31 Mayıs 2015 Pazar

Sensiz

Ahmet Haşim - Sensiz
Annemle karanlık geceler bazı çıkardık;
Boşlukta denizler gibi yokluk ve karanlık
Sessiz uzatır tâ ebediyyetlere kollar...
Guyâ o zaman, bildiğimiz yerdeki yollar
Birden silinir, korkulu bir hisle adımlar
Tenha gecenin vehm-i muhâlâtını dinler...
Yüksekte sema haşr-ı kevâkiple dağılmış,
Yoktur o sükûtunda ne rüya, ne nevâziş;
Bir sâ'ir-i mechul-i leyâli gibi rüzgâr,
Hep sisli temasiyle yanan hislere çarpar.

Göklerde ararken o kadın çehreni, ey mâh!
Bilsen o çocuk, bilsen o mahlûk-u ziyahâh,
Zulmette neler hissederek korku duyardı.
Guyâ ki hafî bir nefesin nefha-i serdi,
Ruhunda bu ferdâ-yı siyah rengi fısıldar.
Sakin geceler şefkat olan encüm-ü bîdâr,
Titrer o karanlıkların evc-i kederinde,
Hüsran ü tahassür gibi matem nazarında;
Guyâ ki o dargın geceler ruhu boğardı
Her şey bizi bir korkulu rüyayla sarardı.
Zulmet ki müebbet, mütehâcim, mütemâdi,
Eşkâle verir ayrı birer şekl-i münâdi.
Dallar kuru eller gibi mebhut ü duâkâr,
Zânuzede dullar gibi hep tûde-i eşçâr...
Çılgın dolaşan bâd-ı leyâli ki serâir,
Piş ü pey-i seyrinde koşar muzlim ü dâir;
En sonda nigah-ı ebediyyet gibi titrer,
Tâ ufka asılmış sarı bir lem'a-i muğber...

Bir kafile-i ruh-ı kevâkip gibi mahmur,
Zulmette çizer Dicle uzun bir reh-i pürnur...
Ondan yalnız ruha gelir bir gam-ı mûnis,
Yalnız o, karanlıklara rağmen yine pürhis,
Yalnız... Bu kamersiz gecenin zîr-i perinde,
Bir feyz-i ziya haşrederek âb-ı zerinde,
Bir kafile-i ruh-ı kevâkip gibi mahmur,
Zulmette çizer Dicle uzun bir reh-i pürnur...

Dinlerdik onun şi'rini ben lâl, o hayali.
Lâkin ne kadar hüzn ile tev'emdi meâli,
Lâkin ne kadar târ idi sensiz o nazarlar!
Guyâ, o zaman nurunu, ey mâh-ı mükedder,
Eylerdi sema lu'lu-i hüznüyle telafi.
Yıldızları göklerden alıp bir yed-i mahfi,
Bir bir o donuk gözlerin a'mâkına isâr
Eylerdi ve zulmette koşarken yine rüzgâr,
Ruhumda benim korku, ölüm, leyle-i târik,
Çeşminde onun aks-i kevâkiple dönerdik...

Tahlil
Şiirde zaman değişmiyor, karanlık bir gecede başlıyor şiir ve kesif karanlık daha ilk dizelerde hissettiriyor kendini.
Ahmet Haşim geceyi, müphem bir karanlık boşluk olarak telakki eder.
Gündüz tanıdığımız, bildiğimiz ne varsa geceyle birlikte hepsi kaybolur, silinir. Karanlık ve bilinmezliğin içinde adımlarımız akıl almaz vehimleri demlemeye başlar. Adımlarımızın sesini duyarız, sanki bilinmez, başka şeylere ait seslere dönüşürler.
Sema, yıldırımların birbiri içine geçmesiyle dağılmış haldedir. Gecedeki müphemlik katmerleniyor; hiçbir şey net değildir. Annesiyle çıktığı bir geceyi olağanüstü derecede müphemleştiriyor.
Ay henüz doğmamıştır. Çocukluğuna dair bir gönderme yapar; ışığı isteyen o çocuk, karanlıkta neler hissederek korkardı. Sanki gizli bir nefesin soğuk esintisi, gelecek olan siyah, karanlık bir geleceği fısıldar.
Anne hastadır ve çocuk anneyi kaybetme korkusu içindedir. Bu korku gelecek olan simsiyah günler şeklinde ifade ediliyor.
Korku telkinleriyle geceyi anlatmaya devam eder.
Ağaçların dalları, kurumuş eller gibi adeta dua eder. Ağaç yığınları ise yere diz çökmüş dullar gibidir.
Bu karanlık gecede ebediyet bize bahar gibi, uzaklarda ufka asılmış sarı bir ışık gibi titrer.
Yıldızların ruhlarının kafilesi gibi uykulu karanlıklar içinde Dicle uzun, ışıklı bir yol çizer.
Gecede ay gözükmez, anne ve çocuk bundan dolayı bunaltı içindedirler. Aysız gecede Dicle, yıldızların ruhunun (ışığının) kafilesi gibidir.
“Fakat sensiz o bakışlar ne kadar karanlık idi.” Eksik olan aydır ve şair “sen” diye, aya seslenir.

Şiirde, kadın hastadır ve geceleri ayı görmek için çıkmaktadır. Ay bu hasta kadın için tesellidir. Ay gözükmez ve hem kadın hem de çocuk kederlenir. 

Nehir Üzerinde

Ahmet Haşim – Nehir Üzerinde
Akşam… Sarı bir hasta semâ… Bir gam-ı mechûl…
Sisler gibi tutmuş yine sahilleri eylûl,
Bir hüzn-i müzehheb gibi durgun yine Dicle,
Sessizliği olmuş yine rü’yâlara hacle.

Faslın yeni lerzişleri her sâyede mahsûs,
Gûyâ ki uyur kalb-i tabiatta bir “efsus!”
Her şey o kadar gamlı, soluk, mübhem ü bî-fer,
Gûyâ ki ölür hüzn-i sevâhilde perîler…

Çıkmıştık o gün Dicle’ye, sessizce kürekler
Nehrin zehebî sîne-i emyâhını yırtar,
Ağlardı o altın suyun üstünde bir âhenk,
Serperdi o bî-kes sese akşam sarı bir renk,
Gûyâ ki o gün Dicle’nin üstündeki mâtem,
Âfaaka sürükler sarı güller, kırizantem…

Solmuştu onun hüzn ile simâ-yi berîni,
Bir ince tül altında duran zülf-i zerîni;

Akşamları enfâsına düşmüş uçuşurken
Sarmıştı o sâkin yüzü bir gölge semâdan
Dalmıştı o gözler ebediyetlere… Yorgun,
Yorgundu o gözlerle bakan rûh-ı  melûlün;
Akşam gibi a’sabı geren reng-i garibi…

Gûyâ ki kamer!.. Sendin onun rûh-ı necîbi,
Sendin ki eden hüznünü mehtâba müşâbih;
Her şey o nazarlarda semâlarla müşâfih, 
Her şey sana bir parça yakın, sâf, ebedîdi,
Sâhilde ezân seslerinin aks-i medîdi,
Bî-tâb uzanırken dönüyorduk… Yine sâkin
Mübhem, sarı yıldızları bir leyl-î hazânın,
Tenhâ sular üstendi açıp titreşiyorken,
Artık daha vâzıhtın o gözlerde kamer, sen!

Ey sen, ey onun ru ve ey mâtem-i seyyâl,
Ey şimdi bakan hüznüme, âh ey kamer-i lâl!

Sözlük
Müzehheb: Yaldızlanmış hüzünler
Hacle: gelin odası
Berî: temiz yüz
Enfâs: nefes, soluk
Ruh-ı necib: soylu ruh
Müşâbih: benzer
Müşâfih: tokalaşan
Medid: sürekli, devamlı

Tahlil
Bu şiirde zaman bir akşam vaktidir. Ahmet Haşim’in şiirleri açısından bir anahtardır bu şiir.
“Sarı bir hasta sema” der, hem sarı hem de hasta ifadeleriyle semayı sıfatlandırmış. Sema nasıl hastalanabilir? Bu bir yansıtmadır. Hastalık insana aittir. Esasında hasta olan Haşim’in annesidir.
“Eylül yine sisler gibi sahilleri tutmuş” dizesiyle bize mevsimi bildirir. Eylül, bir sis gibi mekâna çökmüştür ki bu çok orijinal bir söyleyiştir.
“Dicle, bir altın hüzün gibi yine durgun” tekrarlanan “yine” zarfı sürekliliği anlatıyor.
Bu sularda sürekli bir hüzün vardır. Haşim, belli bir manzarayı kişileşleştiriyor /  subjektifleştiriyor (gizli teşbih, istiare).
Bu akşam manzarası sessizdir. Bu sessizlik rüyalara gelin odası olmuştur. Dicle bu rüyalara hitap ediyor.
Mevsimin titreyişleri her gölgede kendini hissettiriyor.
Her şey o kadar gamlı, o kadar soluk ve belirsizdir ki sanki hüzün dolu sahilde periler ölmektedir.
Manzara ölümü muştuluyor.
“o gün Dicle’ye çıkmıştık, kürekler nehrin altın görünüşlü göğsünü yırtıyordu. O altın kesilmiş suda bir nağme ağlardı. Bu nağmeyle nehrin üstüne hüzün yayılırdı.” Altın sarısı, tabiata sirayet ediyor. Bu altın sarısı, bu renk, Haşim’in şiirinde sese dönüşüyor ki bu da çok orijinal bir söyleyiştir.
Nehirde bir matem akışı tasavvur ediliyor. Suyun akışı, ufka doğru sürüklenen bir çiçek çelengine benzetiliyor.
“Onun güzel, yüksekte duran siması hüzünle solmuştu” bu ifadelerle şiire bir insan dâhil ediliyor.
“Bir ince tülün örttüğü altın saçların…” Altın ve sarı sözcükler bu şiirde merkezi konumdadır.
“o kadının gözleri yorgun bir şekilde ebediyete dalmıştı”
“sanki ey ay, onun temiz, asil ruhu sendin”
Ay meydana çıkıyor. Doğmakta olan ay o gamlı kadının asil ruhundan bir parça gibidir. Ay ve kadın, Haşim’in şiirlerinde daima münasebet içindedirler.
Kadının bakışları adeta gökle/ebediyetle konuşur.
Ay doğduktan sonra uzaktan ezan sesleri işitilir ve nehir yolculuğundan dönüşe geçerler.
“gecenin sarı yıldızları tenha sularda aşarken ey ay sen o kadının gözlerinde daha açık bir şekilde görünüyordun”
Son dizelerde ay, şairin muhatabı olmuştur.
Haşim, ay’da annesini görmektedir. Haşim, ay’a bakarken bir matem duygusuna kapılıyor.
Bu şiirde anlatılan nehir gezisinden sonra belli ki annesini kaybetmiştir. O nedenle ay, ona annesini hatırlatıyor.

Bir vakıayı ya da varlığı doğrudan açıklamak değil de telkin ederek anlatmak sembolizmin en belirgin özelliğidir.

29 Mayıs 2015 Cuma

Ahmet Haşim – O

Ahmet Haşim – O
Bir hasta kadın, Dicle'nin üstünde her akşam
Bir hasta çocuk gezdirerek, çöllere gül-fâm
Sisler uzanırken o senin doğmanı bekler.

Yorgun gibi mühmel duran asude ufuklar
Titrer, silinir... Dâmen-i şeb her şeyi saklar,
İklim-i hayalâta bakan bir nazar-ı dûr
Hüzniyle doğar necm-i sema sâkit ü mahmur;
Bir mâilik üstünde yanar gizli ziyalar
Leylin bütün ezhârı semalarda açarlar,
Leylin bütün ezhârı, bütün ruh-ı ziyası;
Bir nefha-yı meçhulenin eşyaya teması,
Zulmetlerin esrarını baştan başa sallar,
Sen, ah, doğarsın o zaman, mest ü ziyadar...

Sahilleri sessiz dolaşan hasta hayale,
Bir nûr-ı teselli taşır alnındaki hâle;
Hatta o soluk çehreye nûrun dokunurken,
Bir buseye benzerdi ki gelmiş ona senden.

Nehrin gece, rüya vü serâirle boğulmuş,
Ufkunda tahassürler okur gamzede bir kuş.
Bir giryeli ses - belki kadın, belki de erkek -
Söyler gecenin şi’rine bir aşk, bir ahenk...

Nûrun dökülür, sahil erir, karşıki yerler
Bir hâb-ı münevverde hep eşkâlini gizler;
Sîmîn dumanlarda ölür ruh-ı menâzır,
Bir ra’şe-i zerrin ta karşıda yer yer
Mahmur ışıklar yüzer esrar üzerinde
Yorgun sular üstünde kanar bir şeb-i hande...

Her lerze, her ahenk bulut, hâb oluyorken,
Bir feyz-i umumi-i ziyadar ile birden,
Sakin soluyorken gece eşbâh ü avâlim,
Yalnız o ziyalarda kalır sakin ü muzlim.
Ey mâh cebînin o cebîn-i keder ü gam,
Altında o yorgun, o soluk heykel-i mâtem!

Tahlil
1. bölüm
Hasta kadın annedir. Dicle, Bağdat yakınlarından akan bir nehirdir. Hasta çocuk da şairi temsil etmektedir. Doğması beklenen aydır. Şair aya “sen” diye hitap eder.

2. bölüm
Ahmet Haşim, tüm varlıkları bir sis perdesi ardında görmeye çalışır, böyle ister.
Akşamla birlikte bütün objeler görünmez olmaya başlıyor (Gecenin eteği her şeyi saklar). Haşim, geceleri sever, öyle ki, bu bölümde geceyi bir kadına benzetiyor. Gece ve uyku, Haşim uykuyu da kişileştiriyor. Ona bir canlılık vasfı (yorgunluk) veriyor (yorgunluk mefhumu da Haşim’in şiirlerinde sık görülür).
Gökte doğan yıldız hayaller iklimine bakmaktadır. Realiteden uzaklaşmaya başlıyoruz. Akşamda bir, mavilik oluşur. Bunun üstünde gizli ışıklar yanmaya başlar (akşam olmuş ve yıldızlar bir bir belirmeye başlamıştır). Gece yerine “mâilik”, yıldız yerine de “gizli ışıklar” demesi sembolizminden dolayıdır.
“Gecenin bütün çiçekleri” bu irrasyonel ifade de yine sembolizm hanesinde değerlendirilmelidir.
“Semalar” der Ahmet Haşim, gökyüzü onun için katman katmandır. Işığın da bir ruhu vardır onun için. Gökyüzü bu ruh ile farklı bir aydınlığa kavuşur. Sembolizmin en belirgin özelliği müphem olmasıdır. Şiirdeki bu müphemlik okurda eksikliğe yol açmıyor.

3. bölüm
Hasta kadına ay teselli getirmektedir.
Hasta kadın güneşli günden, gündüzün güneşinden mustariptir, gecenin serininde ay ile teselli bulur.

4. bölüm
Gece gelir ve Dicle’nin uyku sırları rüyalara boğulur. Rüya ve sır; bunlar Ahmet Haşim’in anahtar kelimelerindendir.
Bir kuş sesi duyulur, bunun ardından ağlamaklı bir ses kuş sesine eşlik ediyor.
Bu sesler geceden müteşekkil şiire bir ahenk, bir melodi katmaya çalışıyor.

5. bölüm
Ay ışığında sahil erimektedir. Haşim buradaki dizelerde varlığın mahiyetini değiştirip gizli bir hale geldiğini betimler.
Öyle bir sis kaplıyor ki etrafı, değdiği her şey görünmez oluyor.
Gecenin karanlığında Dicle’nin suları üzerinde görünen sarı renkli ışık dalgalarını şair, sırların üzerindeki altın rengi titreyiş olarak tasvir eder. Dicle burada sır olmuş, ışık ise altın rengi bir titreme.
Yorgun suların üzerinde bu ışıltılar kandil gibi gülümser.

6. bölüm
Şiir, matemli bir atmosferde sona erer.

Ayın doğuşu ile manzara hüviyet değiştiriyor. Şair, hasta kadın için yine teselli istiyor. Ay ışıkları altında hasta kadın bir matem heykeli gibi hareketsizdir…

---
Ahmet Haşim
Bağdatlı bir köy çocuğudur. Çölü tanıyarak büyümüştür. Çöl tesiri şiirlerinde görülür. Çölün yakıcı sıcağına tezat olarak akarsu da Ahmet Haşim’in şiirlerinde dikkat çekecek sıklıkta vurgulanır. Akşam serinlerine yer vermesi de yine çöl iklimiyle alakalıdır.
Annesi hasta bir kadındır ve Ahmet Haşim’in karakterinde çok önemli bir yeri vardır. Şiir yazdığı dönemde annesini kaybetmiştir ve anne, bir hatıra olarak Haşim’in şiirlerinde yaşamaya devam etmiştir. 

Cenap Şahabettin - Temâşâ-yı Hazân

Cenap Şahabettin - Temâşâ-yı Hazân
Gel bugün de, sükût ile güzelim,
İhtizâr-ı hazanı seyredelim:

Ey benim, ey hazan-lika güzelim.
Bir dimagî vedad u ref’etle
Kalalım ser-be-ser tabîatle;

Elem-i arza iştirak edelim;
Mevsimin kâinat-ı ye’sinde
Olalım biz de bir gam-ı zinde...

Bu soluk mevsim-i küdûretten
Dağılır bir veda-ı bî-kelimât.
Pek hayalî, rakîk bir “heyhât!...”

Za’f ile diz çöken tabîatten
Yükselir bir fecî’ vaz’-ı dua.
Gizli bir şehka, bir sükût-ı reca.

Böyle leb-beste terk-i ömr etmek.
Nazarî bir lisan ile ancak
Ebedî iftirakı anlatmak.

Bir tahassürle dem-bc-dem dönere
Eylemek cebhe-i hayata nazar
Bu azîmette bir fecaat var!...

Sevgilim, dinle, işte bâd-ı hazan
Müteverrim misali öksürüyor.
Hem de bir öksürük ki çok sürüyor.

Bir bahar-ı terennümün her ân
Çâk olur sanki sadr-ı hâtırası:
Bu suâlin kesilmiyor arası;

Kâinat oldu sanki ser-tâ-ser
Bir büyük hastahâne-i etfâl.
Öyle bir yer ki pür-hurûş-ı suâl.

Bâd-ı pür-va’d-i nevbaharı eder
Bir enîn-i elîm ile tekzîb
Öksüren, inleyen şu bâd-ı ratîb.

Sar’a-ı ihtizâr içinde gusûn.
Çırpınır, çarpmır, kırar, kırılır;
Bâd-ı nâlâna haykırır, darılır...

Âh, ol dallardaki fütûr-ı derûn
Onların tavr-ı serzenişkârı,
Onların mâderâne ekdarı;

O nihalânda sallanan yuvalar,
O perakende, nâzenîn, muğber
Uçuşan, savrulan, düşen tüyler…

Âh, O son tüy ki muhteriz, kovalar
Câ-be-câ ruh-ı âşiyânesini,
Yuvanın yâd-ı pür-lerânesini...

Kim bilir hangi tâir-i şûhun
Yâdigâr-ı hayat-ı kalbîsi
Doldururdu bu lâne-i hevesi!

Kim bilir hangi pür-tarab ruhun
Yıkılan âşiyânda mahfidi
Râz-ı aşkîsi, râz-ı ümmîdi?...

Yıkılan lânelere birlikte
Dökülür âb u hâke yapraklar;
Na’ş-ı evrak ile dolar laklar...

Rûhu bâzû-yı bâd-ı hâlikte,
Ömr-i nâçizi gam-zedâ-yı ziyâ’,
Dökülür berg-mürde, lâl-i vedâ’.

O sararmış giyâh, o yapraklar
Bûse-i elvedâa nâ-kadir
Hasta, fırkat-resîde leblerdir...

Dökülürken hep, âh o yapraklar
Gamlı hemşireler gibi araşır;
Öyle hemşireler ki gam yaraşır…

Bu düşenler birer nahîf eldir.
Öyle eller ki tâlib-i rikkat,
Taleb-i rahm için eder hareket;

Öyler eller ki tavrı mühmeldir.
Gösterir âsumanı hâke düşer,
Emel-i arş ile helâke düşer.

Her taraf sisli, her taraf birden
Sanki der-beste-i nikab-ı buhar,
O nikab arkasında girye-nisâr.

Asuman bir sahîfe-i âhen.
Sisler üstünde âftâb-ı hazîn
Bir büyük dâne dürrc-i hûnîn...

Bir nikab-ı esef cebininde.
Her bulut bir hayal-i gam-dîde
Ki leb-i tesliyetle rencide...

Dağların sine-i hazininde,
Nevbaharın hayat-ı dil-rişi
Düşünür zahm-ı arzı tefrişi...

Bir küçük katre, şebnem-i mâtem
Mevsimin her yerinde lerzandır;
Her taraf gizli yaşla giryandır...

Her hıyabanda ser-be-dest-i elem.
Gizlice mâder-i sükût inler;
Eder ervahı ra’şedâr-ı keder.

Senenin cismi muhtazır gibidir
Şu mesâfât-ı bi-nihayette
Bister-i vâsi-i tabiatte...

Bu dram şimdi muntazır gibidir
Perde-i beıfin anca inmesine.
Kışın âsâyiş-i mukaddesine...

Yeter artık nezâremiz güzelim,
O senin mevti görmemiş dîden
Korkarım incinir bu rü’yetten;

Gel, bahar-ı hayali seyredelim..


Tahlil
Bu şiirde de (Temâşâ-yı Leyâl de olduğu gibi) sevgiliye bir davet vardır. Sevgili, burada sonbaharın seyrine davet edilir. Her iki şiir, kompozisyon bakımından birbirine benzer, birbirlerini tamamlar.
Bu şiir, sonbaharı çeşitli yönleriyle okura hissettirir.
Sonbahar, kötümser için çok kullanışlı bir semboldür; bahar ve yaz aylarının tabiat güzellikleri bu mevsimde solmaya başlar, işte bu temel motif, sonbaharın Servet-i Fünûn şiirinde çok fazla kullanılmasının nedenidir. Bütün Servet-i Fünûncularda bu kötümser hava mevcuttur. Yazdıkları romanlar mutlu değil trajik sonla biter; şiirlerinde elem/keder baskın tema olarak karşımıza çıkar.
Cenap Şahabettin, sonbahar manzarası karşısında ilkin tabiat varlıkları arasındaki ayrılığa işaret eder. Bütün âlem veda halindedir.
Tabiat, zaaf ve kuvvetsizlikten diz çökmüş bir halde tasavvur edilir. Şiirde bu, dua jestiyle belli edilir (Za’f ile diz çöken tabîatten / Yükselir bir fecî vaz’-ı duâ).
Bu dua da gizli bir hıçkırık, bir rica vardır ve bu duanın sessizliğine tezat teşkil eder. Ayrıca dua jesti Hıristiyanlara özgü dua eylemini resmetmektedir (Hıristiyanlar haç veya İsa figürü önünde diz çökerek dua ederler).
İlerleyen dizelerde sonbahar sesleri karşımıza çıkar. Sonbaharda rüzgârın sesleri duyulur. Rüzgârın haşin seslerini öksürük tasavvuru ile ifade eder (…işte bâd-ı hazân / Müteverrim misâli öksürüyor). Geçmiş ilkbaharın hatırası, sonbaharın göğsünde elemli bir öksürükle yankılanmaktadır.
Yaprakları dökülen, kırılan dallarla birlikte kuş yuvaları da bozulmaktadır. Sonbahar işte bu denli ayrılık, yıkım ve veda doludur. Dökülen sonbahar yaprakları elveda diyemeyecek kadar takatsizdir. Şair, yaprakları hastanın dudaklarına benzetir; tabiat bu haliyle ölüm döşeğindeki bir hasta gibidir.
Bu hasta yapraklar gamlı kardeşler gibi dökülürken birbirlerini görmek isterler.
Yaprakların düşün anında şair yine tezat sanatını kullanır; yapraklar göğe yükselecek gibi resmedilir (gökyüzü, edebiyatta ebediyeti temsil eder) ancak buna zıt/tezat olarak yere düşerler.
Bundan sonra tabiatın uzak ufuklarına yönelir şair (Asuman bir sahîfe-i âhen. /
Sisler üstünde âftâb-ı hazîn / Bir büyük dâne dürrc-i hûnîn...) Gökyüzü burada demirden bir levha olarak takdim edilir. Sislerin üzerinde güneş hüzünlü, kanlı bir inci tanesi gibi durur. Kanla birlikte manzaraya trajik unsur da katılmış olur. Uzakta, dağların hüzünlü göğsünde ilkbahardan geriye kalanlar gizlidir.
Havadaki çiy taneleri, matem şebnemleri, şairin tasavvurunda sonbaharın hüznüne katılan gözyaşlarıdır.
Her ağaçlıklı yolda sessizliğin annesi gizlice ağlamaktadır (Her hıyabanda ser-be-dest-i elem. / Gizlice mâder-i sükût inler;). Şair burada batı edebiyatında ve mitolojisinde karşımıza orman perilerine öykünmektedir.
Şiirin sonunda zamana atıf yapılır; yılın son aylarıdır ve bu mevsimde ölmekte olan, aynı zamanda sonuna yaklaşmış olunan yıldır. Yakında gelecek olan kış, bu hazin manzaranın üzerine örtülecek olan perde olarak tasvir edilir.

Şiirin sonunda sevgiliye dönerek manzaraya bakmaya ara vermeyi teklif eder; sevgilinin gözleri hiç bu kadar ölümü bir arada görmediği belki de incinecektir. Buradan uzaklaşıp hayaldeki bahara yönelmeyi teklif ederek şiiri bitirir. 

Halit Ziya Uşaklıgil – Mai ve Siyah / Tahlil

Roman Tahlilleri
Halit Ziya Uşaklıgil – Mai ve Siyah
Halit Ziya, bu romanı İstanbul’a gittikten sonra yazdı.
İlk üç romanı (Sefile, Nemide ve Bir Ölünün Defteri) trajik şekilde sona eren üçlü aşk romanlarıdır. Gençlik dönemi bu romanların üçü de ev içi romanıdır. Bu romanlar Batı tesirinde yazılmış olup, tamamen Batılı yaşam tarzını benimsemiş insanların yaşantısını anlatan romanlardır. Fakat bu Batılılık, şekilde bir Batılılıktır. Yani dekor, kıyafet vs. Batılılaşmıştır ancak bu insanların toplum içindeki konumu ve toplum karşısındaki tavırlarından söz edilmez. Ayrıca bu romanların karakterleri mirasyedidir, meslekleri yoktur.
Ferdi ve Şürekâsı, olgunluk çağına geçiş romanıdır. Bu romanda üçlü aşk ilişkisinin yanı sıra para-aşk çatışmasına da yer verilir. Bu romandan sonra Halit Ziya’nın romanlarında toplumun çeşitli sosyal tabakalarından insanlar yer almaya başlar.
Mai ve Siyah’ta Batılı yaşam tarzını benimsemiş olan insanların (ki bunlar Servet-i Fünûnculardır) hayat karşısındaki tutumlarına yer verilir. Bu bakımdan Mai ve Siyah bir nesil romanıdır.
Eser, adından da anlaşılacağı üzere bir tezadı anlatır.
Romanda eski Türk edebiyatı ile yeni Türk edebiyatının bir karşılaştırmasını da görebiliriz.
Halit Ziya bu romanında çok sayıda ve çok çeşitli karakter kadrosuyla bütün şehir hayatının bir portresini çıkarır. Bütün bu çeşitliliğin içinde romanın ana teması Servet-i Fünûncuların hayat görüşüdür ve bu da Batılı tarzı yaşama biçimidir.
Romanın kahramanı Ahmet Cemil, ekonomik bakımdan orta halli bir babanın oğludur. Baba, oğlunu kültürlü bir insan olarak yetiştirmek istemektedir, bütün gayesi budur. Ahmet Cemil, Askeri Rüşdiye ve sonrasında Mekteb-i Mülkiye’de tahsile devam eder. Bu okullar Tanzimat’tan sonra açılan, Batılı tarzda eğitim veren kurumlardır. Kültürel alanda Batılılaşma önemli ölçüde bu okullarda yetişen nesiller eliyle gerçekleşmiştir.
Romandaki Râci karakteri eskiyi, geleneksel olanı temsil eder. Râci’nin karısı da oğlunun Batılı tarzda eğitim veren bir okulda okumasını ister. Romandaki çatışma, mahalle mektebinde yetişen gelenekselden yana olanlarla Batılı tarzda eğitim görmüş Batı hayranları arasında ortaya çıkar.
Ahmet Cemil, zengin bir paşanın oğlu olan Hüseyin Nazmi ile okul yıllarında tanışır. Farklı ekonomik sınıflardan gelen bu iki genç, aldıkları eğitim sayesinde yakın dost olurlar. Okuldaki eğitim, ekonomik bakımdan aralarında uçurum olan bu iki genci belli kültürel değerler çerçevesinde bir araya getirir, ikisi arasında ortak paydalar oluşmasına katkı yapar. Her ikisi de okuma tutkunudur. Edebiyat sınıfına geçtikten sonra şiirler meşgul olurlar. Onlara göre edebiyatın amacı bütün duygu, düşünce ve hayalleriyle birlikte insanı anlamaktır.
Ahmet Cemil, Râci’nin de bulunduğu bir mecliste, insanı anlamak için mevcut dile karşı tavır alır: yeni bir dil yaratmak ister, öyle bir dil ki insanı bütün yönleriyle ifade edebilsin. Ahmet Cemil’e göre geleneksel edebiyat dilinin süslü ve yapay sözcük zenginliği, anlam bakımından bir değer olarak kabul edilse bile insanların edebiyattan uzaklaşmasına sebep olmuştur. Geleneksel dil bu nedenle cansızdır, ölüdür. Divan şiiri geleneği lisanı o boş süsler uğruna bozmuştur. Ahmet Cemil bunu aşmak için resim ve musikiden istifade etmek ister. Okul yıllarında yazdığı şiirlerinde tabiat tasvirlerine yer verir. Günlük konuşmalarında da bu tabiat tasvirlerine yer verir. Ahmet Cemil bu haliyle Servet-i Fünûncuları ve onların içinde çıkan Parnas ekolü izleyicisi şairlerin edebiyat zevkini temsil eder.
Ahmet Cemil, babası öldükten sonra ailesini geçindirmek için tercüme yapmaya karar verir. Hüseyin Nazmi ile birlikte tercüme edebileceği kitaplar hakkında fikir teatisinde bulunur ve nihayet Lamartine’in Raphael adlı eserini tercüme etmeye karar verir. Ahmet Cemil, tercüme konusunda da Servet-i Fünûncularla aynı kaygıları taşır: aslına uygun dil, muhteva ve şekli olduğu gibi veren bir tercüme peşindedir.
Bir süre sonra bu şekilde bir tercüme ile para kazanamayacağını anlayan Ahmet Cemil, kitapçıdan bir kitap ismi ister. Kitapçı ona Hırsızın Kızı isimli popüler bir romanı önerir. Ahmet Cemil için kolay olan bu iş, utanç vericidir. Mütercim olarak isminin kullanılmaması kaydıyla tercüme işini alır. Bu olay, Ahmet Cemil’in edebi hayatındaki ilk hayal kırıklığıdır.
Ailesini geçindirmek için bu tür tercüme faaliyetlerine devam eder.
Ahmet Cemil’in bir başka zevki de müziktir. Klasik batı müziğine hayrandır. Halit Ziya’nın hemen bütün romanlarında müzikle meşgul olan bir karakter vardır. Servet-i Fünûncular müziğe çok önem vermiştir. Halit Ziya’da da bunu görüyoruz.
Hüseyin Nazmi, Ahmet Cemil’le dünya görüşü bakımından benzer bir çizgide olmasına rağmen, aktif, girişken ve hırslı kişiliğiyle farklılık arz eder. Mekteb-i Mülkiye’yi bitirdikten sonra Umur-ı Şehbenderi kaleminde diplomat olarak çalışma hayatına başlar. Geleceğe yönelik adımlarını planlı şekilde atmaktadır. Ahmet Cemil ise bütün hayatı boyunca kaderci bir çizgide yaşamaktadır. Edebî faaliyetlerinde de Ahmet Cemil’e kıyasla çok daha girişkendir. Gencine-i Edep adlı bir dergide yazmaya başlar ve yenilikçi yazılarıyla kısa sürede dikkat çeker. H. Nazmi, Ahmet Cemil’i her fırsatta destekler. Ahmet Cemil’in şiirlerini edebiyat çevrelerine tanıtmak için evinde bir toplantı tertip eder. Toplantının açılış konuşmasında H. Nazmi, Servet-i Fünûncuların edebi görüşlerinin özetler. Konuşmanın akabinde Ahmet Cemil, davetli basın mensuplarının önünde şiirlerini okur. Bu toplantı, Ahmet Cemil’in en büyük hayal kırıklıklarından biri olur. İzleyen günlerde basında şiddetli tenkit yazıları çıkar, alay konusu olur.
Hüseyin Nazmi ve Ahmet Cemil’in tezadı olan kişi Râci’dir. Romanda daha çok çevresi sayesinde tanıdığımız Râci, romanın başlarında evini, ailesini ihmal eden biri olarak tanıtılır. Karısı ve çocuğu günlerdir eve uğramayan Râci’yi aramak üzere çalıştığı matbaaya giderler. Kadının haline üzülen Şevki Efendi ile birlikte Ahmet Cemil, Râci’yle konuşmak üzere tutulduğu şarkıcı kadının çalıştığı çalgılı kahvehaneye giderler. Buradaki konuşmaları daha ziyade eski ve yeni edebiyat tarzının bir münakaşası gibidir. Râci (isminden de anlaşılacağı gibi Muallim Naci’yi sembolize etmektedir), Ahmet Cemil’in de içinde olduğu yeni edebiyatçıların dilini ve kullandıkları sembolleri eleştirmektedir (abes-muktebes tartışmasında olduğu gibi).
Râci, muntazam bir hayattan razı değildir, zamanının büyük bölümünü bu nedenle batakhanelerde geçirmektedir. Neticede verem olup ölür.
Çalgılı kahvede Türkiye’ye çalışmaya gelen yabancı tiplemelerle de karşılaşırız. Bu insanların bazıları gerçekten de çalışmak için yurtlarından çıkıp buralara gelmişlerdir. Ahmet Cemil bu insanlara karşı yüreğinde derin bir merhamet hisseder.
Ahmet Cemil’in çalışmakta olduğu matbaanın sahibi ölünce, Vehbi Bey matbaanın başına geçer. Vehbi Bey, Ahmet Cemil’in kızkardeşi İkbâl’le evlenir. Ahmet Cemil de matbaaya ortak olur (Vehbi Bey’in isteğiyle). İyi başlayan işler kısa sürede bozulmaya başlar. Vehbi Bey, borç senetlerini Ahmet Cemil’e imzalatır. Bir süre sonra Ahmet Cemil’in kaldığı ev dahi ipotek edilir. Vehbi Bey’in aşırılıkları bunlarla da sınırlı değildir. Bir gece gebe olan İkbâl’i döver, merdivenlerden yuvarlanan İkbâl ağır bir kanama geçirir. Ahmet Cemil, annesinin birkaç parça mücevherini paraya çevirerek kardeşinin tedavisiyle ilgilenir. İkbâl çocuğunu kaybeder, daha sonra kendisi de vefat eder. Alacaklılar Ahmet Cemil’in kapısına dayanır, ipotek altında ev de kaybedilir.
Bir de Lâmia vardır; Ahmet Cemil’in içten içe sevdiği bu kadın evlenince bütün hayalleri yıkıla Ahmet Cemil’in İstanbul’la arasındaki bütün bağlar kopar. İstemese de uzak bir şark vilayetine memur olarak atanır ve yola koyulur.
Halit Ziya bu romdan mücerret mekân tasviri yapmaz; karakterlerle mekân arasında bağlantılar kurar. Örneğin mesire yerlerinin tatil günlerindeki durumunu Ahmet Cemil’in dilinden tenkit eder. Düşük zevk ve eğlenceler Ahmet Cemil’i tiksindirir.
Eserlerinde dinî hiçbir unsura yer vermeyen Halit Ziya, Ahmet Cemil’in Eyüp’te bulunduğu bir sahnede İslam dininin sembol mekânlarından biri olan Eyüp’ü sükûn ve yalnızlık arayan ruhların sığınağı olarak tasvir eder.