Yeni Türk Edebiyatı (III) (ders notları)
II. Meşrutiyet Devri Türk Edebiyatı
Servet-i Fünun,
aynı adlı mecmuada 6 yıl sürmüş bir faaliyeti ifade eder. Dergi etrafında
toplanan edebiyatçılar bütün edebi türlerde eserler vermişlerdir. Servet-i
Fünun’un ana gayesi her şeyden önce edebiyat için sanat ve estetiği öne
çıkarmaktı. Bu bakımdan Servet-i Fünun topluluğu sosyal alanlara fazla
açılmadılar. İleri yıllarda bu topluluğa yönelik eleştirilerin merkezinde de bu
konu vardır.
Servet-i Fünuncular özel hayatlarında aşırı derecede Batı
yanlısıydılar. Türkçülük hareketinin kendini hissettirmeye başladığı bir
dönemde faaliyet veren Servet-i Fünuncuların bu konuya ilgi göstermediklerini
gözlemliyoruz. Yine aynı devirde Türk musikisi hakkında çalışmalar
yapılmaktayken Servet-i Fünuncuların batı müziği ile alakadar olduklarını
görürüz.
Servet-i Fünuncuların edebi çalışmalarının hemen hepsinde
batıyı model aldıklarını söyleyebiliriz.
Servet-i Fünuncuların edebi eserlerinde yaşama sevinci
yoktur, daima bedbin ve hüzünlüdürler.
Kendilerine yöneltilen eleştirileri devrin siyasi
koşullarını gerekçe göstererek savuşturmaya çalışmışlardır. Sansürden
mütevellit, sosyal şartları işlemenin mümkün olmadığını söylerler. Ne var ki
aynı dönemde eserler veren Hüseyin Rahmi’nin
toplumsal olaylara olan duyarlılığı, Servet-i Fünuncuların bu savunmalarını
geçersiz bırakmaktadır.
Hüseyin Rahmi’den
önce de Nabizâde Nazım, Karabibik
adlı romanında Türk köylüsünün içinde kıvrandığı durumları ele alarak sosyal
sorunlara yer vermiştir.
Servet-i Fünuncuların sosyal konulara kayıtsızlığı genel bir
durum olmakla beraber aynı devirde yazılmış olan Ayşecik adlı eseriyle bir köy
kızının hayatını eserine konu etmesi suretiyle Hüseyin Servet, bir istisna olarak karşımıza çıkar.
Dönemin sosyal konuları ele alan önemli şairlerinden olan Mehmed Emin ismini ise –bazı şiirleri
Servet-i Fünun dergisinde yayınlanmış olsa da- toplulukla birlikte anmak doğru
olmaz.
Mehmed Emin’in
şiirleri sadece içerik değil biçim bakımında da Servet-i Fünunculardan
ayrılmaktadır. Mehmed Emin’in tüm
manzumeleri hece veznindedir. Servet-i Fünuncular ise hece veznini
aşağılamaktaydılar.
II. Abdülhamid
devrinde tam anlamıyla siyasi ürküntü hakimdir. Münevverlerin siyasi
faaliyetlere katılması istenmemiştir. Sansür müessesesi basılacak tüm yazıları
kontrol ederdi. Maarif nezaretindeki sansür kurulları nedeniyle çokça sürgün
vakası yaşanmıştır. Bu olumsuzlukların yanında yine aynı dönemde Osmanlı
coğrafyasında ilk defa liseler eğitim faaliyetine katılmış, farklı dillerde
eğitimin önü açılmış, Dar-ül Fünun açılmıştır. Osmanlıca ve Türkçe sözlük
çalışmaları da bu dönemde başlamıştır.
Aynı dönemde Mehmet
Akif’in etrafında edebiyat dışı meselelerle ilgili bir guruplaşma olmuştur.
Ahmet Haşim ve Yahya Kemal –birbirlerine pek de tahammül edemedikleri halde-
Dergâh’ta şiirler yayınlamışlardır.
Servet-i Fünuncuların -eleştirilen yanları bir tarafa-
edebiyatımıza çokça katkıları olmuştur.
Gerçek anlamda başarılı roman örnekleri bu dönemde Servet-i
Fünuncular tarafından neşredilmiştir. Nesirde, kendilerinden önceki monotonluğu
ortadan kaldırmışlardır. Edebiyatın her şeyden önce bir kelime seçme işi
olduğunu göstermişlerdir. Sıfat konusunu başlıca mesele olarak ele almışlardır.
Eskinin çemberini tamamen kırıp üslûp bakımından edebiyatımızı
zenginleştirmişlerdir.
Edebi dili estetik bakımdan zenginleştirirken milli
meselelere gereken özeni gösterememişlerdir. Edebiyat dili olarak Türkçenin
gelişmesi yönündeki çalışmalara katılmamışlardır. Bu nedenle eserlerinin dili
oldukça ağdalı ve zordur.
Servet-i Fünuncular essai / deneme türünde de eserler
vermişlerdir. Özellikle tenkit türü eserlerle denemenin ilk örneklerini
edebiyatımıza kazandırmışlardır. Tenkidi özellikle önemsemişlerdir. Fransız
edebiyatının önemli tenkitçilerini okumuş ve ülkemizde tanınmalarını
sağlamışlardır. Ahmet Şuayip, tüm
zamanını bu işe vakfetmiştir.
Ahmet Mithat
Servet-i Fünuncuları dekadanlar olarak itham etmiş ve bu ad Servet-i
Fünunculara bir etiket gibi yapışmıştır.
Zayıf insanlar eleştiriden kaçınır. Tenkid bizde hissi bir
hadisedir; ya birine yaranmak ya da karalamak, kinini dışa vurmak için bir araç
olarak kullanılır.
Gerçek eleştiri, eserin cemiyet hayatına ne verebildiği,
hangi bakımlardan katkı sağladığı konusunda yapılmalıdır.
Batı ülkelerinde tenkid, müesseseleşmiştir.
Servet-i Fünuncular Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi adında bir
de umumi kütüphane kurmuşlardır.
Servet-i Fünun dergisi yılda 52 sayı olmak üzere 6 yıl
boyunca aralıksız faaliyete devam etmiştir.
İngilizler’in uzun zamandır almaya çalıştıkları bir Afrika
adasını nihayet ele geçirmiş olmaları, Servet-i Fünun dergisinde coşkuyla
karşılanır. Sultan II. Abdülhamid’de buna çok kızar. Hüseyin Cahit bir
yazısında devrin hukuk kurallarını eleştirmiş ve bunun üzerine dergi bir müddet
tatil edilmiştir. Tekrar açıldıktan sonra 1940 yılına kadar yayına devam
etmiştir.
II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra adeta bir hürriyet
salgını yaşanmıştır. Uzun yıllar süren istibdat devrinin ardından gelen
özgürlük ortamı birçok derginin açılması sonucunu getirmiştir. Niceliğin egemen
olduğu bu dönemde açılan dergiler kısa ömürlü olurlar.
II. Meşrutiyet devrinin edebi simaları arasında Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve Halide Edip
gibi isimler vardır.
II. Meşrutiyet devrinde birbirlerinden çok farklı fikirler
savunulmuştur:
Türkçülük
İslamcılık ve Batıcılık bu dönemde gelişen
fikir hareketleridir.
Osmanlı İmparatorluğu çok çeşitli etnik unsurlardan
müteşekkil bir yapıya sahip olduğu için, farklı milletleri bir arada tutmak
amacıyla Osmanlıcılık akımı öne çıkmıştır.
Servet-i Fünuncuların arasından sıyrılan bir gurup
edebiyatçı 1909 yılında Fecr-i Ati adı altında
birleşirler. 24 Şubat 1910 tarihli Servet-i Fünun dergisinde
edebi bir beyanname neşrederler. Beyannamelerinde edebi fikirleri, idealleri ve
ne yapmak istedikleri hakkında bilgi verirler. Bu yazı, edebiyat tarihimizdeki
ilk edebi manifestodur.
Fecr-i Ati çok
geniş bir çatıdır. Ahmet Haşim, Emin
Bülend, Hamdullah Suphi, Abdülhak Şinasi, İzzet Melih, Refik Halit, Ali Canip,
İbrahim Necmi, Mehmet Behçet, Süleyman Şevket, İbrahim Alaeddin, Tahsin Nahit,
Müfit Ratıp, Fuat Köprülü gibi isimleri bu çatı altında görürüz. 2/3 yıl
bir arada hareket eden bu cemaat, daha sonra dağılır. Bu dağılmanın asıl sebebi
milli edebiyatın etkisidir.
Türkçülük akımın yayın organı olan Genç Kalemler ile Fecr-i
Ati topluluğu arasında münakaşalar yaşanmıştır.
Kelimelerin ahenk ve güzellikleri üzerinde duran Fecr-i Ati
topluluğu, Genç Kalemlerin millileşmek üzere sarf ettikleri radikal çıkışlara
katılmazlar. Türkçülük akımını ilk başlarda önemsemezler ancak ilerleyen
dönemde bu Türkçe bir milli dava haline geldiği için topluluğun büyük bir
bölümü Genç Kalemlerin fikirlerine iltihak eder.
Fecr-i Ati’nin amaçları
1)
Dil: Dilin gelişmesine birinci derecede önem verdiler.
2)
Edebiyat: Fecr-i Aticiler edebiyatı bizde tam olarak
tekamül etmiş kabul etmiyorlardı. Edebi ve sosyal bilimlerin bu nedenle
ilerlemesi için çalışmışlardır.
3)
Edebiyat denen kültür sadece edebi eserlerin
tanınmasıyla sınırlı kalamaz. Edebi eserlerin hususiyetlerini, onu meydana
getiren unsurları içine alan bir başka ilim vardır. Ulum-i Edebiye / edebi
ilimler daha sonra edebiyat nazariyesi adını almıştır.
Fecr-i Ati’ciler bu ilmin yeterince gelişmediğini söyler.
Türk edebiyatının kendi üretimine dayalı nazariyeler pek ele alınmamıştır o
dönemde. Batı ile edebi etkileşimler ilerledikçe bu sahada gelişmeler
kaçınılmaz olmuştur.
Süleyman Paşa,
Doğu edebiyatı bilgilerine bağlı kalarak bir edebiyat nazariyesi yapar (Mebani’l İnşa). Harp okullarında
edebiyat retoriği vermek amacıyla neşredilmiştir.
Batı retoriğine dayalı ilk eser Recaizade Mahmut Ekrem’in Talim-i
ıEdebiyat adlı eseridir.
İlerleyen yıllarda da benzer eserler neşredilmiştir fakat
Fecr-i Ati topluluğu bu çalışmaları yetersiz bulur.
4)
Ulum-i İçtimaiye yani sosyal bilimler de geliştirmek
isterler. Fecr-i Ati topluluğu edebiyatı sadece sanat için değil sosyal
meselelerle de alakalı kabul ederler. Fuat Köprülü, edebiyat tarihine her zaman
sosyolojik açıdan yaklaşmıştır. Örnek aldığı Larson’un düşüncelerini benimser.
5)
Fecr-i Aticiler tüm çalışmalarını ihtiva edecek bir de
kütüphane kurmak niyetindeydiler. Sadece mecmua yayını yapmak istemeyen Fecr-i
Aticiler, özel bir kitap serisi yayınlamak istiyorlardı.
6)
Batı dillerinden eserler tercüme etmek niyetindeydiler.
Türk sosyal ve kültürel hayatına katkı yapacak eserlerin tercümesine öncelik
vermek niyetindeydiler.
7)
Edebi kültürü ve zevk seviyesini yükseltmek için
konferanslar vereceklerdi.
8)
Fecr-i Aticilerin bir diğer amacı da Batılı edebiyat
çevreleriyle temas kurmaktı. Bu yolla hem Batıyı daha iyi tanıyacaklar hem de
Türk edebiyatını ve Türk kültürünü Batıya tanıtacaklardı.
Çok hızlı bir dönüşüm sürecini ilke edinen topluluk sert
eleştirilerle karşılaşmış ve zamanla kendileri de fikir değişikliği yaşayarak
topluluğun dağılmasına neden olmuşlardır. Topluluk içinde bu kadar kısa sürede
fikir değişikliği yaşanmasının bir sebebi de yazarların çoğunluğunun 20’li yaşlarda
olmasıdır. Genç yaştaki bu yazarlar, değişen koşulların etkisiyle farklı
fikirlere kapılmışlardır.
Şiir, tetkik ve tiyatro alanında faaliyet gösteren topluluk
büyük ölçekli roman neşredememiştir. Topluluğun önde gelen isimleri Ahmet Samim, Ahmet Haşim, Hamdullah Suphi,
Refik Halit, Abdülhak Hayri ve Ali
Canip’dir.
Ahmet Haşim
Şiirleri arasında “şi’r-i kamer” bir seri gösterir.
Mukaddimesi de dahil edilirse 9 şiirden müteşekkildir.
Bu şiirlerin isimleri farklıdır fakat zaman ve mekân
bakımından ortaklıkları vardır.
“Kâri’e” bu şiir serisinin mukaddimesidir.
Diğer şiirlerin isimleri; Ruhum, Çıktığın Geceler, O,
Sensiz, Hazan, Hastayken, Çöller, Nehir Üzerinde ve Hatime (bitiriş)
Ahmet Haşim bu şiirlerle Bağdat’ta geçen çocukluk yıllarına
gider. Şiirlerinde mekân olarak Bağdat’ı ve çevresindeki çölleri anlatır.
“Anne” figürü de şiirlerinde kendini gösterir.
“Ay”, Ahmet Haşim’de bir merkez oluşturur. Bu onun imaj
dünyasını temsil eder.
Kozmik olarak Güneş’i değil Ay’ı tercih ediyor.
Ahmet Haşim, sert, kaba, çirkin çizgileri olan realiteyi
sevmez. Güneş karşısında her şey göz önündedir. Ay çıktığında ise durum
farklıdır. Ay onun için sihirli bir güzelliktir.
Geceye karşı olan sevgisinin bir sebebi de çocukluğunda çöl
sıcaklarından çokça rahatsız olması ve annesiyle –annesinin de Ahmet Haşim
üzerinde derin etkileri vardır- Dicle kıyılarında ancak akşamları gezebilmeleridir.
Ahmet Haşim’in çocukluğuna ve annesiyle birlikte geçirdiği zamanlara olan
özlemi/sevgisi onu gecelerin şairi yapmıştır demek abartı olmaz.
Ahmet Haşim’in aksine Mehmet Akif, kapalı olan hiçbir şeyi
sevmez, gerçeklikten yanadır. Cahit Sıtkı ise gündüz şairidir, günü ve güneş
ışığını sever.
Nehir Üzerinde
(Vezin: Mef’ûlü / mefâilü /
mefâilü / feûlün)
Akşam… Sarı bir hasta semâ… Bir gam-ı mechûl…
Sisler gibi tutmuş yine sahilleri eylûl,
Bir hüzn-i müzehheb gibi durgun yine Dicle,
Sessizliği olmuş yine rü’yâlara hacle.
Faslın yeni lerzişleri her sâyede mahsûs,
Gûyâ ki uyur kalb-i tabiatta bir “efsus!”
Her şey o kadar gamlı, soluk, mübhem ü bî-fer,
Gûyâ ki ölür hüzn-i sevâhilde perîler…
Çıkmıştık o gün Dicle’ye, sessizce kürekler
Nehrin zehebî sîne-i emyâhını yırtar,
Ağlardı o altın suyun üstünde bir âhenk,
Serperdi o bî-kes sese akşam sarı bir renk,
Gûyâ ki o gün Dicle’nin üstündeki mâtem,
Âfaaka sürükler sarı güller, kırizantem…
Solmuştu onun hüzn ile simâ-yi berîni,
Bir ince tül altında duran zülf-i zerîni;
Akşamları enfâsına düşmüş uçuşurken
Sarmıştı o sâkin yüzü bir gölge semâdan
Dalmıştı o gözler ebediyetlere… Yorgun,
Yorgundu o gözlerle bakan rûh-ı melûlün;
Akşam gibi a’sab]ı geren reng-i garibi…
Gûyâ ki kamer!.. Sendin onun rûh-ı necîbi,
Sendin ki eden hüznünü mehtâba müşâbih;
Her şey o nazarlarda semâlarla müşâfih,
Her şey sana bir parça yakın, sâf, ebedîdi,
Sâhilde ezân seslerinin aks-i medîdi,
Bî-tâb uzanırken dönüyorduk… Yine sâkin
Mübhem, sarı yıldızları bir leyl-î hazânın,
Tenhâ sular üstendi açıp titreşiyorken,
Artık daha vâzıhtın o gözlerde kamer, sen!
Ey sen, ey onun ru ve ey mâtem-i seyyâl,
Ey şimdi bakan hüznüme, âh ey kamer-i lâl!
(Piyale, 1926)
Şiirde bahsi geçen nehir Dicle’dir. Dicle kıyısında
annesiyle yaptığı gezintilerden söz eder.
Şiir, akşam vakti Dicle’nin görüntüsüyle başlıyor. Burada
sarı ve hasta sözleriyle gökyüzünü vasıflandırıyor. Gökyüzünü alışılageldik
renkleriyle değil, kendi duygularına göre tasvir ediyor. Sarı renk ile
hastalığı işaret ediyor. Ahmet Haşim’in annesi hasta bir kadındır (ancak
geceleri dışarıya çıkabilmesi bu nedenledir), semanın sarı ve hasta olarak
betimlenişi ile annesinin hastalıktan solgun yüzünün işaret edildiği
düşünülebilir.
Ahmet Haşim, belirsiz, meçhul ve müphem olandan hoşlanır (bu
durum sembolistler için neredeyse genel bir tavırdır). Şiirin daha ilk
dizesinde gam-meçhul diyor, gam belki var belki de yok, Ahmet Haşim için meçhul
sözcüğü ayrıca önemlidir, şiirlerinde sıkça karşımıza çıkar.
İkinci mısrada “yine” sözcüğüyle sürekliliği ifade ediyor.
Hasta bir gece ve yine Eylül sis gibi tutmuş sahilleri, işte bu Ahmet Haşim’in
şiirini besleyen atmosferdir.
Belirsizlik önemlidir demiştik, bu nedenle “sis” çok sık
karşımıza çıkar Ahmet Haşim’in şiirlerinde, çünkü sisli bir atmosfer görüşü
engeller, görülebilir olanı müphem kılar, belirsiz kılar.
“hüzn-i müzehheb” altın sarısı bir hüzünden söz ediyor.
Dicle’nin görünümü budur Ahmet Haşim için.
Şiirde tasvir edilen mekânın her köşesine belirsizlik ve
hüzün hakîmdir.
Şiirin üçüncü bölümünde nehirde, hüzünlü kayık yolculuğu
anlatılır. 13. dize deki “o gün” sözcüğü ile geçmiş zaman anlatılıyor, gramer
kalıpları dışındaki bu telkin şairin dil ve anlatımdaki hâkimiyetini ortaya
koyuyor.
Sarı rengi ifade eden çeşitli sözcükler kullanmak suretiyle
(zeheb, müzehheb) hasta, solgun ve müphem atmosferini kuvvetlendiriyor.
“Serperdi o bî-kes sese akşam sarı bir renk,” dizesiyle ses
ve rengi birleştiriyor.
“Yorgun” sözcüğü de Ahmet Haşim’in şiirlerinde sıkça
karşımıza çıkar. Realiteden bıkkınlığının bir ifadesidir bu sözcüğün tekrarı. Dinlenebileceği
bir mekân arar sürekli olarak –ümitsizce-.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder