Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı
Edebiyat, güzel sanatların bir şubesidir, çünkü dil
vasıtasıyla insanlarda estetik bir zevk yaratır.
Toplumsal hayatta meydana gelen değişiklikler insanların
hayatı yaşama biçimlerinde değişikliklere neden olduğu gibi sanat icrasında da
değişikliklere neden olmaktadır. Türklerin tarihinde en ciddi değişimlere neden
olan hadise Türklerin İslamiyet’e geçişiyle birlikte gözlenmiştir.
İslamiyet’le birlikte Türklerde çok ihtişamlı bir mimari
gelenek ortaya çıkar.
12. yüzyıldan sonraki Moğol istilaları Anadolu’daki Müslüman
Türklerde bedbinliğe sebep oluyor, bunun aşılması için tasavvufi akımlar ortaya
çıkıyor.
Osmanlı Beyliği’nin sınır bölgelerinde Bizans topraklarında
ilerlemeye başlaması zamanla diğer Anadolu Beyliklerinin de saygısını
kazanmasına sebep olur. Bizans’ın tamamen ortadan kaldırılmasından sonra
İmparatorluk haline gelen Osmanlılar, 17. Yüzyılın ortalarına dek Avrupa
devletleri üzerinde tam bir hakimiyet sağlar. Yüzyıllarca ayakta kalan Osmanlı
İmparatorluğu tarihi boyunca özellikle Batı tarafından nefret edilen bir düşman
olarak algılanmıştır. Türkler, tarihlerinin bütün devirlerinde savaşçı
özellikleriyle öne çıktıkları için, en fazla düşmana sahip olan millettir.
1900’lerin başında üç kıtada toprakları bulunan Osmanlılar
II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte açılan siyasi partilerin iktidar savaşları
sırasında Balkanlardaki topraklarını Edirne dahil olmak üzere kaybeder. Balkan
savaşlarında kaybedilen topraklar ve alınan ağır yenilgiler milliyetçiliğin
yükselmesi ve milli edebiyatın doğmasını sağlar.
9 farklı cephede savaştığımız I. Dünya Savaşı yıllarında
ülke içerisinde Ermenilerin gerilla saldırılarıyla köyler ve kasabalar kana
bulandı.
Savaşın sonunda imzalanan Sevr anlaşmasıyla vatan
topraklarının parçalanması durumu ortaya çıkınca İstiklal Savaşı kaçınılmaz
oldu. Cumhuriyet’in ilanına kadar yaşanan süre içerisinde Türkler aralıksız
olarak Batılı ülkelerle savaşmak zorunda kalmışlardır. Milli Edebiyatı besleyen
ve gelişmesini sağlayan en önemli etken budur.
Klasik Türk edebiyatında Anadolu’dan hiç söz edilmez. Pay-i
Taht’a başkentlik yapmış Edirne ve Bursa dışında coğrafyaya dair hemen hiçbir
şiire rastlamayız.
Türk-Yunan savaşından sonra Mehmet Emin Yurdakul Anadolu’yu edebiyatta tema olarak işlemeye
başladı. 1898 yılında bu savaşı konu edinen şiirlerini bir kitapta toplar.
Halka yönelişin en yetkin temayülleri Cumhuriyet devrinde
görülür, önceki dönemi hazırlık safhası olarak telakki etmek gerekir.
Balkan savaşlarıyla birlikte münevverlerimiz yüzyıllarca
Osmanlı sancağı altında huzur içinde yaşamış Balkan halklarının ihanetine
kayıtsız kalamaz ve Anadolu insanına döner.
Servet-i Fünuncuların Batı yanlısı edebi çalışmaları bu
dönemde gözden düşer.
Ziya Gökalp,
Türkçülük ve Milliyetçilik kavramlarının gelişmesine fikir ve sanat alanına
öncülük eder.
Yeni Mecmuada yayınlanan San’at adlı manzumesiyle (Ortaç
adıyla neşretmiştir), sanattan ne anladığını ve sanatın hedefinin ne olması
gerektiğini açıklamıştır.
Manzumesinde genç nesil şairlere seslenerek onları Batı
hayranlığını bırakmaya ve eski ozanlarımızın şiirlerine kulak vermeye davet
ediyor.
Yazıda sözü geçen “ortaç” ütopik anlamda Türk yurdunu temsil
etmektedir. Eski ozanların şiirlerinin söylendiği topraklar ortaç sözcüğüyle
ifade ediliyor.
Ziya Gökalp,
Türkçenin edebiyat dili olarak kullanılmasından yanadır, ağdalı ve sanatlı
dilden yana tavır alanlara karşı halkın konuştuğu Türkçeyi savunur.
Ziya Gökalp – San’at
Dinle, yeni şair, eski ozanı,
Okuyor yürekten Altun Destan’ı...
Deme, “Kopuz kırık, yoktur çalanı!,,
Çalgı gönül sesi, kopuz bir ağaç.
Kutlu-taş’ı yoksa ilhâmı kutlu,
Kanı gür içmezse kımız ne mutlu,
Umut bir kanatsa, daim umutlu,
Ona ozan derler, yoluna Ortac.
Diyor ki: Siz Parnasse, biz Ortac-eri,
Bizden olan her fert görür ileri,
İğreti sanattan, milli hüneri
İstemez yabancı eserlerden bac!
Aruz sizin olsun, hece bizimdir,
Halkın söylediği Türkçe bizimdir,
Leyl sizin, şeb sizin, gece bizimdir,
Değildir bir mana üç ad’a muhtac.
Irmağız, her akan sele uymayız,
Şark’tan, Garp’tan esen yele uymayız,
El uysun bize, biz ele uymayız,
Biz dilmac değiliz, yalvacız yalvac.
Halk bir viran kale, duvarı siyâh,
Giren de peşîman, girmeyen de ah,
Duyarız biz ona hürmet, siz ikrah,
Size dert veren şey bize bir felah!
Bu yerde biz bulduk gizli bir hazne;
Dağarcık omuzda girdik içine,
Bu inci gerdanlık, şu elmas iğne
Hep ondan çıkmıştır, gözlerini aç.
Ey şair, Parnasse’tan çık, gel Ortac’a;
Baudelaire’i, Verlaine’i kesme haraca;
Sen kendi gücünle tırman yamaca:
Bu yükseliş, belki olur bir Mi’râc...
Ziya Gökalp gibi Faruk Nafiz Çamlıbel’de Batı özentisi
edebiyatçılara karşı Türkçeyi ve Türk kültürünü merkeze yerleştirme gayreti
içindedir.
Faruk Nafiz – San’at
Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek,
Bizim diyarımız da binbir baharı saklar!
Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek,
İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar.
Sen kubbesinde ince bir mozayik arar da,
Gezersin kırk asırlık bir mabedin içini.
Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda,
Bize heyecan verir bir parça yeşil çini.
Sen raksına dalarken için titrer derinden,
Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin;
Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden,
Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin.
Fırtınayı andıran orkestıra sesleri,
Bir ürperiş getirir senin sinirlerine;
Iztırab çekenlerin acıklı nefesleri,
Bizde geçer en hazin bir musikî yerine!
Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun,
Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini;
Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun,
Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini.
Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken,
Söylenmemiş bir masal gibi Anadolu'muz.
Arkadaş! Biz bu yolda türküler tuttururken,
Sana uğurlar olsun… Ayrılıyor yolumuz...
Faruk Nafiz bu
manzumede Batı hayranı edebi bakış ile Türk gelenek ve kültürünün mukayesesini
yapar, ben-sen biçiminde diyalog tarzında ilerler şiiri. Şiirinde Ziya Gökalp’in manzumesinde olduğu gibi
Batı tesiri altındaki edebi anlayışı kendi kültürüne davet etmez, farklılıklar
üzerinde durur, tespitler yapar sadece. “Biz buyuz sen de busun” der.
Şiirin sonunda ilham kaynağı olarak gösterdiği Anadolu’ya
yürürken, yanında olmayan, Batı hayranı kitleye yolunuz açık olsun der.
Cumhuriyet devri Türk edebiyatı hemen her alanda Anadolu
insanını ele almış, Anadolu’nun ve Anadolu insanlarının sorunlarını işlemiştir.
Faruk Nafiz’in şiiri bu döneme
öncülük eden ve istikamet belirleyen mahiyete sahiptir.
Faruk Nafiz’in
han Duvarları adli şiiri de aynı istikamette yapılan bir yolculuğu
işlemektedir.
Şiirin ilk bölümlerinde Anadolu’ya yapılan bir yolculuk
anlatılır. Faruk Nafiz, müfettişlik
yaptığı yıllarda Anadolu’nun pek çok yerini gezmiş, gözlemler yapmıştır.
Şiirinde bu dönemin birikimleri karşılığını bulur.
Oldukça fakir olan Anadolu’da yapılan yolculuklar kısa
mesafeler arasında bile oldukça uzun zaman alabiliyor, yolcular yol boyunca
hanlarda kalmak durumunda kalabiliyorlardı.
Konakladığı hanların duvarlarında kendisinden önce orada
kalmış olan insanların duvarlara yazdıkları şairi o insanların duygularına,
acılarına götürür.
Şiirde onlarca yıl süren savaşlar nedeniyle kaderi acıya
dönüşmüş askerlere boşuna savaşmadıklarını anlatmak ister.
Namık Kemal Türk
edebiyatının en büyük eksikliğinin kendi tarihine alaka göstermeyişi olduğunu
söyler.
İstanbul’un Fethi gibi bir çağı sona erdiren, tüm dünyayı
değiştiren bir olay karşısında bile bir iki istisna dışında sessiz kalmış olduğumuzun
altını çizer (Tacizade Cafer Çelebi’nin
Heves-name adlı eserinde Mahsuse-i İstanbul Fetihnamesi adlı bir bölümü
müstesna olarak kabul eder).
Abdülhak Hamid bu
mesele üzerinde çalışmalar ortaya koymuştur. Merkad-i Fatih’i Ziyaret ve Kabr-i
Selîmi Ziyaret adlı eserleriyle bu iki hükümdarın kabirlerini ziyarette yaşanan
duyguları ve bu hükümdarların şahsiyetlerini anlatmıştır.
Abdülhak Hamid’in
bu iki manzumesi çok sayıda şairime ilham olmuş ve tarihi şiir akımını
başlamasına sebep olmuştur.
Namık Kemal’in
Fatih ve Yavuz için hazırladığı monografileri vardır.
Süleyman Paşa’nın
Tarih-i Alem adlı eseri tarihe bakışımızın değişimini hızlandırır. Türkçü
edebiyatçılarımız eserler neşretmeye başlarlar.
Necip Asım’ın
Göktürk kitabelerinden söz ettiği ve eski yazı / alfabe sistemini bütünüyle ele
aldığı Eski Türk Yazısı adlı eseri bu dönemde yayınlandı.
Şemsettin Sami
yaptığı çalışmalar sonucunda konuştuğumuz dilin bir hanedanın adıyla anılmasını
doğru bulmaz. Onun bu çıkışı Türkçü düşünceyi uyandırır. Necip Asım’ın Türk Tarihi adlı eseriyle birlikte Türk kelimesi
yaygın olarak kullanılmaya başlanır.
Mehmed Emin
Türklük şuurunu ileriye taşır. Leon
Cahun’un Orta Asya Türk tarihiyle ilgili eseri Gök Bayrak, Necip Asım tarafından dilimize
kazandırılır. Bu eser, Türkçülük akımını çok etkiler.
Türklük bilincinin gelişimine katkı yapan, Milli Mücadele’ye
yazıları ve şiirleriyle en fazla destek veren edebiyatçılarımızdan biri de Yahya Kemal’dir. 1884 yılında doğan Yahya Kemal 1912 yılında İstanbul’a
gelir. Doğduğu şehir Üsküp, Balkan savaşlarıyla birlikte kaybedilmiş, ailesi
muhacirlerle birlikte (Evlad-ı Fatihan) Rumeli’ye göç etmek zorunda kalmıştır.
Bu olaylar Yahya Kemal’i derinden
etkilemiştir. Lalası Hüseyin Efendi’nin
Budin, Belgrad ve Lefkofça türküleri söyleyerek kendisi üzerinde etki
bıraktığını bildiğimiz Yahya Kemal,
annesinin(Nakiye Hanım) ve doğduğu
şehir olan Üsküp’ün de tesiri altındadır. Dini ve milli terbiyesini annesinden
aldığı söylemiş olan Yahya Kemal’in şiirlerinde de dini ve milli değerler
kendini fazlasıyla göstermektedir. Çok dindar dindar olan annesi, çocukluğunda Yahya Kemal’e din bilgisi ve terbiyesi
kazandırmıştır. Çocukluk yıllarında Radibe isimli bir kadına aşık olan Yahya Kemal,
ilk şiir denemelerini de bu aşkın tesiriyle yazmıştır. Yahya Kemal Radibe Hanım’ı üç defa görmüştür (ilkinde tahminine
göre ancak 5 yaşındadır), son görüşünde 15 yaşında olan Yahya Kemal, bu hanım için yine şiir yazma arzusu hisseder. Ölçüsüz
ve özensiz şiir yazmak istemediği için şiir hakkında tetkikler yapar. Eşref Paşa ve Sadeddin Efendi’den vezin dersleri alır. Dil şuurunu ve dil
terbiyesini Muallim Naci’den
etkilenerek edinir. Muallim Naci’nin
yazdığı meyhane şiirlerinin tesiriyle rakı içmeye heveslenmiştir. Bir dönem
Selanik’te kalan Yahya Kemal, bu
dönemde yazdığı şiirlerinde “esrar” mahlasını kullanmıştır. 1897 yılında
annesini kaybeden Yahya Kemal’in
hayatında oldukça buhranlı bir dönem başlar. Üsküp’ten Selanik’e taşınırken
çeyizinin tellallar tarafından satılmasına çok üzülen annesi, bu üzüntüyle
verem olup ölür. Annesinin ölümünden kısa bir süre sonra büyükbabası da vefat
eder. Bir yıl kadar sonra babası evlenir. Selanik’i sevemeyen Yahya Kemal, Üsküp’ü özlemektedir.
Annesinin ölümünden hemen sonra babasının evlenmesi, ailesinden uzaklaşmasına
neden olur. 1902 yılında İstanbul’ a gönderilir. Anne tarafından akrabası olan Abdurrahman Paşazade İbrahim’in evinde
kalmaktadır. Zevkine düşkün İbrahim Bey’in
Sarıyer’deki konağında hemen her gece saz-söz meclisleri kuruluyordu.
Şiirlerinde gördüğümüz Boğaziçi ve Türk musikisiyle tanışması bu dönemdedir. Serezli Şekip ile de bu dönemde
tanışır. Yahya Kemal’e göre Serezli Şekip biraz fazla Avrupalılaşma
meraklısı olmasının dışında son derece akıllı ve kültürlü biridir. Yahya Kemal 18 yaşındayken, Şekip Bey’in telkini ve yardımlarıyla
Paris’e kaçmıştır. Maddi yönden çok sıkıntılı günler yaşayan Yahya Kemal kendini bir anda Jön Türk
gurubunun içinde bulur. Sorbonne yakınlarında bir eve yerleşir. Dış siyaset
dersleri alır. Tarihçi Albert Sorel
ve diğer bazı ünlü hukukçuların derslerine katılır. Soral’e olan hayranlığı onunla dostluk kurması ve en çalışkan
talebesi olması şeklinde ilerler. 1904 yılında sosyalizmin kuvvet kazandığı
dönemde Yahya Kemal’de materyalizmden
etkilenerek mitingleri takip etmeye başlar. 1 yıl sonra bu hevesini geride
bırakmış olarak kendini eğlence hayatına atar. 1906 yılında Londra’ya gider.
Burada Abdülhak Hamid ile
yakınlaşır.
Türkçeyi edebiyat dili olarak kullanmak ve klasik Türkçenin
Arapça ve Farsça sözcüklerle yaptığını
halk dilindeki kelimelerle ifade etmenin yollarını arayan Yahya Kemal o yıllarda bir destan yazma arzusundadır. Dönemin ileri
gelen edebiyatçılarından Hüseyin Siret’e
kendi yazdığı bazı dizeleri Abdülhak
Hamid’inmiş gibi gösterir. Hüseyin
Siret, okuduğu şiirleri hayranlıkla dinler. Halid Raşid ile dostluk kurar, aralarından su sızmaz. Istamos adlı Yunanlıyla da bu dönemde
tanışır, dost olur. Baudelaire’in
şiirlerini hayranlıkla okur, birçoğunu ezberler. Parnasçılardan Jose Maria de Heredia’yı kendi için
merhale olarak işaret eder. Heredia’nın
şiirlerini okurken şiirin asıl mabedine ulaştığını hisseder. Yunan ve Latin
klasiklerini okumaya başlar. Mallarme’ın
şiirlerindeki musiki yaratma fikri Yahya
Kemal’in şiirinde yeni bir merhaleyi teşkil eder.
Yahya Kemal
İstanbul’a dönünce Peyam gazetesinde Süleyman
Sadi müstearıyla yazmaya başlar. Yazıları edebiyat çevrelerinin ilgisini
çeker. Kendi adıyla tek bir mısraı basılmadan “büyük şair” payesi kazanır.
Yazdığı şiirleri neşretmeye yanaşmayan Yahya
Kemal “hasis” olarak nitelenmiştir. Yahya
Kemal 1912 yılında İstanbul’a döner ve 1918 yılında şiirlerini neşreder.
“Kaybolan Şehir” adlı şiiri Üsküp için yazmıştır.
Şiire Üsküp’ü fetheden Yıldırım Beyazıd’ı
anarak başlar. Türk mimarisiyle şekillenen şehrin biz olduğunu, bizim bir
parçamız olduğunu vurgular. Şehri süsleyen lalelerin renklerini, şehrin
alınması için kanlarını akıtan şehitlerden aldığını belirtir. Üç şanlı harp
sözüyle I. Kosova(1389), II. Kosova(1448) ve 1690 yılında gerçekleşen Selim Giray komutasındaki meydan
savaşlarını anlatır. Annesinin mezarı da oradadır, şiirde bunda da söz eder. Yahya Kemal için annesi ve Üsküp şehri
birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Üsküp’ten danen hiçbir zaman
ayrılamayacağını belirterek şiiri sonlandırıyor.
Yahya Kemal,
şahsiyeti ve sanatıyla Türk kültürünü ve edebiyatını bünyesinde toplamış
yazarımızdır. Yahya Kemal’in
şeceresi III. Selim dönemine, Şehsuvar Paşa’ya kadar uzanır. Soyadı kanunuyla
birlikte, “Şehsuvar” sözcüğünün Türkçe karşılığı olan “Beyatlı” adını alan Yahya Kemal, kendi aile değerlerine
olduğu kadar Türk kültürüne ve tarihine de değer veren, sahip çıkan bir
şahsiyettir.
Divan edebiyatını çok iyi bilen Ruşen Eşref, edebiyatımızda mülakat türünün en güzel örneklerini
kazandırmıştır. Kendisi de edebiyatçı olduğu özellikle edebiyatçılarımızla
yaptığı mülakatlar, ayakları üzerine kalkmaya çalışan Türk edebiyatının,
sorunlarına çözüm olmaya çalışmış, edebiyatçılarımızın ufkunu açmıştır.
Hüseyin Cahit,
Servet-i Fünun edebiyatının en kuvvetli tenkitçisiydi. II. Meşrutiyetten sonra
politikaya girer.
Abdülhak Şinasi,
Türklerin günlük hayatı hakkında çokça müracaat ettiğimiz yazarlarımızdandır.
Eserleriyle nesline çok yararlar sağlamıştır. Boğaziçi Mehtapları adlı eseriyle
edebiyatımıza Boğaziçi medeniyeti tabirini kazandırmıştır.
Batı kültürünü iyi tanıyan Ahmet Hamdi, edebiyatımız için tam bir dönüm noktasıdır.
Makalelerle başlayan edebi hayatının ilk dönemlerinde geçmiş kültürümüzün
meselelerini çok yeni nazariyelerle ele alır.
Türk kültür tarihinin evrelerini Beş Şehir adlı eserinde
kendine özgü bir üslûpla ele alır. Türklerin elinde kimlik kazanan Ankara,
Konya, Erzurum, Bursa ve İstanbul’un ayrı ayrı portrelerini ortaya koyar.
Biçim ve içerik yönünden de Türk nesrinin zirve noktasını
müjdeleyen bu eser Türk dilinin ifade kabiliyetini çok ilerilere taşımıştır.
Kitabın Erzurum’la ilgili bölümünde Erzurum’un tarihi ve
kültürel hayatının yanında kendi çocukluk anılarına da yer vermiştir.
Bursa şehrinin önce Bizans için sonra da Osmanlılar için
önemini anlatan yazar, cami mimarisinin bu şehirde başladığını belirtiyor.
Ahmet Hamdi, eserleriyle Türk kültürünü edebi bir dille yeni
nesillere aktaran “kılavuz” niteliğindeki yazarımızdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder