer. 1915’te bazı makalelerini Evrak-ı Eyyam adıyla yayımlar. Cemal Paşa’nın davetiyle Şam’a gider ve seyahat notlarını Sabah gazetesinde Suriye Mektupları adı altında yayımlar. 1918’de Süleyman Nazif’le birlikte Hadisat gazetesini çıkarmaya başlar. Aynı dönemde Tasvir-i Efkâr gazetesi adına Avrupa gezileri yapar. İzlenimlerini Avrupa Mektupları adlı kitabında yayımlar (1919). 1920’de Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah’ında yazmaya başlar. Buradaki yazılarında milli mücadeleyi eleştirir.

Ali Ekrem (Bolayır) (1867-1937)
Namık Kemal’in oğludur. 2 Ağustos 1867’de doğdu. Babasının vefat ettiği gün Mabeyn-i Humayun kâtipliğine atandı. 18 yıl burada çalıştı. 1906’da Kudüs mutasarrıflığına, 1908’de de Beyrut valiliğine atandı. 1910’da Darülfünün’da Tarih-i Edebiyat muallimliğine atandı. 1912’de Cezayir-i Bahr-i Sefid valiliğine atandı. 1913’te Darülfünun’a döndü. 1917’de oğlu Cezmi’nin intiharı üzerine rahatsızlandı. 1919’da tetkikatı lisaniye heyetine başkan seçildi. 3,5 yıl Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. 1923-33 yılları arasında Darülfünun’da Şerh-i Mütûn dersleri verdi. 1933’te telif ve tercüme heyetine seçildi. Maltepe Askeri Lisesi’nde 2 yıl edebiyat öğretmenliği yaptı. 27 Ağustos 1937’de vefat etti.

Sanatı ve Şiirleri
İlk şiirlerini dokuz yaşında yazmaya başlar. İlk yazısı “Dağ” 1891’de Resimli Gazete’de basıldı. “Kumru” adlı ilk şiiri 1891’de Mirsad dergisinde yayımlandı. Ali Ekrem o yıllarda divan şiirini iyi bilen buna karşın yeniliklere de açık olan İsmail Safa’nın etkisi altındadır. 1894’ten itibaren Malumat dergisinde şiirler yayınlar. 1896’da Servet-i Fünun’da yazmaya başlar.

Edebiyat-ı Cedid Dönemi
Ali Ekrem, Servet-i Fünun’da Ayn Nadir müstearını kullanmıştır. 1900 tarihli “Şiirimizbaşlıklı yazısı nedeniyle Tevfik Fikret’le anlaşmazlığa düşünce dergiden ayrılır. Bu döneme kadar ki çalışmalarında yenilik yanlısı bir tutum içinde olan şair, şiirlerinde tabiat, aşk ve ölüm gibi konuları işler. Ali Ekrem’in tabiat temalı şiirlerinde gece, ay, yıldızlar, dağ, deniz ve çiçek gibi unsurlar öne çıkar. Bu şiirlerde tabiat gerçekçi bir dille ele alınmaz. Şair tabiatla kendi duyguları arasında münasebet kurmaya çalışır.

İkinci Meşrutiyet Sonrası
1908’de basılan Kırmızı Fesler adlı şiir kitabında istibdat dönemini, hafiyeleri ve jurnalciliği eleştiren müstezat tarzında uzun bir manzumesi vardır. Bu dönemde şair toplumsal konulara ağırlık vermiştir. Şiirlerindeki dil kullanımı sadeleşmiş zaman zaman heceyi kullandığı şiirler yazmıştır. Kaside-i Askeriye, 1908’de yazdığı Hürriyet Kasidesi’ne nazire olarak kaleme alınmış, vatan sevgisi, kahramanlık ve hürriyet temalarını işleyen 41 beyitlik bir manzumedir. Ordunun Defteri (1918) orduya moral amaçlı şiirlere yer verdiği bir eseridir.

Cumhuriyet Sonrası
Şiir Demeti (1924) ve Vicdan Alevleri (1925) bu dönemin ürünleridir. Milli duyguları öne çıkaran şiirler yazmıştır bu dönemde. Ana Vatan (1921), vatan sevgisi ve kahramanlık temalarına sahip hece vezniyle yazılmış şiirleri içeren bir eseridir.

Hüseyin Suat (Yalçın) (1867-1942)
İstanbul doğumludur. 1886’da Mekteb-i Tıbbiye’den mezun olduktan sonra Midilli Belediye Doktoru olarak çalıştı. 3 yıl sonra İstanbul Üçüncü Belediye Doktorluğuna atandı. Branşında uzmanlaşmak amacıyla 1893’te Paris’e gitti. 1898’de Şam’da görev aldı. Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’ya gitti. 1921’de Yunus Nadi ile birlikte Kalem dergisini çıkardı. Cumhuriyet’in ilanından sonra Deniz Yolları Vapurunda doktorluk yaptı.

İlk Şiirleri
Başlangıçta divan şiiri tarzında gazeller yazdı. Mekteb-i Tıbbiye yıllarında Cenap ve onun kardeşi Ali Nusret ile tanışarak yenilikçileri tanımaya başlar. Hamit’in şiirlerinden haberdar olur. Paris’e gittiği dönemde batı şiirini tanır. 1890’lı yıllardan itibaren Mektep, Malumat ve Mütalaa gibi dergilerde yenilikçi şiirleri yayınlanmaya başlar. 1896’da Servet-i Fünun dergisine geçer. 1910 yılında Lane-i Melal adlı ilk kitabı yayınlanır. Aşk, tabiat ve ölüm, şiirlerinin başlıca temalarıdır. Aşk’ı cinsel yönüyle ele alır. Ölüm temalı şiirlerinde derin ıstıraplar ve melal vardır. Şair bu nedenle melal şairi olarak tanınır.

İkinci Meşrutiyet’ten Sonra
Dönemin modasına uyarak bireysel konulardan uzaklaşarak toplumu ilgilendiren konulara yer vermeye başlar. 1908’den sonra ağırlıkla mizaha yönelmiştir. Bu dönemde sıkça Gave-i Zalim müstearını kullanmıştır. 1923’te Gave Destanı adlı kitabı yayınlanır. Şiir dışında pek çok tiyatro eseri vardır.

Süleyman Nazif (1869-1927)
Şairliğinin ilk döneminde Namık Kemal tarzında vatan şiirleri yazmıştır. İlk şiirlerini 1906’da Mısır’da basılan Gizli Figanlar adlı kitapta toplamıştır. 1897’den itibaren Servet-i Fünun dergisinde İbrahim Cehdi müstearıyla yazmaya başlar. Edebiyat-ı Cedide’nin çizgisine uygun eserler verir. Aşk şiirlerinde ayrılık acısını işler. 1908’den sonra geleneğe uygun olarak toplumsal konulara ağırlık verir. Şiirlerinin yanı sıra düzyazı eserleri de vardır.

Hüseyin Siret (Özsever) (1872-1959)
1900’de siyasi bir olaya karışınca Adıyaman’a sürülür. Oradan Paris’e kaçıp Jöntürklere katılır. 1920’de kesin olarak yurda döner.
Namık Kemal hayranı olduğu öğrencilik yıllarında şiire ilgi duymaya başladı. Hayran olduğu bir diğer isim Recaizade Mahmut Ekrem’dir. İlk şiirlerini 1894’ten itibaren Mektep dergisinde yayımlamaya başlar. Biçim ve dil bakımından divan şiirine uygun bu eserlerde yeni imgeler kullanır. Servet-i Fünun’da çıkan ilk şiirlerinde siret imzasını kullanır. Sürgün yıllarında Ömer Senih müstearını kullanmaya başlar. Çoğunluğunu aruzla yazdığı şiirlerinde melankolik ruh hali göze çarpar. İlk kitabı Leyal-i Girizan 1904’te Paris’te basılır. 1928’de Bağbozumu, 1937’de Kıvılcımlı Kül adlı kitapları yayınlanır. Üstadın Şiiri (1937), Kargalar (1939), İki Kaside (1942), Bir Mektubun Cevabı, Hüseyin Avni Ulaş’a (1948) diğer eserleridir.

Faik Ali (Ozansoy) (1876-1950)
Asıl adı Mehmet Faik’tir. Süleyman Nazif’in kardeşidir. Muhabbet adlı ilk şiirini 1896’da Maarif dergisinde yayımladı. İlk şiirinden itibaren Edebiyat-ı Cedide çizgisindedir. 1896-1908 arasında yazdığı şiirlerini Fani Teselliler (1908), ve Temasil (1913) adlı kitaplarda topladı. Fani Teselliler’in hasbihal adlı mukaddimesinde şiire ilişkin görüşlerine yer verir. Midhat Paşa (1908) ve Elhan-ı Vatan (1915) şairin diğer kitaplarıdır. Tabiat, aşk, kadın ve özlem başlıca temalarıdır. Şiirlerinin çoğunu sone biçiminde yazmıştır.

Celal Sahir (Erozan) (1883-1935)
14 yaşında şiir yazmaya başladı. Şiirlerinde aşk ve kadın temalarına yer verir. Kadın şairi olarak tanınır. Edebiyat-ı Cedide dönemine ait şiirlerini Beyaz Gölgeler (1909) adlı kitabında toplamıştır. 1908’den sonra Fecr-i Ati topluluğuna katılmış, milli edebiyatı desteklemiştir. Bu dönemde sade bir dille hece vezniyle şiirler yazmıştır. Buhran (1909), Siyah Kitap (1912) diğer şiir kitaplarıdır.


Ünite 3

Edebiyat-ı Cedide Romanı
Bu dönemin romanında ilkeleri belirleyen Halit Ziya olmuştur. İzmir’de yaşadığı yıllarda Hizmet gazetesinde Hikâye başlıklı bir dizi yazı yayımlar. 1891’de kitaplaştırdığı eserinde bizde ve batıda romanın tarihini ele alır. Hayaliyyun dediği romantiklerle hakikiyyun dediği realistlerin eserlerini mukayese eder. Popülist yazarları ise masalcılar diye yaftalar ve bunların amacının sanat yapmak değil para kazanmak olduğunu söyler.

Halit Ziya, İzmir döneminde dört (Sefile, Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekâsı), İstanbul döneminde de dört (Mai ve Siyah, aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar, Nesl-i ahir) roman yazmıştır. 1887’den itibaren Hizmet’te tefrika edilmeye başlanan Sefile adlı romanını ilerleyen yıllarda Recaizade Mahmut Ekrem bastırmak istediyse de teftiş kurullarınca engellenmiştir (dini değerlere aykırılığı gerekçesiyle). Kırık Hayatlar 1924’te kitaplaşabildi, Sefile ve Nesl-i Ahir ancak 2000’li yıllarda kitap halinde basılabildi. 

Sefile: Anne ve babasını kaybeden Mazlume sokakta kalır. Onu sokakta gören Mihriban, acır ve yanına alır. Mihriban ve kızı İkbal, kötü yola düşmüş kadınlardır. İkbal’in âşığı İhsan Mazlume’nin ırzına geçer. Zaten hasta olan İkbal, kederlenir ve ölür. Bir süre İhsan’la yaşayan Mazlume terk edilir. Mihriban’la da geçinemeyince evden ayrılır. Genelevde çalışmaya başlar. Burada karnındaki çocuğunu düşürür. İhsan’a karşı nefret içerisindeki kadın, geneleve gelen İhsanı, boğazını ısırarak öldürür. Kendisi de orada ölür.

Nemide: Doğumu sırasında annesini kaybeden Nemide, babasıyla yaşamaktadır. Baba, Şevket Bey, hayatını kızına ve bahçede yetiştirdiği güllere adamıştır. Nemide, birlikte büyüdüğü amcaoğlu Nail’e karşı duygusal yakınlık hissetmektedir. Nail, tıp eğitimi için Paris’e gider. Nemide de bu sırada Nail’in teyzekızı Nahit’le arkadaş olur. Eğitimini tamamlayıp yurda dönen Nail, Nemide ile nişanlanır. Nail’e âşık olan Nahit, bu duruma razı değildir. Nail’i baştan çıkarır. İkisi arasındaki yakınlaşmayı fark eden Nemide, geri çekilir, hatta ikisinin birlikteliği için çaba sarf etmeye başlar. İçten içe kabullenemediği halde bu şekilde davranır ve nihayetinde ölür.

Bir Ölünün Defteri: Nemide’nin farklı bir versiyonu olarak değerlendirilebilir. Annesi ölen Osman Vecdi’yi babası, halasına emanet ederek uzaklara gider. Halasının kızı Nigâr’la birlikte büyüyen Osman Vecdi, Galatasaray Lisesi’nde okumaya başlar. Hüsam’la arkadaş olur, onu eve davet eder. İleri dönemde Osman doktor, Hüsam ise gazeteci olur. Halası, Nigâr ile Osman’ı evlendirmek ister ancak Hüsam’la Nigâr arasında yakınlık vardır. Nigâr, annesinin talebini kabul etmez. Nigâr’dan hoşlanan Osman, aradan çekilir. Sevdiği kız ile arkadaşının arasını yapmaya çalışır. Hayata küsen Osman, gönüllü olarak orduya katılır. Çok çaba harcasa da ölmeyi beceremez, bir kolunu kaybederek geri döner. Herkesten uzakta müzmin hayatı yaşar. Bir gece Hüsam’ı evine davet eder. Hatıra defterini ona teslim eder ve nihayetinde ölür.

Ferdi ve Şürekâsı: İsmail Tayfur, babasının vefatı üzerine eğitimini yarıda bırakarak ailesinin yanına döner. Ferdi Efendi’nin yanında çalışmaya başlar (babası da Ferdi Efendi’nin yanında çalışıyordu). Ferdi Bey’in kızı Hacer, İsmail Tayfur’a âşık olur. İsmail Tayfur’un annesi, babasının sokakta bulup eve getirdiği Saniha ile birlikte yaşamaktadır. İsmail Tayfur, Saniha’ya âşıktır. İsmail Tayfur, annesi ve patronunun baskısıyla Hacer’le evlenir (Ferdi Efendi, kızının günlüğünü okuduktan sonra bu evliliğe istemeden razı olur, yani sırf kızı mutlu olsun diye İsmail’e baskı yapar). Evliliğinde mutluluk bulamayan İsmail Tayfur, Saniha’yla olan ilişkisini sürdürür. Kocasının evi terk edeceğini anlayan Hacer, kapıyı kilitleyip odayı ateşe verir. İsmail Tayfur kurtulur ancak Hacer kurtulamaz bu yangından. Bu olay karşısında aklını yitiren İsmail Tayfur yeniden ailesiyle birlikte yaşamaya başlar.

Mai ve Siyah: Babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenen Ahmet Cemil bir yandan da tercümeler yapmakta diğer yandan okulunu bitirmeye çalışmaktadır. Mir’at-ı Şuûn gazetesinde çalışmaya başlar. Hayalci bir adam olan Ahmet Cemal, okulunu bitirmek, şiirlerini kitaplaştırmak ve Lamia ile evlenmek arzusundadır. Kız kardeşi İkbâl’i matbaa müdürü Vehbi ile evlendirir. Şiirlerini yazıp bitirir. Lamia’nın babası Hüseyin Nazmi’nin köşkündeki sanatseverlere eserini tanıtır. Eseri çoğunlukla beğenilir. Ahmet Cemil’in yıldızı bu noktada sönmeye başlar. Eniştesi Vehbi, kız kardeşinin ölümüne sebep olur. Matbaa için alınan borç ödenemeyince Ahmet Cemil’in ipotek gösterilen evi elden çıkar. Lamia, nişanlanır. Ahmet Cemil işten kovulur. Hayal kırıklığı altında ezilen Ahmet Cemil, eserini imha eder. Taşrada memuriyet yapmak üzere annesiyle birlikte İstanbul’dan ayrılır.

Aşk-ı Memnu: Adnan Bey, kızı olacak yaştaki Bihter’le evlenmek ister. Bihter’in annesi Firdevs Hanım rıza göstermese de Bihter ısrar eder ve evlilik gerçekleşir. Anne ve kızı Adnan Bey’in konağında yaşamaya başlarlar. Cicim ayları uzun sürmez, huysuzlaşan Bihter, Adnan’la tartışmak için odasına girer. Odada, Adnan’ın yeğeni Behlül’le karşılaşır. Behlül, Bihter’i baştan çıkarır. İkisi arasında ilişki başlar. Bihter’le gönül eğlendiren Behlül, Adnan Bey’in ilk eşinden olan kızı Nihal’le ilgilenmeye başlar. Firdevs Hanım Bihter’le Behlül arasında bir şeyler yaşanmış olabileceğini düşünerek Behlül’le Nihal’in arasını yapmak üzere çalışmalara başlar. Bu yolla kızından da kendince intikam almaktadır. Bihter deliye dönse de elinden bir şey gelmez. Behlül’le Bihter’in tartışmalarına tanık olan Nihal, orada bayılır düşer. Adnan Bey, Nihal’in yanına gelince, Bihter de Adnan Bey’in odasına gider. Nihal’i gizliden seven Beşir, Adnan’a her şeyi anlatır. Bihter kendini odasına kapatıp Adnan’ın silahıyla intihar eder.

Kırık Hayatlar: Ömer Behiç, tıp tahsilini yurt dışında tamamlamış bir doktordur. Karısı Vedide ve iki kızıyla birlikte yaşamaktadır. Sakin bir hayat süren Ömer, okul yıllarından arkadaşı Piç Bekir’le karşılaşır ve bu karşılaşmadan sonra bir nebze sosyalleşir. Bekir çok çapkın biridir (Piç!), sosyetenin zengin ailelerinden birinin kızı Nebile’yle aşk yaşamaktadır. Bekir, bir arkadaşına bakması için Ömer’i alıp Nebile’nin yaşadığı eve götürür. Burada Nebile’nin kardeşi Neyyir ile karşılaşır. Ömer, kıza tutulur. Bir bahane tekrar görüşürler. Aralarındaki ilişki devam eder. Zaman içinde Bekir, dul bir kadına âşık olur (Müzzan), çapkınlıkları bırakır. Ömer’in işleri yolunda gitmez, kızı rahatsızlanır. Neyyir, kendine zengin bir sevgili bulur. Ömer, ailesini iyiden iyiye boşlar. Karısı bu yasak ilişkiyi fark eder. Kızı ölür, Neyyir, bir başkasıyla evlenir, karısı ise evde bir yabancı gibidir artık. Neyyir, evli olduğu halde Ömer’le ilişkisini sürdürmek ister. Ömer’e haber eder, görüşmek ister. Ömer, ayakları geri gitse de Neyyir görmek üzere yola çıkar. Yolda fikir değiştirip kızının mezarına gider. Pişmanlık içerisinde saatlerce ağlar. Evine dönüp karısının dizlerine kapanır, ağlamaya devam eder.

Nesl-i Ahir: Süleyman Nüzhet, uzun yıllar Avrupa’da kaldıktan sonra yurda dönmüş dul bir adamdır. Kızı(Azra), büyümüş serpilmiştir. Kızıyla birlikte Büyük Ada’da yaşamaya başlar. Süleyman Nüzhet, eniştesinin 22’lik kızına tutulur. Avrupa’dan dönüşte tanıştığı İrfan adlı ihtilalci gençle sık sık görüşmeye başlar. Eve girip çıkmaya başlayan İrfan’la Azra arasında yakınlık başlar. İsmi bir suikasta karışan İrfan, korkuya kapılıp intihar eder. Baba kız, bir arada yaşamaya devam ederler.  
Realizme bağlı olan Halit Ziya, eserlerindeki olayları sebep-sonuç ilişkileriyle birlikte açıklayabilmek için, diğer birçok realistte de görüleceği gibi geriye dönüş metodunu çok kullanır. Realizme uygun olarak olay akışından ziyade tasvir tahlillere geniş yer verilir. Romanlar, olay merkezli değil kişi merkezlidir. Realizmde, mekân tasvirlerinin yanında nesnelerin de önemli yeri vardır. Edebiyat-ı Cedide romanlarında ayna, karakterlerin kendileriyle yüzleşmelerine vesile olan nesnedir. Tanzimat edebiyatının ilk romanlarında karşımıza çıkan olaylara müdahale eden yazar sesi, Edebiyat-ı Cedide romanlarında ortadan kalkar. Halit Ziya, eserlerinde kendi fikirlerini gizli tutar, varlığını gizlemeye çalışır. Karakterin ruh halini anlatmak için yansıtıcı bilinç yöntemini kullanır. Bu yöntemde 3. şahıs anlatıcının karakterlerin bilincinden geçenleri anlatır. Yazarın varlığını silmek başvurduğu yöntemlerden biri de kahramana mektup veya hatırat kullandırarak düşüncelerini anlatma fırsatı vermeleridir. Bir Ölünün Defteri’nde bu yola başvurulmuştur. Natüralistlerde karşımıza çıkan anne babadan karakteristik özelliklerin karaktere geçmesi durumu, Halit Ziya’da çokça karcımıza çıkar. Dolayısıyla kaderci bakış açısına sahiptir. Üçlü aşk kalıbı, hemen bütün romanlarında karşımıza çıkar. Kaçış teması da Edebiyat-ı Cedide’nin birçok romanında olduğu gibi Halit Ziya’nın romanlarında da karşımıza çıkar.

Mehmet Rauf
Eserleri: Eylül (1901), Bir Zambak Hikâyesi (1910), Genç Kız Kalbi (1912), Bir aşkın Tarihi (1912), Menekşe (1913), Karanfil ve Yasemin (1924), Böğürtlen (1924), Defne (1927), Kan Damlası (1928), Son Yıldız (1927), Halas (1929), Harabeler (1927), Kâbus (1928).

Eylül: Eser Halit Ziya’ya ithaf edilmiştir. Eser ilk olarak 1900 tarihinden itibaren Servet-i Fünun’da tefrika edilmiştir. Eserde Suat ve Necip arasındaki yasak aşk anlatılır. İkiliyi birbirlerine yakınlaştırması bakımından piyano başında geçirilen zamanda oluşan duygusal paylaşımlar edebiyatımız açısından orijinal motiflerdir. İkili yakınlaşmaya devam ederlerken Suat’ın kocası Süreyya, balık avlamak üzere sandal gezintilerine çıkmaktadır. Yaz bitiminde evli çift İstanbul’daki köşklerine geri döner. Necip artık sık sık Suat’ı ziyaret edememektedir. İlişkinin anlaşılmasından çekinmektedir. Suat’ın soğuk tavırları ilişkinin geleceği olmadığına inandığı mesajını verir. Köşkte yangın çıkar. Suat içeridedir. Necip’te Suat’ı kurtarmak için köşke girer. Dışarıya çıkan olmaz. Romanda Suat ve Necip’in profilleri dikkatlice aktarılırken Süreyya ihmal edilir, o adeta boş bir çuvaldır. Realizme özgü idealizmden uzak durma titizliği eserde olumlu bir tipleme görme imkânını elimizden alır. Süreyya’nın annesi dışındaki herkes sorunlu tiplerdir. Romandaki mekânlardan İstanbul’daki ev oldukça kasvetlidir. Süreyya ve Suat bu nedenle yaz aylarını geçirmek için Boğaziçi’nde yalı kiralarlar. Boğaziçi huzurlu ve mutlu zamanların yaşandığı mekândır. Beyoğlu ise Necip’in mekânıdır. Beyoğlu oldukça renkli olmasına karşın ikiyüzlü ve samimiyetsiz olması nedeniyle Necip burada mutlu değildir.
Bir Zambak Hikâyesi, yayınlandığı devirde pornografik bulunmuş ve Mehmet Rauf’un hapis yatmasına, askerlikten kovulmasına sebep olmuştur. Genç Kız Kalbi, Pervin adlı iyi eğitim almış bir kızın hikâyesidir. İzmir’de yaşadığı çevreye sığamayan Pervin, türlü hayallerle İstanbul’a gelir. Tam bir hayal kırıklığı yaşadıktan sonra İzmir’e geri döner. Bir Aşkın Tarihi, Macit’in Güzin’e duyduğu aşk ve sonrasında yaşadığı pişmanlık konu edilir. Menekşe’nin başkişisi Hüseyin Bülent, tanınmış bir şair ve yazardır. Evli ve çocuklu olmasına rağmen çapkın bir tiptir. Violet’le tanışıp duygusal bir sürece girer. Mustafa Özbaltacı’ya göre otobiyografik öğeler taşıyan bir eserdir. Karanfil ve Yasemin’de Samim ile Nevhiz arasındaki aşk anlatılır. Samim’e âşık olan Pervin evlenip Avrupa’ya gider. Kocasıyla geçinemeyip geri dönünce Samim’le yakınlaşır. Samim, iki kadın arasında kalır. Böğütlen’de tezatlar işlenir. Define’de iç içe geçmiş iki hikâye işlenir. Bu hikâyenin devamı niteliğindeki Kan Damlası, bir dizi cinayetle başlar. Son Yıldız’da Perran ile Fuat’ın ilişkisi anlatılır. Halas, aşkı geri planda tuttuğu tek romanıdır. Vatan sevgisi ön plana çıkarılmıştır. Harabeler, sembolik ifadesi olan bir romandır. Kabus, kurgusu zayıf bir romandır.

Hüseyin Cahit Yalçın
Nadide (1891) ve Hayal İçinde (1898) adında iki romanı vardır. Nadide adlı roman Ahmet Mithat Efendi’nin etkisinde yazılmıştır. Hüseyin Cahit bu romanını 16 yaşında yazmıştır. Diğer roman ise Edebiyat-ı Cedide anlayışına uygun bir eserdir. Nadide’de hikâyesi anlatılan Nadide, emelleri uğrunda annesini bile öldürebilecek kadar cani ruhlu bir kadındır. Diğer romanında bir Rum kızına âşık olan Nüzhet’in yaşadığı dönüşümler anlatılır.

Safveti Ziya (1875-1929) dönemin bir başka romancısıdır. Salon Köşelerinde (1910) adlı romanıyla bilinmektedir. Dönemin en alafranga yazarı olan Ziya, devrin salon hayatını, bu çevre içindeki insanları ayrıntılı şekilde yansıtmıştır. Orijinal olmayıp, Halit Ziya’yı taklit eden biridir.


Ünite 4

Edebiyat-ı Cedide Hikâyesi
Batılı anlamda ilk uzun hikâye örnekleri Ahmet Mithat Efendi’nin Letaif-i Rivayat serisindeki 25 kitap içinde 27 hikâye ve üç romandan (Yeniçeriler, Çingene, Bahtiyarlık) müteşekkildir. Eserdeki uzun hikâyeler hacim bakımından büyük, ancak tek konu etrafında gelişmiş anlatılardır. Recaizade Mahmut Ekrem, Muhsin Bey, Şairliğin Hazin Neticesi ve Şemsa adlı eserleriyle uzun hikâyeyi denemiştir. Ancak bunlar başarısız örneklerdir.

Halit Ziya Uşaklıgil
Altı eseri uzun hikâye olarak kabul edilebilir; Bir Muhtıranın Son Yaprakları (1888), Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası (1888), Deli (1888), Bu Muydu? (1896), Heyhat (1897), Bir Yazın Tarihi (1898), Valide Mektupları (1909). Bunların arasında Deli, yarım kalmış bir eserdir. Halit Ziya, bu eserlerin bazıları için küçük roman tabirini kullanır. Realist tekniklerle kaleme aldığı hikâyelerinde kurguyu hatıra defteri aracılığıyla oluşturur. Deli adlı eser ise postmodern tarzın öncüsü olabilecek bir tarza sahiptir. Eser, deli sözcüğünden ve çağrışımlarından vesile yarım bırakılmıştır. Kısa cümleler ve basit üslupla kaleme alınan eserin yarım kalmasını Ömer Faruk Huyugüzel, edebiyatımız açısından talihsizlik olarak değerlendirir.

Halit Ziya Deli’ye benzer bir hikâyeyi yıllar sonra Üç Mektup adıyla yazmıştır. Hikâyede tutuklanıp yargılandıktan sonra serbest kalan bir gencin içinde bulunduğu durum üç mektupla anlatılmıştır. Hikâyedeki genç adam hapisten çıktıktan sonra sürekli takip edildiği düşüncesine kapılır. Kaldığı evde annesi de dahil olmak üzere herkesten şüphelenir. İçini döktüğü hatıra defterini herkesten saklar. Yaşadıklarını, hissettiklerini mektuplara yazarak bahçeye atar. Komşu evdeki bir arkadaşı mektupları sahiplerine ulaştırır. Genç adamın üçüncü mektubu evi yakacağını ima eden satırlar içerir. Hikâye, II. Abdülhamit döneminin istibdadının yaşattığı psikolojik baskıyı tasvir açısından değerlidir.
Bir Yazın Tarihi de hatıra defteri kurgusuyla yazılmıştır. Defterin sahibi İhsan, izin günlerini akrabasının yalısında geçirir. Yalıda 5 kız vardır. Defterde bu kızlarla ilgili izlenimlerine yer verir. Kızlardan öksüz ve veremli olan Meliha’ya ilgi duyar. Meliha ise ona ancak ölümünden sonra duyduğu ilgiyi açığa vurur.
Bir Muhtıranın Son Yaprakları’nın içine kapanık kişisi Necip ile Heyhat hikâyesindeki genç şair, karakter bakımından birbirlerine yakındırlar. İkisi de yaşadıkları ortamdan şikâyetçidirler. İnsanlardan uzakta kalmak için köylere sığınmışlardır. Bu iki tiplemeyle Aşk-ı Memnu’nun Ahmet Cemil’i birbirlerine benzer. Edebiyat-ı Cedide’nin genelindeki kötümserlik bu karakterlerde fazlasıyla mevcuttur.
Bu Muydu? iki kız arkadaşın yaşadıklarından sonra birbirlerinin mutsuz olduklarını öğrenmelerini anlatır. İnci Ertegün bu hikâye için, genç kızların mutluluk üzerine kurdukları evlilik hayallerinin hiç de gerçekçi olmadığını anlattığını ve bu bakımdan Ahmet Mithat’ın Felsefe-i Zenan ve Fatma Aliye’nin Levayih-i Hayat adlı eserlerine benzediğini söyler. Eserde iç monologlara yer verilmesi teknik açıdan önemlidir.
Halit Ziya’nın uzun hikâyeleri genele olarak acıklı atmosfere sahiptir. Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası nispeten iyimser bir atmosfere sahiptir. Eser, evli bir çiftin evlenmeden evvel birbirlerine yazdıkları mektupları yıllar sonra okumalarını konu edinir. Valide Mektupları, bir annenin(Semiha) yeni evli kızına(Süreyya) yazdığı 5 mektubu içerir.

Mehmet Rauf
Garam-ı Şebab (1896), Mehmet Rauf’un ilk uzun hikâyesidir. Realist eserde olaylar anlatıcı Memduh’un gözünden kaleme alınmıştır. Eserin kurgusu Bir Muhtıranın Son Yaprakları’na benzer. Eserdeki genç, yalnız kalarak büyük bir hayalini gerçekleştirmek ister. Eserde tabiat tasvirleri geniş yer tutar. Memduh’un âşık olduğu kadın Memduh’a yüz vermez ve genç adam sığındığı köyden ayrılır.
Ferda-yı Garam (1897), Servet-i Fünun’da tefrika edildikten sonra kitaplaşmış bir eserdir. Babasının memuriyeti nedeniyle amcasının yanında kalan Macit, amcasının kızı Sermet ile birlikte yetişir. İlk zamanlardaki geçimsizlikleri ileride sevgiye dönüşür. Beykoz’a yerleşen Macit bu ayrılığa üzülür, hastalanır. Ameliyat olması gerekir ancak korkar. Sermet’İn telkiniyle ikna olur. İyileşme sürecinde de birliktedirler. Sevgi dolu hayaller kurarlar ancak bu hayallerini gerçekleştirmeye cesaret edemedikleri için birlikte ölmeye karar verirler. Hayallerle süslenen aşk, gerçeklerden kaçış temsili olarak ölüm, bu hikâyede öne çıkmaktadır.
Serap (1909), 1. şahıs ağzından anlatılan hayal hakikat çatışmasını anlatan bir eserdir. Geri dönüşlere yer vermesi dikkat çekicidir. Genç adam, vapurda gördüğü güzel bir Rum kadına vurulur. Hayaller kurduktan sonra bunu bir tesadüf olduğunu düşünür. Genç adam küçük yaşta annesini kaybetmiş, kıt kanaat geçindiği memuriyet hayatında evlenmekle iyi ettiği sonucuna varır. Vapurdan inip evine vardığında karısını hasta bulur. Karısının yüzündeki kırışıklara bakarken yıllar önce âşık olduğu karısının aslında bir serap olduğunu düşünür. Karısıyla eski günleri yad ederler. Karısı artık yaşlanmakta olduklarını söylediğinde iyice üzülür. Aynaya bakmak ister, alt kata inerken gelen misafirini içeri alır. Yakın dostuyla oturur sohbet eder. Konu yine yaşlılığa gelir. Dostunun anlattığına göre istibdat dönemi hayatlarının en güzel yıllarını alıp götürmüştür. Dostunu uğurlar, karısının uyuduğunu görür, dönüp aynaya bakar. Aynada gördüğü harap bir gençlik manzarası gibidir. Artık âşık olunacak değil katlanılacak biridir. Karamsar düşüncelerden sonra karısının yanına uzanır. Karakterin kendisiyle yüzleşmesine vesile olan “ayna” önemli bir semboldür.

Kısa Hikâye
Türk edebiyatında kısa hikâye Samipaşazade Sezai’nin hikâyelerini topladığı Küçük Şeyler adlı eseriyle gerçek kimliğine kavuşmuştur. Romanda olduğu gibi kısa hikâyede de Halit Ziya çağdaşlarının çok önündedir.

 Halit Ziya Uşaklıgil
Hikâyelerini topladığı kitapların sayısı 13’tür. Çoğunluğu çevirilerden oluşan 1893-1895 yılları arasında yayımlanan 4 ciltlik Nakil, 1897-1899 yılları arasında yayımlanan 3 ciltlik Küçük Fıkralar, Bir Yazın Tarihi (1900), Solgun Demet (1901), Bir Şiir-i Hayal (1914), Sepette Bulunmuş (1920), Bir Hikâye-i Sevda (1922), Hepsinden Acı (1934), Aşka Dair (1935), Onu Beklerken (1935), İhtiyar Dost (1937), Kadın Pençesi (1939), İzmir Hikâyeleri (1950). Üslup olarak romanlarındaki biçimin koruyan yazar, içerik olarak nispeten alt tabakadan insanların hayatlarını konu edinmiştir. Çoğunlukla tanıdığı kişilerin ya da şahit olduğu olayların hikâyesidir bunlar. Kırık Hayatlar, aile konusuna en çok değindiği eseridir. Aile hikâyelerinde koca ve kaynanadan vesile mağdur olan kadın öne çıkmaktadır. Korkudan Sonra adlı öykü, mutsuz evliliklere istisnadır. Acı Sadaka ve Hayat-ı Şikeste’de aileleri tarafından istismar edilen kızların hikâyesi konu edilir. Halit Ziya’nın aşk konulu hikâyeleri genellikle hazindir. Olumlu atmosferlere tensel ilişkilere yer verdiği metinlerde rastlıyoruz; Bir Şi’r-Hayal adlı kitabın Şadan’ın Gevezelikleri başlıklı bölümünde bu nitelikte 6 hikâye vardır. Merhamet temalı Köy Hatırası adlı hikâye Tevfik Fikret’in manzum hikâye tarzındaki “Balıkçılar” adlı şiirini hatırlatmaktadır. Ali’nin Arabası adlı hikâyede de merhamet duygusu öne çıkmaktadır. Küçük Levha adlı hikâyede annesiyle birlikte gezinti yapan küçük bir çocuğa ilişkin gözlemler yer almaktadır. Bisikletli bir adam çocuğa çarpar ve çocuk korkuyla annesinin eteklerine kapanır. Halit Ziya burada anlatıcı olarak kötümser bir hayat felsefesi aktarır. Hayat, darbelerle doludur. Halit Ziya’nın kişileri genellikle hayaller kuran fakat gerçeklerle yüzleştiklerinde hemen kırılan tiplerdir. Hayvanları konu alan eserlerinde ise hayvan sevgisi ve merhamet duygular öne çıkar. Ömer Faruk Huyugüzel’in töre hikâyeleri başlığı altında topladığı hikâyeler, İzmir Hikâyeleri adlı kitabındadır. Töre hikâyelerinin atmosferi diğerlerine nazaran daha iyimserdir.

Mehmet Rauf
Rahim Tarım’ın tespitine göre Mehmet Rauf, kırk altısı II. Meşrutiyetten önce, seksen altısı II. Meşrutiyetten sonra olmak üzere yüz otuz iki hikâye yazmıştır. Bu hikâyeleri on iki kitapta toplanmıştır: İhtizar (1909), Âşıkane (1909), Son Emel (1913), Hanımlar Arasında (1914), Üç Hikâye (1919), Kadın İsterse (1919), Pervaneler Gibi (1920), İlk Temas İlk Zevk (1922), Aşk Kadını (1923), Gözlerin Aşkı (1924), Eski Aşk Geceleri (1927), Safo ile Karmen (1920).

İlk hikâyesi Hizmet gazetesinde Rauf Vicdanî müstearıyla yayımladığı Düşmüş adlı eseridir. Hikâyelerinin konusu çoğunlukla kadın ve aşktır. II. Meşrutiyetten sonraki eserlerinde konularını çeşitlendirmeye çalışır. Hikâyeleri oldukça başarılıdır. Fedakâr anne ve babaların hatta çocukların yaşadıklarını işlediği hikâyeleri de oldukça fazladır (Hep Onlar İçin, Bayram Hediyesi, Ayşe Kadın). Ana Kalbi adlı hikâyede Şerminde Hanım kayınvalidesiyle anlaşamamış ancak her daim boyun eğmiştir. Bir gün kaynanasına karşılık verince evde kıyamet kopar, Şerminde Hanım evi terk etmek zorunda kalır. Ana kuzusu oğlu da bu duruma ses çıkarmamıştır. Kerkük’e giden Şermin yeniden evlenir. Yıllar sonra kocası vefat eden Şerminde Hanım, oğlunu görebilmek için yollara düşer. Oğlu subay olmuş ve valinin kızıyla evlenmiştir. Evi bulur, içeri girer, oğlunu beklemeye başlar. Beklerken aşağılık kompleksine kapılır ve kimseye görünmeden evi arka kapıdan çıkarak terk eder. Ana Evlat adlı hikâyesi de benzer içeriktedir. Bekârlar Arasında adlı hikâyede erkek bakış açısından evlilikle ilgili görüşleri dile getirir. İhtizar adlı hikâyesinde de evlilik teması işlenir. Evlilik konulu hikâyelerinde genelde olumsuz bir tablo çizer. Unutmaya ve Unutulmaya Mahkûm ve Bir Hayat adlı hikâyelerde ise mutlu evlilik tabloları çizer. Fenerci ve Ayna adlı hikâyelerde yasak aşkı işler. Ana Kız ve Zehirlerim’de merhamet teması öne çıkar. İstiklal mücadelesi verdiğimiz dönemde vatanseverlik ve kahramanlık konularını işlediği hikâyeler yazar. Halil Hoca ve Bir Yiğit bu hikâyelerdendir.
Mehmet Rauf, hikâyelerinde ağırlıkla şahısların iç dünyaları üzerinde durur. Korku adlı hikâyesinde bu teknik başarıyla uygulanmıştır. Karakterlerin iç monologlarına yer verdiği Girdap’ta bilinç akışı başarılı bir şekilde denenmiştir.

Hüseyin Cahit Yalçın
Hikâyelerini II. Meşrutiyet öncesi ve Malta sürgünü sonrası dönemlerinde yazmıştır. Siyaset ve gazetecilikle meşgul olduğu dönemde edebiyatla ilişkisi neredeyse yoktur. Hikâyelerini Hayat-ı Muhayyel (1899), Hayat-ı Hakikiye Sahneleri (1910) ne Niçin Aldatırlarmış (1922) adlı kitaplarında toplamıştır.
Hayat-ı Muhayyel, kaçış temini işler. Bir gencin medeniyetten uzakta bir adada dostlarıyla uzakta ideal dünya kurma arzusunu ele alır (Tevfik Fikret’in Yeşil Yurt adlı şiiri de benzer bir temaya sahiptir). Kaçış temalı hikâyelerinde kişiler çok karamsardır. Tabiat her zaman sığınılan bir mekândır. Görücü ve Köy Düğünü adlı hikâyelerinde gözlemciliği ön plana çıkar. Azınlıkları anlattığı hikâyelerinde insanlar mutlu, Müslümanların anlatıldığı hikâyelerinde ise insanlar sıkıntılar içinde mutsuzdurlar. Ayastafanos Hikâyeleri adı verilen bu metinleri bir dönem yaşadığı Ayastafanos köyündeki izlenimlerinden yola çıkarak yazmıştır. Bunların dışında Beyoğlu’ndaki zevk ve sefa âlemlerini anlattığı, mekân olarak Avrupa şehirlerini ele aldığı hikâyeleri de vardır.

Ahmet Hikmet Müftüoğlu
Edebiyat-ı Cedide üslubuna bağlı tek eseri Haristan’dır. Kitaba adını veren Haristan ve Gülistan, şiirsel üslupla yazılmış, kadın ve erkeğin birbirini bütünlediğini anlatan bir hikâyedir. Kadınlar dış görünüşleriyle ön plana çıkar. Kendilerine talip bekleyen pasif tiplerdirler. Eserdeki Yeğenim ve Nakiye Hala adlı hikâyelerde Türkçülük fikri dikkat çeker. Üç Mektup adlı hikâyesinde alafrangalığı eleştirir.


Ünite 5

Metin Çözümlemeleri: Şiir

Şiir Çözümleme Üzerine
Edebi metinleri çözümlemek, onu meydana getiren birimler arasındaki ilişki ağını tespit etmek; metinden hareketle, onun yazılmasına sebebiyet veren zihniyeti belirlemek; metnin yapısını meydana getiren unsurları çözümleyerek temayı bulmak; dil, anlatım ve ahenk unsurlarını ortaya koymak gibi çalışmalara ihtiyaç gösterir.

Zihniyet terimi ile metnin kaleme alındığı dönemde geçerli olan zevk ve anlayışı ifade etmek istiyoruz. Her metin kullanılan dil malzemesi, başvurulan anlatım tarzı, ele aldığı temayla yazıldığı döneme ait zevk ve anlayışı en iyi ifade eden araç durumundadır. Zihniyet, metnin yazıldığı dönemde geçerli her türlü güçten (siyasi, iktisadi, askeri, dini) hareketle oluşan ve bunların hiçbirine indirgenemeyen zevk ve anlayışa verilen addır.

Tanzimat döneminden itibaren Osmanlı Devleti’nin örnek aldığı ülke Fransa’dır. Fransa etkisi edebiyat alanında çok belirgindir. Edebiyat-ı Cedide şiiri parnasizm ve sembolizmin etkisi altında ortaya çıkmıştır. Parnasizme bağlı şairler tasvirlere uzun yer verip, şiir tabloları çizdiler. Dizeleri kuyumcu titizliğiyle işledirler. Buna rağmen ancak yapay ve soğuk bir güzellik ortaya koyabildiler. Parnas okulu sanat akımı olarak değil romantizm ve sembolizm arasındaki geçiş süreci olarak değerlendirilmeli (Alkan).

Parnas okulunun önemli temsilcileri: Théophile Gautier (1811-1872), Leconte de Lisle (1818-1894), José Maria de Hérédia (1842-1905). Tevfik Fikret bu akımın ülkemizdeki ilk ve en önemli temsilcisidir. Edebiyat-ı Cedide’nin duyarlı olduğu bir diğer akım da sembolizmdir. Sembolizm, parnasçılara tepki olarak ortaya çıkmıştır. Şiirde bireysel duyarlılığı ön plana alan bir akımdır. Tabiat ve dış dünya olduğu gibi değil sanatçının algıladığı biçimde tasvir edilir. Sembolist şairler şiirde musikiye ve ahenge önem verirler. Doğrudan anlatmak yerine hissettirmek, duyurmak ve sezdirmek esastır. Sembolizmde anlatım kapalıdır. Varlığa sezgiyle ulaşmaya çalışırlar. Alışmış mısra düzenini serbest nazım lehine değiştirirler. Bütün insanlar ve bütün zamanlar için geçerli olacak güzellik kavramına inanmazlar, oluşuma(devinime/dönüşüme) inanırlar (Alkan). Verlaine, Rimbaud, Mallarme, Moreas ve Valery, bu akımın büyük üstatlarıdırlar. Cenap Şahabettin sembolizmi benimsemiştir.

Tevfik Fikret – Sahaif-i Hayatımdan
Bunu şiirimde söylüyor belki
Ben hakîkatten ihtirâz ederim;
Âsümân füshat-ı kebûduyla,
Deniz emvâc-ı pür-sürûduyla,
Gece esrâr-ı bî-hudûduyla
Beni terhîb eder; o füshattan
Sıkılır sanki rûh-ı pür-hazerim,

Sanki her dalga bir lisanla bana
Haykırır nâ-flinîde bir mânâ,
Sanki leylin zılâl-i hâmûflu
Canlanır pîfl-i irti’âbımda...
Ne mükedder mizâc-ı ahvel ki
En mülevven dem-i flebâbımda
Görerek bofl hayâtı-ı pür-cûflu
Beni gâfil yaflattı hilkatten,
Tuttu âvâre her saâdetten.

fiu hazîn fıtrat-ı garîbemle
Ben seyyâha benzerim ki mehîb
Çölde flemsin fluâ-ı sûzânı
Yakarak gözlerimde elvânı,
Görmez artık selâmet imkânı;
O zaman her yanında bir boflluk
Duyarak, bir edâ-yı mâtemle
-Dest-i lerzân-ı pîfl-i çeflminde

Oturup nîm mürde vü zinde
Bir tecelliye muntazır, düflünür;
Bu tecelli ki mevt-i hâildir,
Ona bir fli’r içinde sarhoflluk
Vererek, neflve-i ümîd ile pür
Bir cihân gösterir ki muğfildir...
Ah ey gaflet, ey serâb-ı nasîb,
Seni mümkün mü etmemek ta’kîb!
-
Zihniyet
Şiirin merkezinde “ben” vardır. Yaşadığı ruh halini bilinciyle kavramak ve anlatmak ister (metindeki birçok söz gurubu bize bunu söyletiyor). Şiirin problemi bu ruh halidir. Demek ki bu metin, ruh hallerinin problem olarak ele alındığı bir dönemde ve yerde/ortamda kaleme alınmış. Şairin dikkati “ben”in iç dünyasına dönüktür.

Yapı
Metin bir ruh halini ifade eden sözlerle başlamaktadır. Metindeki duygu hali ilk iki mısrada ifade edilmiştir: “Ben hakikatten ihtiraz ederim” sözü şiirdeki duyguyu vermektedir. Sonrasında, diğer birimlerde, “ben”in bunu nasıl yaşadığı, bunun sebebi, nereden kaynaklandığı anlatılmıştır. Metindeki birimler arasında akli ve organik bir ilişki vardır. Dolayısıyla organik bir şiirdir. Yenileşme döneminin önemli unsurlarından biri de organik şiirdir.

Tema
Şiirin teması metindeki birimlerin ortak paydasıdır. İlk birimde konu ortaya koyulmuş; “ben hakikatten çekinirim”. Buradaki hakikat ikinci birimde açıklanmış; buradaki hakikat “ben”in mizacıdır. Üçüncü birim bu mizacın özelliklerini anlatır; “ben” kendisini çöldeki gezgine benzetir. Bu birim şiirin buradan öncesi ve bu noktadan sonrası arasında köprü görevi görmektedir. Bu durum ayrı bir birim olarak değerlendirilmelidir. Beşinci birim çöldeki gezgini anlatır. Metnin sonunda da bu kaderi yaşamaktan insanın kurtulamayacağı anlatılır. Bütün bunların birleştiği husus, insan gerçekliği kendi mizacına göre şekillendirir ve yaşar ifadesiyle dile getirilir. Yenileşme dönemi şiirinde bütün ruh halleriyle insan şiire konu olmaya başlar.

Şiir Dili
Metnin ikinci birimindeki kelime ve kelime gurupları, Fikret’in şiir dilinin önemli bir özelliğini vermektedir. Sıfatlar verilen önem ve yüklenen değer burada öne çıkmaktadır. Anlatıcının ruh halini ifade eden sözler yine sıfatlarla birlikte metinde yer almaktadır. Yani bir sözcük yalın anlamında verilmemiş, o söze isnat edilen anlamı işaret etmek için gerekli sözcükler de şiire dahil edilmiştir. Daha da ileriye gidilerek yani tamlamalar / ifade biçimleri denenmiştir.

Ahenk
Tanzimat şiirinde ses ve söyleyiş divan şiirinin devamı gibidir. Abdülhak Hamit, eski şiir sesi ve söyleyişini, ölçüsüz tavrı, sızlanma ve dertlenmeleriyle alt üst eder. Bu sayede yeniye zemin hazırlar. Yenileşme dönemi şiiri Edebiyat-ı Cedide zevkinde yeni bir kimlik kazanmıştır. Kimlik birden bire kazanılmaz, dolayısıyla bir geçiş dönemi söz konusudur. Bu değişimin merkezinde dünyevileşen insan vardır. Klasik dönemin insana yukarıdan bakan sesi kısılmış, gündelik hayatın içindeki insanın sesi duyulmaya başlamıştır.

Tevfik Fikret - Halûk'un Bayramı
Baban diyor ki: 'Meserret çocukların, yalnız
Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk, dinle;
Fakat sevincinle
Neler düşündürüyorsun, bilir misin? ... Babasız,
Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi
Sıyah-ı mateme benzer terâne-i îdi!
Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir;
Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin;
Biraz güzellensin
Şu ru-yı zerd-i sefalet... Evet meserrettir
Çocukların payı; lâkin sevincinle
Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor... Halûk, dinle!
-

Zihniyet
Bu bir bayram şiiri değil, babasız, ümitsiz çocuklara karşı duyulan merhameti ifade eden bir metindir. Yazıldığı dönemde gündelik hayatın akışı içinde gözlemlenen olaylar ve görünüşler şiire konu edilmiştir. Amaç sosyal hayatı gözlemlemek değil, kişinin gördükleri ve yaşadıkları hakkındaki duyguları, izlenimleri ifade etmektir.

Yapı
Şiirde ilk birim “baban diyor ki” söz gurubundan müteşekkildir. Babanın diyecekleri ikinci birimi oluşturacaktır. Şiir, ikinci birimdeki “meserret çocukların, yalnız çocukların payıdır!” cümlesi üzerine kurulmuştur. Üçüncü birim çocuğun şiire dahil olduğu dizeyle başlar. Babayla çocuğun sevinci, öksüz çocukları düşündürür. Dördüncü birim şairin bu duyarlığını ifade eden dizelerdedir. Beşinci birimde, sevinmek çocukların hakkıdır ne var ki birinin sevinciyle bir başkası sevinemiyor. Oysa bütün çocuklar sevinmelidir, düşünceleri anlatılıyor. Birimler arasındaki ilişki, düşünce yazısını oluşturan parçalar arasındaki bağı çağrıştırmaktadır. Organik bir şiirdir.

Tema
Şiirin sonunda bayram günü bir çocuğun neşesinin yoksul ve öksüz bir başka çocuğa keder getirdiğini anlatan şair, şiirin sonunda merhamet duygusunu en açık biçimde ortaya koyar. Şiirin hemen başında gördüğümüz çocuğun neşesini anlatan ifadeler arka planda kalıyor. Şiirin sonucu da merhamet vurgusu etrafında yapılmıştır. Şiirin teması yoksul ve kimsesizlere duyulan merhamet duygusudur.
Tevfik Fikret’in Edebiyat-ı Cedide yıllarında yazdığı şiirlerin önemli bir bölümünün teması merhamettir. Bu şiirler ağırlıkla Fransız şair Francois Coppée etkisinde yazılmışlardır.

Şiir Dili
Gündelik konuşma dilinden sözcük ve sözcük guruplarının şiirde kullanıldığı görülmektedir. Çocuk ve çocuklarla ilgili ifadeler şiirde sıklıkla kullanılmıştır. Belli bir konuya ısrarla dikkat çekmek için böyle yapılmıştır.

Ahenk
Metnin ahengini belirleyen, yoksul bir çocuğun hali karşısında merhamet duygusuyla kendi çocuğuna nasihat veren babanın duyguları ve ifadeleridir. Şiirin akışı içinde babanın ses tonu kademe kademe yükselmektedir. Merhamet duygusu açıkça verildikten sonra tonlama yumuşamaya başlıyor.

Cenap Şahabettin – Temaşa-yı Hazan
Gel bugün de, sükut ile, güzelim
İhtizâr-ı hazânı seyredelim:

Ey benim, ey hazân-likâ güzelim,
Bir dimağî vedâd ü ref’etle
Kalalım ser-be-ser tabîatle;

Elem-i arza iştirâk edelim;
Mevsimin kâinat-ı ye’sinden
Olalım biz de bir gam-ı zinde...

Bu soluk mevsim-i küdûretten
Dağılır bir vedâ-ı bî-kelimât,
Pek hayalî, rakîk bir “heyhât!”

Za’f ile diz çöken tabîatten
Yükselir bir fecî’ vaz’-ı duâ,
Gizli bir şehka, bir sükût-ı recâ.

Böyle leb-beste terk-i ömr etmek,
Nazarî bir lisan ile ancak
Ebedî iftirâki anlatmak,

Bir tahassürle dem-be-dem dönerek
Eylemek cebhe-i hayâta nazar:
Bu azîmette bir fecâat var!..

Sevgilim, dinle, işte bâd-ı hazân
Müteverrim misâli öksürüyor,
Hem de bir öksürük ki çok sürüyor;

Bir bahâr-ı terennüm her ân
Çâk olur sanki sadr-ı hâtırası:
Bu suâlin kesilmiyor arkası;

Kâinât oldu sanki ser-tâ-ser
Bir büyük hastahâne-i etfâl,
Öyle bir yer ki pür-hurûş-ı suâl,

Bâd-ı pür-va’d-i nevbahârı eder
Bir enîn-i elîm ile tekzîb
Öksüren, inleyen şu bâd-ı ratîb.

Sar’a-i ihtizâr gusûn
Çırpınır, çarpınır, kırar, kırılır;
Bâd-ı nâlâna haykırır, darılır...

Âh, o dallardaki fütûr-ı derûn,
Onların tavr-ı serzenifl-kârı
Onların mâderâne ekdârı!...

O nihâlânda sallanan yuvalar,
O perâkende, nâzenîn, muğber
Uçuşan, savrulan, düşen tüyler...
Âh, o son tüy ki, muhteriz kovalar
Câ-be-câ’ rûh-ı âşiyânesini,
Yuvanın yâd-ı pür-terânesini...

Kim bilir hangi tâir-i şûhun
Yâdigâr-ı hayât-ı kalbîsi
Doldurdu bu lâne-i hevesi?

Kim bilir hangi pür-tarab rûhun
Yıkılan âşyanda mahfîdi
Râz-ı aşkîsi, râz-ı ümmîdi?...
[...]
Senenin cismi muhtazır gibidir.
Şu mesâfât-ı bî-nihâyette,
Bister-i vâsi’-i tabîatte...

Bu dıram şimdi muntazır gibidir
Perde-i berfin arza inmesine,
Kışın âsâyiş-i mukaddesine...

Yeter artık nezâremiz güzelim,
O senin mevti görmemiş dîden
Korkarım incinir bu rü’yetten;
Gel bahar-ı hayâli seyredelim...
-
Zihniyet
Tabiatı can çekişir vaziyette anlatan söz gurupları şiirde dikkat çekicidir. Bu ifadeler şiirin zihni yapısını da açıklamaktadır. Tabiat gözlemlenirken, varlığıyla bütünleşilen doğadaki üzüntü hali şirin temasını, sesini ve dil malzemesini de belirlemektedir. Şiirdeki ilk birimde doğanın bir ruha sahip olduğunu kabul eden şair onunla bütünleşmiş, aynîleşmeyi istemiştir. Bu bize metnin zihniyetini anlatır. Şiirde her şey sonbaharın ruhu etrafında birleşmektedir.

Yapı
Şiir, son baharın can çekişini seyre çağıran bir davetle başlar. İkinci birimde bu trajik manzarada rüzgârın söyledikleri ifade edilmektedir. Üçüncü birimde ağaçların trajik hali tasvir edilir. Dördüncü birimde bozulan kuş yuvaları, semaya açılan ancak toprağa düşen yapraklar anlatılır. Beşinci birimde gökyüzü manzaraları anlatılır. Şiir, ilk mısra ile başlattığı hazanı seyretme sahnesini, yanındaki sevgilisine hitaben üç mısra ile sonlandırır (ölümü görmemiş gözlerin incinmesinden endişeyle). Metni meydana getiren birimler birbirlerini tamamlayarak bir bütün meydana getirmişlerdir. Şiir organiktir.

Tema
Metnin birimleri sonbahara özgü izlenimler etrafında ifade edilen şairin sonbahar tasavvurudur. Şiirde salt bir manzara resmedilmiyor, tabiata ruh atfedilerek insan ruhundaki duygulanımlar doğadaki göstergelerle sembolleştiriliyor. Metnin temasının da burada aranması gerekmektedir. Cebap Şahabettin’in Temâşâ-yı Hazân, Temâşâ-yı Leyâl, Elhan-ı Şitâ, Yakazât-ı Leylîye gibi şiirlerinde sembolistlere özgü tema ve dil arayışlarını görürüz.

Şiir Dili
Şiirdeki tema şiirin dilini de belirler. Çağrışım ve telkinle ifade edilen duygular, alışılmış dille/dilde gerçekleşmez. Cenap Şahabettin’in birçok şiirinde dil, anlatım aracı olmanın yanında duyurma, çağrıştırma aracı olarak da kullanılmıştır. Şiirde insana özgü pek çok sıfat tabiata atfedilmiş ve böylece tabiat manzaralarındaki hal ve görünüşler somutlaştırılmış, bilinebilir duruma getirilmiştir.

Ahenk
Şiirde birçok dizede konuşma diline özgü doğal söyleyiş tarzını görüyoruz. Bu şekilde nazım nesre yaklaştırılmaktadır. Temâşâ-yı Hazân şiirinde ahenk, şairin sevgilisine sonbaharda doğanın görünümünü anlatırken kullandığı ses tonu ve söyleyiş çerçevesinde oluşmaktadır. Şairin kullandığı sözcükler, anlatmak istediği anlamı hissettirmeyi, duyurmayı sağlayan sözcüklerdir.

Süleyman Nazif – Bahar-ı Münkesir
Müteverrim gibi bu yerde bahar
Eriyor pür melâl, bî-hande
Hüzn-i vahşetle ağlayan dağlar
Müncemid bir figâna benzemede.

Bu mulût-ı kesîf içinde bütün
Bu hazârat siyah olup gidiyor,
Hüzn-i vahşetle ağlayan her gün
Ömrümüzdür tebâh olup gidiyor.

Ruhlar neşreder havâ-yı bahâr,
Feyz ü tâb-ı rebiî ile ezhar
İnkisâf eyledikçe mestâne,

Mest ü sâkit durur hayat fakat
Bu sükût-ı kesîf ile hilkat
Beflerin ağlayan sefâletine.
-

Zihniyet
Şiirde insana özgü hal ve davranışlar doğal varlık ve görünüşlere izafe ediliyor. Doğal varlık görünüşlerde insana özgü ruhi nitelikleri aramaya çalışmak Edebiyat-ı Cedide şairlerinin şiirlerinde gördüğümüz bir durumdur.

Yapı
Şiirin ilk biriminde baharın görünüşü anlatılmış. İkinci birimde baharda yaşayan varlıkların hali anlatılmış. Üçüncü birimde baharla birlikte ruhlarda yaşanan değişme anlatılmış. Son birimde tabiatın, insanlığın yaşadığı sefalete üzüldüğü söylenmiştir. Metinde her birimin kendi içinde anlam bütünlüğü olduğunu ve birimlerin bir araya gelerek daha geniş bir anlam alanına işaret ettiğini görüyoruz. Bu yolla organik bir yapı ortaya çıkmıştır.

Tema
Şiirde kötümser bir ruh halinin tabiatı algılayışı ve değerlendirişi üzerinde durulmaktadır. Güzellik ve değer nesnede değil ona bakan kişinin ruh halinde aranmalıdır. Bireysel bakış açısı şiire hakimdir. Doğal güzellik doğaya bakanı –insanın ruh haline göre- şekillendirmektedir. Bu fikirler tema olarak karşımıza çıkmaktadır.

Şiir Dili
İnsanın ruh hallerinin doğa karşısında anlatılırken kullanılan alışılmamış terkipler dönemin şiir dilinin oluşmasında önemli rol oynamıştır. Edebiyat-ı Cedide ile olgunlaşmış olan şiir dilindeki bir yenileşme ilerleyen yıllarda da Türk şiirinde gelişimini sürdürmüştür.

Ahenk
Ahengi oluşturan öğeler; ses, ses benzerlikleri, tekrarlar, söyleyiş ve ritimdir. Şiirdeki dizelerin düzenlenişinde konuşma diline özgü söyleyişin hakim olduğu görülmektedir. Şiire özgü söyleyişte konuşma dilinin doğal akışına yaklaşılmaya çalışılmıştır. Dize sonlarındaki ses benzerliklerinin ahengi zenginleştirdiğini de söylemek gerekir.


Ünite 6

Edebiyat-ı Cedide Roman ve Hikâyelerinden Çözümleme Örnekleri

Anlatma Esasına Bağlı Edebi Metinlerin Çözümlenmesi
Metin çözümlemede öncelikle zihniyet belirlenmelidir. Daha sonra metin yapı bakımından çözümlenmelidir. Yapı çözümlemesinde olay örgüsü, mekân, kişiler ve zaman üzerinde durmak gerekir. Daha sonra yapıdan hareketle tema belirlenmelidir. Son olarak metnin dil ve anlatım özellikleri ele alınır.

Halit Ziya – Mai ve Siyah

Zihniyet
Romanda 19. yüzyıl sonunda İstanbul’da sürdürülen hayat çeşitli yönleriyle hareket noktası olarak alınmıştır. Eserin hemen başında anlatılan Tepebaşı’ndaki ziyafet sahnesiyle romanda karşılaşacağım kişiler tanıtılmış / tasvir edilmiştir. Yazar, yaşadıkları hayata göre karakterlerinin tasvirini vermekle romanda anlatacağı olaylar karşısında bu kişilerin nasıl davranacaklarına dair de kurgu çalışması yapmıştır. Realist bir yazar olan Halit Ziya, bu yolla, dış gözleme dayalı anlatıma bağlı kalarak romanının kurgusunu sağlamlaştırmaktadır / sağlamlaştırabilmektedir. Hayatı idare eden prensipler eserde anlatılan olayları da birbirine bağlamaktadır.

Yapı
Olay Örgüsü: Eseri dört birime ayırabiliriz. Birinci bölüm, insanları tanıtmakla görevli, Tepebaşı’ndaki ziyafet sahnesidir. İkinci birim Ahmet Cemil’in matbaaya gitmesiyle başlar. Bu birimde Ahmet Cemil’i hayalleriyle birlikte etraflıca tanıyoruz. Üçüncü birim, Ahmet Şevki Efendi’nin Ahmet Cemil’e, kız kardeşi İkbâl’i matbaa sahibinin oğlu Vehbi Bey’le evlendirmesini teklif ettiği bölümdür. Bu olayla birlikte romanın bu ana kadar devam eden olumlu seyri sona erecek olumsuz olaylar başlayacaktır. Bu olay, Ahmet Cemil’in hayatının alt üst olmasına, bütün hayallerinin yıkılmasına neden olacaktır. Dördüncü birim, İkbâl’in ölmesiyle başlar. Bütün bu birimleri birbirine bağlayan öğe Ahmet Cemil’dir.
Kişiler: Romanın merkezindeki Ahmet Cemil’dir. Romandaki diğer kişileri, Ahmet Cemil’in ailesiyle ilgili olanlar, sanat ve zevk birlikteliği içinde olduğu kişiler ve matbaa / iş çevresindeki kişiler şeklinde kategorize edebiliriz. Ahmet Cemil, yeniliği temsil eden kişidir. Sanat anlayışı bakımından Raci, Ahmet Cemil’in zıddıdır. Ahmet Cemil hoşgörülü, Raci ise kindardır. Eserin genelinde Ahmet Cemil çok fazla idealize edilmiştir.
Mekân: Ahmet Cemil’e babasından kalan Süleymaniye’deki küçük ev, huzuru temsil eder. Bu evle Hüseyin Nazmi’nin yaşadığı ev arasındaki farklılıklar dikkate değerdir. Hüseyin Nazmi, köşkte oturmaktadır. Maddi imkân ve imkânsızlık çatışması verilmiştir. Matbaa ve Beyoğlu’ndaki eğlence muhiti romandaki diğer mekân öğeleridir. Mekân ve insan ilişkisi romanda önemlidir, Ahmet Cemil’in Tepebaşı’ndaki ziyafette kendi geleceğiyle ilgili şaşalı hayaller kurması, biraz da mekânın şaşasından kaynaklanmıştır. Romandaki mekân insan kaynaşması romanda gerçekliği veren en önemli öğelerden biridir.
Zaman: Ahmet Cemil Mirat-ı Şuûn gazetesinde çalışmaya başladığında 19 yaşlındadır. Romanın sonunda yazarın anlatımından olayların 5 yıllık bir zaman içinde gerçekleştiğini öğreniyoruz. Metinde anlatılanlardan eserdeki zamanın 19. yüzyılın sonlarındaki İstanbul’a ait olduğunu öğreniriz, demektir ki Mai ve Siyah, yazıldığı döneme tanıklık eden bir romandır.

Tema
Ahmet Cemil’i dikkate alırsak bu eser, hayal – hakikat çatışmasını anlatmaktadır. Ancak eseri dikkatle incelediğimizde maddi imkânlarla başarıya ulaşılacağı fikri de öne çıkmaktadır.

Dil ve Anlatım
İlahi bakış açısıyla kaleme alınan Mai ve Siyah’ta eserle yaşanılan zaman arasındaki mesafe (kinaye mesafesi) fazla değildir. Realist metinlerin genel özelliklerinden biri de budur. Mai ve Siyah’ın dili (1940’lı yıllarda yazar tarafından eserin sadeleştirildiğini hatırlamak gerekir) Türk edebiyatında gelişmekte olan bir tür olarak roman türü için çığır açıcı niteliktedir. Klasik edebiyat dilinin roman için yeterli olmadığının farkında olan Halit Ziya, somut olanı ifade edebilmek için ayrıntılı tasvirler yapmış bu yolda dilin olanaklarını ustalıkla kullanmıştır. Türk edebiyatı bahsi açıldığında Halit Ziya’ya uğraman yol alamayışımızın sebebi de budur.

Halit Ziya – Aşk-ı Memnu

Zihniyet
Romanda yüksek zümre bir ailenin aşk ilişkileri anlatılmaktadır. Yazarın kurgusunda farklı seviye ve yaratılışta insanların aynı mekânda yaşamalarıyla birlikte ortaya çıkabilecek olaylar anlatılmaktadır. Romanın hareket noktası, insanlar arasındaki ilişkide belirleyici olan bireylerin kişilikleridir.

Yapı
Olay Örgüsü: 22 bölüm olan romanın ilk bölümünde, Melih Bey takımı içinde Bihter anlatılır. İkinci bölümde, Adnan Bey ve ailesi hakkında bilgi verilir. Her iki bölümde de Bihter’le Adnan Bey’in birbirlerine olan ilgisinden söz edilir. Üçüncü bölümde, Bihter’le Adnan’ın evliliğinden önce yalıdaki mutlu günler resmedilir. Dördüncü bölümde düğün hazırlıkları anlatılır. Beşinci bölümde yalıya gelen Bihter’i kıskanan Nihal ön plandadır. Bihter ise Nihal’e hoş görünmek çabası içindedir. Altıncı bölümde Behlül sahne alır. Yedinci bölümde düğünden bir yıl sonra Göksü’da yapılan ziyafet anlatılır. Romanın kırılma noktası Göksu’daki ziyafettir. Bu noktadan sonra romandaki kişiler ve olaylar çıkmaza girecektir. Ziyafette Behlül’ün Peyker’e kur yapması Bihter’in kadınlık duygularını ateşler. Sekizinci bölümde Bihter kendi kendine hayatında aşk istediğini söyler. Bihter’in telkiniyle yalıdan bazı kişiler ayrılmak zorunda kalır. Nihal bu nedenle babasına kırılır. Bihter – Behlül yakınlaşması da baş başa kaldıkları bir ana Bihter’in cesaret vermesiyle başlar. On birinci bölümde Behlül, yaşadığı ilişkileri hatırlayarak Bihter’le olan ilişkisinin muhasebesini yapar. On ikinci bölümde de Bihter, yaşadıklarının muhasebesini yapar. Annesi de vaktiyle eşini aldatmıştır ve Bihter annesine benzemek istememektedir. Bu nokta önemli; realizm gereği karakterlerin davranışlarının sebeplerini vermek isteyen yazar Bihter’deki hafifliğin genetik bir mazisi olduğuna işaret eder. On üçüncü bölümde Nihal’i biraz daha yakından tanırız. Nihal bu bölümde, davetli olarak gittiği bir düğünde geleneksel evlilik merasimine karşı olduğunu ifade eder. On dördüncü bölümde Firdevs Hanım yalıya gelir. On beşinci bölümde Behlül, piyano çalan Nihal’i dinlemektedir. Melodiler ona yaşadıklarını hatırlatır. On altıncı bölümde Firdevs Hanım, Adnan Bey’e Nihal ile Behlül’ün evlenmesinin isabet olacağını söyler. On sekizinci bölümde Bihter bu yakınlaşmaya engel olmaya çalışır. Nihal ile Behlül, Büyük Ada’ya giderler. Aralarındaki ilişki aşka dönüşmüştür artık. Firdevs Hanım Bihter’in tehditleri altında bu evliliğe engel olmak için Behlül’e bir mektup gönderir. Nihal bu mektubu görür ve yalıya döner. Son bölümde Nihal’i içten içe seven ve bütün olayları bilen Beşir, Adnan Bey’e her şeyi anlatır. Yaklaşan sonu fark eden Bihter intihar eder.
Kişiler: Bir kadının birey olarak kendini duygularıyla ifade etmesi, kadınlığa ait istek ve arzularını dile getirmesi, edebiyatımızda ilk defa Bihter’le mümkün olmuştur. Bihter, Behlül ve Nihal hayatın bir evresinde bile olsa farklı şeyler yaşamak arzusunu temsil ederler.
Mekân: Farklı tipleri, karakterleri bir araya toplayan Adnan Bey’in yalısı, romandaki mekândır. Mekân-insan ve olay bütünleşmesi romanda dikkat çekicidir; yalının ahalisi huzurlu ve mutlu günlerini dışarıdan, farklı kültürden insanların yalıya gelmesiyle birlikte hızla kaybederler. Bihter’in yalıya gelmesiyle birlikte başlayan gerilim zaman ilerledikçe artmış ve Bihter’in daha büyük hatalar yapmasına yol açmıştır.
Zaman: Romandaki zaman, Bihter’in Adnan’la tanışması ve intihar etmesi arasındaki süredir. Romanda bu süre dışında zamana izafe edebileceğimiz veri yoktur (dönemin atmosferini dikkate alarak elbette zaman aralığı belirleyebiliriz ama yazar bu takvimsiz durumu özellikle tasarladığı için böyle söylüyoruz).

Tema
 Romandaki birimlerin ortak paydasına baktığımızda bireylerin psikolojilerinin sosyolojik gerçeklikle çatışmasını görüyoruz. Farklı dünyaların insanlarını bir hayatın içine sıkıştırdığımızda belli bir süre sonunda maraz çıkmasından daha doğal bir şey olmadığını belirtelim.

Dil ve Anlatım
Yazarın Mai ve Siyah’taki dil ve anlatım özellikleri Aşk-ı Memnu’da daha ileri seviyededir (şahsi kanaat).

Mehmet Rauf – Eylül

Zihniyet
Romandaki ilişkiler ağı içerisinde olaylardan ziyade karakterlerin psikolojik durumları anlatılmaktadır. Romandaki karakterler iç sıkıntısından mustarip umutsuz ve karamsar kişilerdir. Bunun nedeni aşırı duygusal olmalarıdır. Duygusallıkları onların zihnini dış dünyanın gerçeklerinden uzaklaştırıp bireysel hazlara yöneltmiştir. Romandaki Necip, Suat ve Süreyya karakterlerinin ortak noktalarından biri de tabiat aşığı olmalarıdır. Romanın merkezi mekânı bir evdir ve bu yolla roman boyunca karakterler dış dünyadan izole edilmişlerdir. Mehmet Rauf, üstadım dediği Halit Ziya’nın üslubuna özenmişse de onun kadar başarılı olamamıştır. Eylül’de daima aşk, tutku, güzellik, şiir ve musikiden söz etmiştir. Karakterlerin yaşadığı huzursuzluklar güzel sanatlar aracılığıyla ifade edilmiştir. Romanda yer alan gerçekçi mekân tasvirleri ve ruh tahlillerine rağmen yazar, bireyleri ön plana aldığı için söyleyiş ve anlatımda lirizm ve santimantalizmden uzaklaşamamıştır.

Yapı
Olay Örgüsü: Kişilerin ruh halleri romanın iskeleti durumundadır. Olay akışındaki ilk birim Süreyya’nın bağ evinde bunalıp Boğaziçi’ne gitmek istemesiyle başlar. Bu bölümde Süreyya’nın sıkıntılarına yer verilir. İkinci birimde kocasının mutlu olmasını isteyen Suat, babasından yalı kiralamak için para ister. Üçüncü birimde yalıya yerleşirler. Dördüncü birimde Necip, yalıya ziyaretlerini sıklaştırır. Beşinci birimde Necip tifoya yakalanır. Necip’i ziyaret eden Suat, Necip’in yastığının altında kaybolan eldivenini bulur. Necip’in gizli aşkını fark eden Suat, durum değerlendirmesi yaptıktan sonra bu aşka kayıtsız olmadığını da fark eder. İki âşık birbirlerine kavuşmayı isteseler de Süreyya’ya ihanet etmeyi göze alamazlar. Altıncı birimde Necip, Suat’a aşkını itiraf eder. Süreyya’nın kardeşi Hacer’in romana dahil olmasıyla gerilim artmaya başlar. Mutsuz bir evliliği olan Hacer’in gözü dışarıdadır. Hacer’in bu tavırları üzerine Suat, evliliğin kutsallığını düşünmeye başlar. Yedinci birimde Suat ve Necip’in huzursuzlukları en üst noktaya ulaşır. Sekizinci birimde yalıdan ayrılıp İstanbul’a dönerler. Dokuzuncu birimde konaktaki ortam Necip ve Suat’ın görüşmelerini engeller. Onuncu birimde ateşler içindeki konakta mahsur kalan Suat’ı kurtarmak için konağa giren Necip, ölüm pahasına aşkına kavuşur.
Kişiler: İçinde iki zıt karakter besleyen Necip, en mutlu olduğu zamanlarda bile mutsuz olmanın bir yolunu bulmaktadır. Bu takıntılı tipleme fazla abartılıdır. Süreyya’nın kardeşi Hacer, evliliği kutsallaştıran Suat’ın tam zıddıdır. Hacer’in kişiliği Suat’ı etkiler, romanın kurgusu içinde bu çok önemli bir eşiktir.
Mekân: İlk mekân Süreyya’yı mutsuz eden bağ evidir. Bağ evinden kaçış Süreyya için baba otoritesinden uzaklaşmaktır. Yalı, romandaki mutsuz tiplerin sanat ve doğayla terapi yaptıkları mekândır. Romanda Beyoğlu’nun eğlence mekânları ihanetler, yalanlar ve entrikalarla özdeşleştirilir.
Zaman: Olaylar yaz mevsiminin başlangıcıyla sonbaharın ilk zamanları içinde geçer. Romanın başında Suat ve Süreyya’nın 5 yıllık evli olduklarını öğreniriz. Eylül, Suat ve Necip’in ayrılmak zorunda kaldıkları aydır. Eylül, âşıkların gerçeklerle yüzleştikleri aydır.
Tema
Romanın teması toplumun kabul ettiği, benimsediği değerlerle bireysel arzu ve isteklerin çatışmasıdır. Romanda anlatılan aşk sadece hayal edilmiştir, yaşanma fırsatı bulamamıştır.

Dil ve Anlatım
Yazar, olay örgüsü üzerinde durmayıp basit ayrıntıları tasvir etmiştir. Bu detaylı tasvirler sonucunda Necip adeta bir fetişiste olup çıkmıştır (İnci Erginün).  Necip, en küçük detaylara karşı bile aşırı duyarlıdır. Suat’ı her zaman yanında hissetmek için onun eldivenin tekini çalmıştır. Romanda olaylar hakim anlatıcının bakış açısıyla anlatılmıştır. Romanın sonunda yazar aceleci davranmıştır, yangının çıkış sebebi belli değildir ve kısaca geçiştirilmiştir.

Halit Ziya – Mavi Yalı (Hikâye)

Zihniyet
Hikâyenin kahramanı sıradan biridir. Hayatında hayale yer vermeyen biridir. Hayatını idame ettirmek dışında gayesi olmayan birinin hayatını model almıştır. Maupassantvari bir hikâyedir.

Yapı
Olay Örgüsü: İlk birimde hayatı boyunca hayal kurmamış olan kahramanımız(kaptan) mavi yalıyı görünce hayaller kurmaya başlar. İkinci birim, kahramanın yalıyla ilgili hayallerinden oluşmaktadır.
Kişiler: Tek bir kişinin etrafında gelişen hikâyenin sonunda eski bir arkadaş hikâyeye dahil olur. Şaşırtıcı bir figür olmaktan öteye geçemez bu eski arkadaş (Maupassant etkisi). Kaptanın annesi ve kardeşinden de haklarında bir şey öğrenemediğimiz kadar kısa söz edilir.
Mekân: Hayatı işiyle sınırlı olan kahramanın hikâyesinde mekân, gerçekliği sembolize eden boğazda sefer yapan vapur ve hayallerin odağındaki mavi yalıdır.
Zaman: Hikâye, kahramanın çocukluk yılları ile mavi yalı hayallerinin yıkıldığı zamanı kapsar.

Tema
Hayal hakikat çatışmasının sade ve açık tarzda anlatıldığı başarılı bir hikâyedir. Metnin teması, kaptanın yaşadığı hayal / hakikat çatışmasıdır.

Dil ve Anlatım
Anlatıcı, ilahi bakış açısından; kişi, olay ve çevreyi dikkatle sunan yazar-anlatıcıdır. Halit Ziya’nın hikâyedeki dili romanlarındakinden daha sadedir. Halktan birini anlatırken kullanmak zorunda olduğu ses, eşya ve görünüşlerle şekillenmiştir. Edebiyat-ı Cedide’nin edebi diline has yapı ve terkipler yine de göze çarpar.


Ünite 7

Edebiyat-ı Cedide’de Mensur Şiir

Prose Poetique / Şiirsel düzyazı
Edebi bir tür olarak mensur şiirin ilk örnekleri poeme en prose adıyla Aloysius Bertrand tarafından sunulmuş.

Mensur şiirin ilk örneği Aloysius Bertrand’ın 1842’de yayınladığı Gaspard de la Nuit’dir. Bertrand’ı Le Centaure ve La Bacchante isimli eserleriyle Maurice de Guerin izler. Baudelaire’in Le Spleen de Paris, Rimbaud’nun Les Illuminations ve Une Saison en Enfer, Mallarme’ın Divagations ve Comte de Lautreamont (Isidore Ducasse)’un Moldoror’un Şarkıları bu türün önemli eserleridir. 
19. yüzyılın sonlarında mensur şiir diğer Avrupa ülkelerinde de karşılık bulur. İngiltere’de Thomas de Quncey, The English Mail Coach (İngiliz Posta Arabası) adlı eseriyle; Almanya’da Hölderlin (ölm. 1843), Stefan George ve Rainer Maria Rilke; İspanya’da G. Adolfo Becquer; Danimarka’da Jens P. Jacobsen; ABD’de Edgar Allan Poe (ölm. 1849) ve Rusya’da Senilila Stichotvorenija v Proze adlı eseriyle Turgenyev, mensur şiirin önde gelen isimleridir.

Mensur şiir bir iki paragraftan birkaç sayfaya kadar olabilen belli bir konu ve tema etrafında örülmüş kısa yazılardır. Servet-i Fünun çevresindeki pek çok edebiyatçı, içinde oldukları santimantal havanın da etkisiyle mensur şiiri denemiştir.
Recaizade Mahmut Ekrem’in nesr-i muhayyel dediği mensur şiir nesr-i şairâne, nesr-i şi’r-âmiz, nesr-i nazm-âmiz, mensure, nesr-i hayali, nesrâ-i şiir-âmiz, nesr-i hayali gibi ifadelerle karşılanmıştır. Mensur şiir ifadesini ilk olarak Halit Ziya kıllanmıştır (1886, Hizmet gazetesi).  TDK bu türe şiirce adını yakıştırmıştır. Mensur şiirin tanımı hakkında yazıp çizenler olmuş; Oktay Rifat, metinde önemli olanın biçim değil içerik olduğunu altını çizerek şiiri belirleyenin kafiye ve uyak olmadığının anlaşıldığını söyler. Hülya Argunşah ise mensur şiir için maddeler halinde tanımlama yapar. Servet-i Fünun gurubunun şiirde yakalamaya çalıştıkları melodi ve müzikal haz için mensur şiir oldukça uygun bir uygulama sahasıdır; mensur şiirlerde sıkça karşımıza çıkan bağlaç ve virgüllerle birbirine bağlanmış uzun cümleler, yazarın sözcüklerle sağlamaya çalıştığı ritim duygusu için önemlidir. Mensur şiirde yoğun olarak kullanılan noktalama işaretleri de melodiyi yönlendirmek amacıyla kullanılmıştır. Duygu yoğunluğu ön planda olan yeni ve genç şairlerin kendilerini ispatlama amacıyla ilk etapta denedikleri edebi tür olarak karşımıza çıkar. Tanzimat döneminde yapılan şiir çevirileri de mensur şiirin edebiyatımıza girmesini kolaylaştırmıştır (Ahmet Hamdi, mensur şiir çevrilerini kötü bir çığır olarak nitelemiş). 
Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre mensur şiirin önünü açan Recaizade Mahmut Ekrem’dir. Halit Ziya’nın mensur denemeleriyle yakın tarihlerde Mustafa Reşit’in de mensur şiirleri yayınlanır. Mustafa Reşit, mensur şiirlerini Gözyaşları (1884) adlı bir kitapta toplar. Tesadüfen karşılaştığı küçük gündelik olayları duygusal yoğunlukla ifade ettiği metinlerine benzer içerik Mehmet Celal’in Elvah-ı Şairane adlı kitabında karşımıza çıkar. Bu metinlerde tabiat varlıkları, şairin duygularını ifade ederken kullandığı semboller gibidir.
Mensur şiir, Servet-i Fünun’cuların kaleminde moda haline gelir. Şairane düzyazı, dönemin roman ve hikâyelerinde de karşımıza çıkmaktadır (Mai ve Siyah ve Eylül romanlarında örnek olabilecek kısa parçalar fazlasıyla vardır). Halit Ziya’dan sonra mensur şiirin en başarılı örneklerini Mehmet Rauf verir. Mensur şiirlerini 1901 yılında Siyah İnciler adlı kitapta toplar. Şiirlerinin tematiği aşk, kötümserlik, kaçış, tabiat, yalnızlık ve ölümdür. Mensur şiirin bir diğer önemli ismi Hüseyin Cahit Yalçın’dır. 24 kısa yazısı bu kapsamda değerlendirilebilir. Celal Sahir Erozan mensur şiirlerini Buhran (1909) ve Siyah Kitap (1912) adlı kitaplarında toplamıştır.

Ünite 8

II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı

Servet-i Fünun topluluğunun dışında kalan edebi etkinliklerin tanımında ara nesil ifadesi yaygınlıkla kullanılmaktadır.
Dönemin önemli temsilcileri:

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Ahmet Mithat Efendi çevresinde yetişmiş yazarlarımızdandır. Şık romanı vesilesiyle Ahmet Mithat Efendi’yle tanışmıştır. Tercüman-ı Hakikat yazarlarındandır. 1894’te İkdam’da yazmaya devam eder. İffet adlı romanı bu gazetede yayınlanır. Mutalleka (Edebiyatımızda mektup tarzındaki ilk romandır) bir sonraki romanıdır. En önemli eseri Mürebbiye’dir. Tesadüf, Bir Muadele-i Sevda, Metres ve Nimetşinas bir şekilde Mürebbiye romanına bağlıdır. Birçok romanında karcımıza çıkan alaturka ve alafranga tiplerin çatışması Alafranga adlı romanında asıl konu olarak karşımıza çıkar. Romanının sansür edilmesinden sonra bir süre roman yayınlamayan Hüseyin Rahmi, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra mizah dergileri çıkarır. Şıpsevdi adlı romanı Sabah gazetesinde tefrika edilir. Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç, Sevda peşinde, Gulyabani ve Cadı, bu dönemin romanlarıdır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında edebiyatımızın tanınmış isimlerinden biri haline gelen yazar, Ben Deli Miyim, Mezardan Kalkan Şehit, Kokotlar Mektebi, Şeytan İşi ve Utanmaz Adam eserleriyle yazı hayatına devam eder.
Eserlerinde doğu-batı, eski-yeni gibi çatışmaları mizahi bir dille ele alan yazarın asıl özelliği dilidir. Sanatlı söyleyişten uzak gündelik konuşma dilini eserlerinde başarıyla kullanmış olan yazarın eserleri, Türk romanının gelişmesinde çok önemli bir merhaledir. Emile Zola’nın deneysel natüralist roman formunu uygulamaya çalışmıştır. Romanlarındaki tiplemelerde fizyolojik, sosyolojik ve kalıtımsal koşullanmalar çokça karşımıza çıkar. Hüseyin Rahmi’nin olay örgüsü içinde toplumda gördüğü aksaklıkları ele alması onu Edebiyat-ı Cedide gurubunda kesin biçimde ayırmaktadır.

Ahmet Rasim
Edebiyata ilgisi öğrencilik yıllarında başlayan yazarın ilk denemeleri klasik edebiyatçılarımızın eserlerine yazdığı nazirelerdir. İlerleyen yıllarda Fransızca öğrenip Fransız edebiyatını okumaya başlar. 1884 yılında Ceride-i Havadis gazetesine girer. Daha sonra Tercüman-ı Hakikat’e geçer ve ilk kitabı Fonograf’ı yayınlar (1884).
Ahmet Mithat Efendi çizgisinde eserler vermeye başlayan yazarın edebiyatımıza katkısı ağırlıkla dil odaklıdır. Şehir hayatının farklı kesimlerinden tiplemeler ve olayları yazılarına konu eden Ahmet Rasim bu özelliğiyle de dönemin edebiyatçıları arasında önemli bir kişiliktir. Milli Edebiyat’ın dilini hazırlayan yazar olarak kabul edilir. Ahmet Mithat ve Hüseyin Rahmi gibi Ahmet Rasim’in yazı hayatının gayesi halkı bilgilendirmektir.
Şehir Mektupları adlı eseri İstanbul’un gizli kalmış köşelerindeki hayatın zenginliklerini, renklerini ele alır. Gecelerim, Ömr-i Edebi, Eski Maceralardan Fuhş-i Atik, Matbuat Hatıralarından, Muharrir, Şair, Edip gibi eserlerinde de samimi dil ve renkli tipler dikkat çeken niteliklerdir. Osmanlı Tarihi, Küçük Tarih-i İslam, Resimli ve Haritalı Osmanlı Tarihi, İki Hatıra Üç Şahsiyet ve İstibdattan Hakimiyet-i Milliyeye adlı eserleri halkı öğretmeyi amaçladığı için sade bir dille, sohbet havasında yazılmış eserlerdir.

Mehmet Celal
Yazı hayatına 1884 yılında başlayan Mehmet Celal 1901 yılına dek değişik türlerde birçok esere imza atmıştır. İrticalen şiir söyleme yeteneğiyle tanınır. Edebi kıymeti zayıf şiirler yazmıştır. Şiirlerinde Naci’nin tesiri altındadır. Hikâyeleri ise konu bakımından döneminin sosyal hayatını anlatan teknik olarak zayıf nitelikte eserlerdir. Şiir, roman, hikâye ve inceleme başlıklı eserlerinin sayısı yüze yakındır.

Şair Nigâr Hanım
Kardeşinin ölümü üzerine ilk şiirlerini yazan Nigâr Hanım o tarihte 12 yaşındaydı. Genç kızlık yıllarında şiir kitabı neşreder. Gazetelere fotoğraf vererek dedikodulara yol açar. Şiirlerinin edebi kıymeti zayıftır. Günlüğe düşülmüş notlar gibidirler. Nesir ve şiirlerinde teknik, yaşanmışın şiirleştirilmesi şeklinde zuhur eder. İlk eseri Efsus’tur (1887). Genç bir Müslüman kıza ait olmaları bakımından önemlidir bu şiirler. Niran, 1896’da neşredilir. Aks-i Seda 1899’da yayımlanır. Sefahat-ı Kalb, Elhan-ı Vatan ve Girive diğer eserleri’dir.

Ali Kemal
İlk şiirlerinde Muallim Naci etkisindedir. 1885’te Gülşen adlı dergiyi çıkarır (henüz 16 yaşındadır). 1887’de Fransa’ya gider. Avrupa’nın başka şehirlerini de gezer. Abdülhamit karşıtlarıyla tanışır, onlardan biri olur. 1889’da İstanbul’a döner. Muhalif tavrı karşılığını bulur; Halep’e sürülür. Muhalif tavrı hiç değişmez, 1912’den sonra İstanbul’a döner ama bu defa da İttihat ve Terakki tarafından sürgün edilir. Yeniden İstanbul’a döndükten sonra Bir Safha-i Tarih ve Rical-i İhtilal adlı siyasi metinleri kaleme alır. Peyam adında bir gazete çıkarır. Aşırı muhalif bu gazete kapatılır. Sabah gazetesinde yazmaya başlar. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na girer. Mensubu olduğu partinin kabinesinde Dahiliye Nazırı olarak yer bulur. Kuvayı Milliye karşıtı tamimleriyle dikkat çeker (halk nezdinde vatan haini olarak nam salar).
En çok dikkat çeken eseri Sorbonne Darülfünununda Edebiyat-ı Hakikiye Dersleri adlı çalışmasıdır. Eser, realizmin esaslarını ele alır (1898). Paris Musahabeleri, Mesele-i Şarkiyeye Medhal (1900) edebiyat dışı eserleridir. Çölde Bir Sergüzeşt ve İki Hemşire birer köy romanıdır. Tenkit alanında Müverrih mi Şair mi? (1917), Yıldız Hatırat-ı Elimesi (1910), Bir Safhayı Şebab-Bir Safhayı Tarih (1913), Rical-i İhtilal: Condorcet, Saint Just, Danton, Robespierre (1913), Fetret (1913), Tarih-i Siyasi (1918), İlm-i Ahlak (1914) gibi eserleri vardır.

Tevfik Nevzat
Eğitimini kendi çabalarıyla devam ettirir. 1884’te Nevruz dergisinde şiirleri yayımlanır. Halit Ziya’yı takip ederek 1886’da İzmir’de Hizmet gazetesine geçer. 1894 yılında Avrupa’ya kaçar. Padişah affını alınca İzmir’e döner. 1895’te Ahenk adında bir gazete çıkarır. 1891’de Aheng-i Şebab adlı şiir kitabı basılır. Şiir dışındaki yazıları kitaplaşmamıştır.

Selanikli Fazlı Necip
İmzasına ilk olarak Gonce-i Edeb dergisinde rastlarız (Selanik). Beşir Fuad ile mektuplaşmaları edebiyat camiasında tanınmasını sağlamıştır. 1895 yılında Selanik’te yayına başlayan Asır gazetesinde 1909 yılına dek başyazarlık yapmıştır. Bir gençlik Rüzgârı, Dilaver, Cani mi Masum mu? Sevda-yı Mefdun, Şık, Dört Mevsim, Yine Orada, Pervin, Garip Aileler, Nasıl Nefy Olunuyordu? Adlı romanları bu gazetede tefrika edildi. Japonya Seyahatnamesi, Roz ve Ninet, Arsen Lüpen gibi çevirileri de gazetede yayımlandı. Eserlerinde kullandığı sade Türkçe Milli Edebiyat’ı hazırlayan süreçlerden biri olarak kabul edilebilir.
Sevda-yı Mefdun, Şık, Dört Mevsim ve Pervin adlı romanlarında alafranga tipler dikkat çeker. Bu tiplerin karşısında batılılaşmayı doğru anlamış bir diğer kahraman muhakkak vardır. Konuları bakımından eserleri üç ayrı kategoride incelenebilir: İlk romanından itibaren doğu-batı, alaturka-alafranga çatışmasını ele alır. Tarihi ve cinai konuları ele aldığı eserler, modernleşmeyi telkin eden eserler diğer başlıklardır. Menfa, II. Abdülhamit dönemini eleştiren tek eseridir.

Mustafa Reşit
İmzasına ilk olarak 1880 yılında çıkan Şark mecmuasındaki mukaddimede rastlarız. Genç şair ve yazarların yetişmesinde katkıları olan mecmualardan bir diğeri Envar-ı Zeka’yı da Mustafa Reşit çıkarmıştır. 1884’te derginin yayın hayatı sona ermiş bir yıl sonra da yazarın romanları kitaplaşmıştır. Bir Çiçek Demeti, Tezkir-i Mazi, Ye’is Yahut Bir Cürm-i Meşhud ve Fiora aynı yayımlanmış eserleridir. Son romanı Son Salon ve Aşk 1899’da yayımlanmıştır. Şiirlerini topladığı Gözyaşları (1886) en önemli eseridir.

Kitap bitti