3 Temmuz 2012 Salı

II. Meşrutiyet Devri Türk Edebiyatı


Yeni Türk Edebiyatı (III) (ders notları)
II. Meşrutiyet Devri Türk Edebiyatı 

Servet-i Fünun, aynı adlı mecmuada 6 yıl sürmüş bir faaliyeti ifade eder. Dergi etrafında toplanan edebiyatçılar bütün edebi türlerde eserler vermişlerdir. Servet-i Fünun’un ana gayesi her şeyden önce edebiyat için sanat ve estetiği öne çıkarmaktı. Bu bakımdan Servet-i Fünun topluluğu sosyal alanlara fazla açılmadılar. İleri yıllarda bu topluluğa yönelik eleştirilerin merkezinde de bu konu vardır.

Servet-i Fünuncular özel hayatlarında aşırı derecede Batı yanlısıydılar. Türkçülük hareketinin kendini hissettirmeye başladığı bir dönemde faaliyet veren Servet-i Fünuncuların bu konuya ilgi göstermediklerini gözlemliyoruz. Yine aynı devirde Türk musikisi hakkında çalışmalar yapılmaktayken Servet-i Fünuncuların batı müziği ile alakadar olduklarını görürüz.

Servet-i Fünuncuların edebi çalışmalarının hemen hepsinde batıyı model aldıklarını söyleyebiliriz.
Servet-i Fünuncuların edebi eserlerinde yaşama sevinci yoktur, daima bedbin ve hüzünlüdürler.
Kendilerine yöneltilen eleştirileri devrin siyasi koşullarını gerekçe göstererek savuşturmaya çalışmışlardır. Sansürden mütevellit, sosyal şartları işlemenin mümkün olmadığını söylerler. Ne var ki aynı dönemde eserler veren Hüseyin Rahmi’nin toplumsal olaylara olan duyarlılığı, Servet-i Fünuncuların bu savunmalarını geçersiz bırakmaktadır.
Hüseyin Rahmi’den önce de Nabizâde Nazım, Karabibik adlı romanında Türk köylüsünün içinde kıvrandığı durumları ele alarak sosyal sorunlara yer vermiştir.
Servet-i Fünuncuların sosyal konulara kayıtsızlığı genel bir durum olmakla beraber aynı devirde yazılmış olan Ayşecik adlı eseriyle bir köy kızının hayatını eserine konu etmesi suretiyle Hüseyin Servet, bir istisna olarak karşımıza çıkar.
Dönemin sosyal konuları ele alan önemli şairlerinden olan Mehmed Emin ismini ise –bazı şiirleri Servet-i Fünun dergisinde yayınlanmış olsa da- toplulukla birlikte anmak doğru olmaz.
Mehmed Emin’in şiirleri sadece içerik değil biçim bakımında da Servet-i Fünunculardan ayrılmaktadır. Mehmed Emin’in tüm manzumeleri hece veznindedir. Servet-i Fünuncular ise hece veznini aşağılamaktaydılar.
II. Abdülhamid devrinde tam anlamıyla siyasi ürküntü hakimdir. Münevverlerin siyasi faaliyetlere katılması istenmemiştir. Sansür müessesesi basılacak tüm yazıları kontrol ederdi. Maarif nezaretindeki sansür kurulları nedeniyle çokça sürgün vakası yaşanmıştır. Bu olumsuzlukların yanında yine aynı dönemde Osmanlı coğrafyasında ilk defa liseler eğitim faaliyetine katılmış, farklı dillerde eğitimin önü açılmış, Dar-ül Fünun açılmıştır. Osmanlıca ve Türkçe sözlük çalışmaları da bu dönemde başlamıştır.
Aynı dönemde Mehmet Akif’in etrafında edebiyat dışı meselelerle ilgili bir guruplaşma olmuştur. Ahmet Haşim ve Yahya Kemal –birbirlerine pek de tahammül edemedikleri halde- Dergâh’ta şiirler yayınlamışlardır.
Servet-i Fünuncuların -eleştirilen yanları bir tarafa- edebiyatımıza çokça katkıları olmuştur.
Gerçek anlamda başarılı roman örnekleri bu dönemde Servet-i Fünuncular tarafından neşredilmiştir. Nesirde, kendilerinden önceki monotonluğu ortadan kaldırmışlardır. Edebiyatın her şeyden önce bir kelime seçme işi olduğunu göstermişlerdir. Sıfat konusunu başlıca mesele olarak ele almışlardır. Eskinin çemberini tamamen kırıp üslûp bakımından edebiyatımızı zenginleştirmişlerdir.
Edebi dili estetik bakımdan zenginleştirirken milli meselelere gereken özeni gösterememişlerdir. Edebiyat dili olarak Türkçenin gelişmesi yönündeki çalışmalara katılmamışlardır. Bu nedenle eserlerinin dili oldukça ağdalı ve zordur.
Servet-i Fünuncular essai / deneme türünde de eserler vermişlerdir. Özellikle tenkit türü eserlerle denemenin ilk örneklerini edebiyatımıza kazandırmışlardır. Tenkidi özellikle önemsemişlerdir. Fransız edebiyatının önemli tenkitçilerini okumuş ve ülkemizde tanınmalarını sağlamışlardır. Ahmet Şuayip, tüm zamanını bu işe vakfetmiştir.  
Ahmet Mithat Servet-i Fünuncuları dekadanlar olarak itham etmiş ve bu ad Servet-i Fünunculara bir etiket gibi yapışmıştır.
Zayıf insanlar eleştiriden kaçınır. Tenkid bizde hissi bir hadisedir; ya birine yaranmak ya da karalamak, kinini dışa vurmak için bir araç olarak kullanılır.
Gerçek eleştiri, eserin cemiyet hayatına ne verebildiği, hangi bakımlardan katkı sağladığı konusunda yapılmalıdır.
Batı ülkelerinde tenkid, müesseseleşmiştir.
Servet-i Fünuncular Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi adında bir de umumi kütüphane kurmuşlardır.

Servet-i Fünun dergisi yılda 52 sayı olmak üzere 6 yıl boyunca aralıksız faaliyete devam etmiştir.

İngilizler’in uzun zamandır almaya çalıştıkları bir Afrika adasını nihayet ele geçirmiş olmaları, Servet-i Fünun dergisinde coşkuyla karşılanır. Sultan II. Abdülhamid’de buna çok kızar. Hüseyin Cahit bir yazısında devrin hukuk kurallarını eleştirmiş ve bunun üzerine dergi bir müddet tatil edilmiştir. Tekrar açıldıktan sonra 1940 yılına kadar yayına devam etmiştir.

II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra adeta bir hürriyet salgını yaşanmıştır. Uzun yıllar süren istibdat devrinin ardından gelen özgürlük ortamı birçok derginin açılması sonucunu getirmiştir. Niceliğin egemen olduğu bu dönemde açılan dergiler kısa ömürlü olurlar.

II. Meşrutiyet devrinin edebi simaları arasında Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve Halide Edip gibi isimler vardır.

II. Meşrutiyet devrinde birbirlerinden çok farklı fikirler savunulmuştur:
Türkçülük
İslamcılık ve Batıcılık bu dönemde gelişen fikir hareketleridir.

Osmanlı İmparatorluğu çok çeşitli etnik unsurlardan müteşekkil bir yapıya sahip olduğu için, farklı milletleri bir arada tutmak amacıyla Osmanlıcılık akımı öne çıkmıştır.

Servet-i Fünuncuların arasından sıyrılan bir gurup edebiyatçı 1909 yılında Fecr-i Ati adı altında birleşirler. 24 Şubat 1910 tarihli Servet-i Fünun dergisinde edebi bir beyanname neşrederler. Beyannamelerinde edebi fikirleri, idealleri ve ne yapmak istedikleri hakkında bilgi verirler. Bu yazı, edebiyat tarihimizdeki ilk edebi manifestodur.

Fecr-i Ati çok geniş bir çatıdır. Ahmet Haşim, Emin Bülend, Hamdullah Suphi, Abdülhak Şinasi, İzzet Melih, Refik Halit, Ali Canip, İbrahim Necmi, Mehmet Behçet, Süleyman Şevket, İbrahim Alaeddin, Tahsin Nahit, Müfit Ratıp, Fuat Köprülü gibi isimleri bu çatı altında görürüz. 2/3 yıl bir arada hareket eden bu cemaat, daha sonra dağılır. Bu dağılmanın asıl sebebi milli edebiyatın etkisidir.

Türkçülük akımın yayın organı olan Genç Kalemler ile Fecr-i Ati topluluğu arasında münakaşalar yaşanmıştır.
Kelimelerin ahenk ve güzellikleri üzerinde duran Fecr-i Ati topluluğu, Genç Kalemlerin millileşmek üzere sarf ettikleri radikal çıkışlara katılmazlar. Türkçülük akımını ilk başlarda önemsemezler ancak ilerleyen dönemde bu Türkçe bir milli dava haline geldiği için topluluğun büyük bir bölümü Genç Kalemlerin fikirlerine iltihak eder.

Fecr-i Ati’nin amaçları
1)      Dil: Dilin gelişmesine birinci derecede önem verdiler.
2)      Edebiyat: Fecr-i Aticiler edebiyatı bizde tam olarak tekamül etmiş kabul etmiyorlardı. Edebi ve sosyal bilimlerin bu nedenle ilerlemesi için çalışmışlardır.
3)      Edebiyat denen kültür sadece edebi eserlerin tanınmasıyla sınırlı kalamaz. Edebi eserlerin hususiyetlerini, onu meydana getiren unsurları içine alan bir başka ilim vardır. Ulum-i Edebiye / edebi ilimler daha sonra edebiyat nazariyesi adını almıştır.
Fecr-i Ati’ciler bu ilmin yeterince gelişmediğini söyler. Türk edebiyatının kendi üretimine dayalı nazariyeler pek ele alınmamıştır o dönemde. Batı ile edebi etkileşimler ilerledikçe bu sahada gelişmeler kaçınılmaz olmuştur.

Süleyman Paşa, Doğu edebiyatı bilgilerine bağlı kalarak bir edebiyat nazariyesi yapar (Mebani’l İnşa). Harp okullarında edebiyat retoriği vermek amacıyla neşredilmiştir.
Batı retoriğine dayalı ilk eser Recaizade Mahmut Ekrem’in Talim-i ıEdebiyat adlı eseridir.   
İlerleyen yıllarda da benzer eserler neşredilmiştir fakat Fecr-i Ati topluluğu bu çalışmaları yetersiz bulur.
4)      Ulum-i İçtimaiye yani sosyal bilimler de geliştirmek isterler. Fecr-i Ati topluluğu edebiyatı sadece sanat için değil sosyal meselelerle de alakalı kabul ederler. Fuat Köprülü, edebiyat tarihine her zaman sosyolojik açıdan yaklaşmıştır. Örnek aldığı Larson’un düşüncelerini benimser.
5)      Fecr-i Aticiler tüm çalışmalarını ihtiva edecek bir de kütüphane kurmak niyetindeydiler. Sadece mecmua yayını yapmak istemeyen Fecr-i Aticiler, özel bir kitap serisi yayınlamak istiyorlardı.
6)      Batı dillerinden eserler tercüme etmek niyetindeydiler. Türk sosyal ve kültürel hayatına katkı yapacak eserlerin tercümesine öncelik vermek niyetindeydiler.
7)      Edebi kültürü ve zevk seviyesini yükseltmek için konferanslar vereceklerdi.
8)      Fecr-i Aticilerin bir diğer amacı da Batılı edebiyat çevreleriyle temas kurmaktı. Bu yolla hem Batıyı daha iyi tanıyacaklar hem de Türk edebiyatını ve Türk kültürünü Batıya tanıtacaklardı.

Çok hızlı bir dönüşüm sürecini ilke edinen topluluk sert eleştirilerle karşılaşmış ve zamanla kendileri de fikir değişikliği yaşayarak topluluğun dağılmasına neden olmuşlardır. Topluluk içinde bu kadar kısa sürede fikir değişikliği yaşanmasının bir sebebi de yazarların çoğunluğunun 20’li yaşlarda olmasıdır. Genç yaştaki bu yazarlar, değişen koşulların etkisiyle farklı fikirlere kapılmışlardır.

Şiir, tetkik ve tiyatro alanında faaliyet gösteren topluluk büyük ölçekli roman neşredememiştir. Topluluğun önde gelen isimleri Ahmet Samim, Ahmet Haşim, Hamdullah Suphi, Refik Halit, Abdülhak Hayri ve Ali Canip’dir.

Ahmet Haşim
Şiirleri arasında “şi’r-i kamer” bir seri gösterir. Mukaddimesi de dahil edilirse 9 şiirden müteşekkildir.
Bu şiirlerin isimleri farklıdır fakat zaman ve mekân bakımından ortaklıkları vardır.
“Kâri’e” bu şiir serisinin mukaddimesidir.
Diğer şiirlerin isimleri; Ruhum, Çıktığın Geceler, O, Sensiz, Hazan, Hastayken, Çöller, Nehir Üzerinde ve Hatime (bitiriş)

Ahmet Haşim bu şiirlerle Bağdat’ta geçen çocukluk yıllarına gider. Şiirlerinde mekân olarak Bağdat’ı ve çevresindeki çölleri anlatır.
“Anne” figürü de şiirlerinde kendini gösterir.

“Ay”, Ahmet Haşim’de bir merkez oluşturur. Bu onun imaj dünyasını temsil eder.
Kozmik olarak Güneş’i değil Ay’ı tercih ediyor.
Ahmet Haşim, sert, kaba, çirkin çizgileri olan realiteyi sevmez. Güneş karşısında her şey göz önündedir. Ay çıktığında ise durum farklıdır. Ay onun için sihirli bir güzelliktir.
Geceye karşı olan sevgisinin bir sebebi de çocukluğunda çöl sıcaklarından çokça rahatsız olması ve annesiyle –annesinin de Ahmet Haşim üzerinde derin etkileri vardır- Dicle kıyılarında ancak akşamları gezebilmeleridir. Ahmet Haşim’in çocukluğuna ve annesiyle birlikte geçirdiği zamanlara olan özlemi/sevgisi onu gecelerin şairi yapmıştır demek abartı olmaz.

Ahmet Haşim’in aksine Mehmet Akif, kapalı olan hiçbir şeyi sevmez, gerçeklikten yanadır. Cahit Sıtkı ise gündüz şairidir, günü ve güneş ışığını sever.

Nehir Üzerinde
(Vezin: Mef’ûlü / mefâilü / mefâilü / feûlün)

Akşam… Sarı bir hasta semâ… Bir gam-ı mechûl…
Sisler gibi tutmuş yine sahilleri eylûl,
Bir hüzn-i müzehheb gibi durgun yine Dicle,
Sessizliği olmuş yine rü’yâlara hacle.

Faslın yeni lerzişleri her sâyede mahsûs,
Gûyâ ki uyur kalb-i tabiatta bir “efsus!”
Her şey o kadar gamlı, soluk, mübhem ü bî-fer,
Gûyâ ki ölür hüzn-i sevâhilde perîler…

Çıkmıştık o gün Dicle’ye, sessizce kürekler
Nehrin zehebî sîne-i emyâhını yırtar,
Ağlardı o altın suyun üstünde bir âhenk,
Serperdi o bî-kes sese akşam sarı bir renk,
Gûyâ ki o gün Dicle’nin üstündeki mâtem,
Âfaaka sürükler sarı güller, kırizantem…

Solmuştu onun hüzn ile simâ-yi berîni,
Bir ince tül altında duran zülf-i zerîni;

Akşamları enfâsına düşmüş uçuşurken
Sarmıştı o sâkin yüzü bir gölge semâdan
Dalmıştı o gözler ebediyetlere… Yorgun,
Yorgundu o gözlerle bakan rûh-ı melûlün;
Akşam gibi a’sab]ı geren reng-i garibi…

Gûyâ ki kamer!.. Sendin onun rûh-ı necîbi,
Sendin ki eden hüznünü mehtâba müşâbih;
Her şey o nazarlarda semâlarla müşâfih,
Her şey sana bir parça yakın, sâf, ebedîdi,
Sâhilde ezân seslerinin aks-i medîdi,
Bî-tâb uzanırken dönüyorduk… Yine sâkin
Mübhem, sarı yıldızları bir leyl-î hazânın,
Tenhâ sular üstendi açıp titreşiyorken,
Artık daha vâzıhtın o gözlerde kamer, sen!

Ey sen, ey onun ru ve ey mâtem-i seyyâl,
Ey şimdi bakan hüznüme, âh ey kamer-i lâl!

(Piyale, 1926)

Şiirde bahsi geçen nehir Dicle’dir. Dicle kıyısında annesiyle yaptığı gezintilerden söz eder.
Şiir, akşam vakti Dicle’nin görüntüsüyle başlıyor. Burada sarı ve hasta sözleriyle gökyüzünü vasıflandırıyor. Gökyüzünü alışılageldik renkleriyle değil, kendi duygularına göre tasvir ediyor. Sarı renk ile hastalığı işaret ediyor. Ahmet Haşim’in annesi hasta bir kadındır (ancak geceleri dışarıya çıkabilmesi bu nedenledir), semanın sarı ve hasta olarak betimlenişi ile annesinin hastalıktan solgun yüzünün işaret edildiği düşünülebilir.

Ahmet Haşim, belirsiz, meçhul ve müphem olandan hoşlanır (bu durum sembolistler için neredeyse genel bir tavırdır). Şiirin daha ilk dizesinde gam-meçhul diyor, gam belki var belki de yok, Ahmet Haşim için meçhul sözcüğü ayrıca önemlidir, şiirlerinde sıkça karşımıza çıkar.

İkinci mısrada “yine” sözcüğüyle sürekliliği ifade ediyor. Hasta bir gece ve yine Eylül sis gibi tutmuş sahilleri, işte bu Ahmet Haşim’in şiirini besleyen atmosferdir.

Belirsizlik önemlidir demiştik, bu nedenle “sis” çok sık karşımıza çıkar Ahmet Haşim’in şiirlerinde, çünkü sisli bir atmosfer görüşü engeller, görülebilir olanı müphem kılar, belirsiz kılar.  

“hüzn-i müzehheb” altın sarısı bir hüzünden söz ediyor. Dicle’nin görünümü budur Ahmet Haşim için.

Şiirde tasvir edilen mekânın her köşesine belirsizlik ve hüzün hakîmdir.

Şiirin üçüncü bölümünde nehirde, hüzünlü kayık yolculuğu anlatılır. 13. dize deki “o gün” sözcüğü ile geçmiş zaman anlatılıyor, gramer kalıpları dışındaki bu telkin şairin dil ve anlatımdaki hâkimiyetini ortaya koyuyor.

Sarı rengi ifade eden çeşitli sözcükler kullanmak suretiyle (zeheb, müzehheb) hasta, solgun ve müphem atmosferini kuvvetlendiriyor.

“Serperdi o bî-kes sese akşam sarı bir renk,” dizesiyle ses ve rengi birleştiriyor.

“Yorgun” sözcüğü de Ahmet Haşim’in şiirlerinde sıkça karşımıza çıkar. Realiteden bıkkınlığının bir ifadesidir bu sözcüğün tekrarı. Dinlenebileceği bir mekân arar sürekli olarak –ümitsizce-.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder