30 Aralık 2019 Pazartesi

Ömer Seyfettin - Lokanta Esrarı

Lokanta Esrarı

Diyorsun ki: “Bekârlık âlemleri gözümde tütüyor. Hele ‘Abey d’or’un yemekleri...
Şimdi artık evde hiç o nefis yemeklerin tadını bulamıyorum.
“Niçin bir aşçı yamağı olmayayım” dedim, “mademki yemek için yaşıyorum?..”

Nasıl güzel Rumca bildiğimi elbet hatırlarsın. Evet bir sene beraber yaşadığım Rete Missiya’nın yadigârı... Hâlbuki mekteplerde on sene içinde o kadar uğraştıkları hâlde öğretemezler. Zavallı terbiyeciler, bilmezler ki dünyanın en mükemmel lisan muallimi aşktır.
Kozmos’un mutfağına indim.

Ben gösterilen işleri yapıyor, sabah akşam karnım tıka basa doyacağı için ayda açıktan doksan lira kâr edeceğimi hesaplıyordum.
Acıkmıştım. Ustanın çocuklardan birisine para vererek peynir üzüm aldırmağa gönderdiğini gördüm.
“Patron aşçılarına yemek vermez mi?”
“Verir, ama kim yer!”

Lâfı döndürdüm, dolaştırdım, mutfağın sırrına getirdim. O söyledikçe gözlerim açılıyor, kristal, arjante kapların içinde şimdiye kadar neler yediğimizi öğreniyordum.

“Pekâlâ usta” dedim, “bu kadar fena zahire ile bu kadar lezzetli yemek nasıl yapılıyor?”

“Burada kaplar hiç yıkanmaz, her eski yemeğin artığı yeni yemeğe karışır. Bu işte bir nevi mayadır, o tat buradan gelir...”

Haftalık Türk Dünyası, Sayı: 95-2, 5 Şubat 1336/1920, s. 30-31.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Meh-mâ-emken

Meh-mâ-emken

On beş, yirmi sene evvel ordunun manzarası ne lâtifti!
Yüzbaşım kendi misline delil olarak daima “Meh-mâ-emken”i gösterirdi. Meh-mâ-emken’in asıl ismi Ali Efendi’ydi.

Israr ettim. Nihayet dayanamadı. Alayda başkalarına söylemeyeceğime benden söz aldı. Meh-mâ-emken lâkabının sebebini anlattı.
Bir gün annem beni Sümbül Efendi’ye götürdü. Türbeye üzüm koyduk. Bir hafta sonra ben almağa gittim. Gelirken yolda dayanamadım, hepsini yedim.
Yine bir gün annem beni Eyüp Sultan’a götürdü. Türbedar ağzıma anahtarı soktu. Sağa sola çevirdi. Ağzımda bir ekşilik peyda oldu. Yere şak diye tükürmeyeyim mi?
Ondan sonra ben mankafa oldum.
Zaman, Sayı: 416, 5 Temmuz 1335/1919, s. 2.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Makul Bir Dönüş

Makul Bir Dönüş

Cabi Efendi’nin birdenbire aklı başına gelmişti!
…“Doktorun söylediği sahi mi?” diye soruyordu.
Şuurunda hakikaten dört senelik bir fasıla vardı.
(Dışarıya çıktıktan sonra fiyatların değişikliğine anlam veremedi, doktorların kendisini denemek için oyun tertip ettiklerini düşündü. Gazetede Dünya Harbini okuduğunda kafası bunu hiç almadı)

Birdenbire döndü. Hani o bir saat evvel çıktığı yere doğru alabildiğine koşmağa başladı.
“Beni yine odama koyunuz!”
“Beni içeri tıkınız. Allah aşkınıza! Ya ben akıllanmamışım ya bütün dünya zır deli olmuş!” dedi.

Vakit, Sayı: 215, 24 Mayıs 1334/1918, s. 3.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Mermer Tezgâh

Mermer Tezgâh

Cabi Efendi,
…her sabah güneş doğmadan kendini sokağa atardı. Yegâne merakı “dünyanın ahvalini” tetkikti!
Kütüphanelerin önünden geçerken kendini tutamaz, “İşte nadanların akıl ambarı!” diye gülümserdi.
Hakikat kitapta değil, hayatın kendisinde idi. Kitaba inanan esir olur, zihni katılır, kafası kerpiçleşirdi.

Derin derin havayı kokladı. “Bu ne letafet, bu ne güzellik ya Rabbi!” diye mırıldandı.

…gözüne tuhaf bir şey ilişti.
…bir marangoz dükkânı...
Tezgâh mermerdendi!
Gayr-ı ihtiyarî dükkânın açık kapısından girdi.
“Akıllı bir adam mermer üzerinde keser oynatır mı?”

…ben keserimi indirecek yeri bilirim. Hiç şaşırmam. Ben ‘sanatımın eriyim’. Haydi bakalım, gevezelik yeter!.. Çek arabanı işine...

Cabi Efendi’nin birçok tecrübesi vardı. Ufacık bir düşüncenin en büyük bir dikkati iflâs ettirdiğini dini gibi bilirdi.
Kesilmiş, yüzülmüş kuzulardan bir tane satın aldı.
Kuzu pişince bir hamal buldurdu.
“Burası mermer tezgâhlı marangoz meşhur Ali Usta’nın evi değil mi?”
“Evet.”
“Usta bu kuzuyu kızarttı. Gönderdi. Alın.”

Karı koca bu kuzu yüzünden güzel bir kavga ettiler.
Ömründe ilk defa olmak üzere o gece uykusu kaçtı Sabaha kadar uyuyamadı.
Kaldırdığı keskin, kalın, ağır keseri çattadak indirince gözleri açıldı. El kadar bir mermer parçası tezgâhtan kopmuş, yere fırlamıştı.
“Hani sanatının eriydin! Ne oldu böyle?”
“Artık düşünme” dedi, “o kuzuyu ben gönderdim.”
“Niçin?”
“Seni biraz düşündürmek için...”
Yeni Mecmua, C. I, Sayı: 19, 15 Teşrîn-i sânî [Kasım] 1917, s. 374-377.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Memlekete Mektup

Memlekete Mektup

Sevgili Celil,
Hani bizim Hukuk’a devam ettiğimiz zamanın İstanbul’u, on beş sene evvelki İstanbul artık yok!
Evet, burada ufuksuz bir çölde kalmış gibiyim. Ruhumu, elemimi anlayan yok.
Dün Şehzadebaşı’nda bu enayilerden birisine rast geldim. Tanırsın. Bizim sınıf arkadaşımız Mustafa Nâzım.
…senin hiç sevmediğin bir arkadaşımıza daha rast geldim. Ebulfuruva!
Beraber Umumî Kütüphane’ye girdik.
On beş sene evvel buradan aldığımız ümit, emel, ideal nuru artık sönmüş! Şimdi İstanbul taşranın nuruna muhtaç!
Fakat bizim bir ruhumuz var ki ölüm ona kanat geremez. Bizim bir ruhumuz var ki “öldü, öldü” sanılır da yine ölmez. En umulmadık bir zamanda birdenbire dirilir. Bugünün İstanbulluları bizim bu ölmez ruhumuzu bilmiyorlar.

Büyük Mecmua, Sayı: 2, 13 Mart 1919, s. 30-31.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Mehdi

Mehdi

Ne tuhaf, fakat ne acıklı bir tesadüftü!
Kapalı camların ince buğularından minareleri yıkılmış, mescitlerinin üzerine haçlar asılmış tenha köyleri görüyor gibi oluyorduk.
Şimdi ezanın sustuğu bu öksüz yurtlara çanlarını ulutmak için Selanik’e vapur vapur gelen Kafkasya Rumları yerleşiyorlardı.

Bu Mehdi kimdir? Biliyor musunuz evlâtlar? Kaybolan on ikinci imam!...
Evet bütün kavimlerin kendilerine mahsus hâdîleri vardır.
Kur’an-ı Kerim elimizde... Bir Mehdi yoktur. Fakat birçok hâdîler olacaktır.
Türk Yurdu, C. 5, Sayı: 12 (60), 20 Şubat 1329/5 Mart 1914, s. 1201-1208.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Muayene

Muayene

Doktor- Buyurunuz efendim, neniz var?
Müşteri- Ah, efendim, çok fenayım.
(Sağ kaburgasını gösterir. Doktor kalkar. Kulağını bu gösterilen yere dayar. Dinler. Öksürük kumandasını verir, nefes aldırmaz. Sonra eliyle dokunur.)
D- Fakat tuhaf, mutlaka bir şey oldu. İyice düşününüz bakayım.
(Hasta elini şakağına kaldırır. Bir müddet düşünür.)
M- Ah, bir gün dalgın dalgın gidiyordum. Dörtnala koşan bir yük arabasının oku böğrüme çarptı.
D- Ya ne vakit?
M- Yedi sekiz ay var.
D- Ne? Yedi sekiz ay... Kazaya uğrayınca hiçbir şey yapmadınız mı?
M (Biraz düşündükten sonra)- Evet, yaptım.
D- Ne yaptınız?
M- Arabacıyı aşağı çektim. Altıma aldım. Polisler imdada gelinceye kadar dövdüm!
Diken, Sayı: 45, 4 Mart 1336/1920, s. 7


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Miras

Miras

İnsanın kendi nefsinden nefret etmesi kadar dünyada azap verici bir şey yoktur, sanıyorum!
“iyilik, doğruluk, güzellik”
Bu üç alevli esirden meşale sönünce artık karanlık bir çöle düşeriz. Hayvanlaşırız.

Amcam, oğlu Nihat Çanakkale’de şehit düştüğü günden beri, beni onun yerine koymuştu.

“Gel bakalım” dedi, “sana bir mücevher göstereyim.”

Açık duran kitabı bana uzattı.
Bu mücevher çamura düşmüş bir bakkal defterine benziyordu.

“Dâfiü’l-gumum, Deli Birader’in letaif külliyatı... İstanbul’da bir nüshası daha yok... Belki bütün dünyada bir eşi yok! İhtimal yazı da Gazalî’nin kendi yazısı...”
“Kaça aldınız?”
“Yüz seksen liraya.”

“Haberin var mı? Benim kütüphaneyi satın almak istiyorlar!” dedi.
“Ne kadar veriyorlar?”
“Evvelâ on bin lira... dediler. Sonra ‘ben satmam’ deyince on beş bine, yirmi bine çıktılar.”

Bu küçük bir servetti. Er geç benim olacak bir servetti. Zira amcamın bizden başka vârisi yoktu.
Şimdiye kadar hiç düşünmediğim bu hazır miras birdenbire bütün hayalimi doldurdu. Sanki kafam şişti, sersem oldum.

Sakalının altından beyaz zayıf boynunu gördüm. O beyaz yere iki dakika basılsa... yüz bin lira birdenbire benim olacaktı!

Zihnimdeki cinayet planı kendi kendine genişliyordu.

“Sizden bir istirhamım var!” diye inledim.
“İstiyorum ki bütün servetinizi daha sağlığınızda millî müesseselere vasiyet edesiniz!”
“Fakat niçin?”
…Sözde ben gençtim, ihtimal bu kıymetli kütüphaneyi satar, memleketten dışarı çıkmasına sebep olabilirdim. İstiyordum ki bu mühim miras millete kalsın!
“Pekâlâ!” dedi, “kütüphanemi millete vereyim. Fakat başka akarlarımı...”
“Onları da istemem amcacığım…”
Doğruldu, beni kucakladı. Alnımdan öptü.
“Sen benim mâbihi’l-iftihârımsın!” dedi.

Vakit, Sayı: 776, 3 Kânun-ı sani [Ocak] 1336/1920, s. 3.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Müjde

Müjde

Ömründe ilk defa harp mıntıkasına giren acemi bir asker heyecanı duyuyorduk!
“Bakın” diye açık perdeden parmağını uzattı, “bir ziya var. Hafif bir ziya...”
“Nerde?”
“Denizin ortasında..”.
Öteki şairle beraber ben de onun gösterdiği tarafa dikkatle baktım. Hiçbir şey göremedim.
Hepsinin gözü gökteydi.
Yeni Mecmua, C. 2, Sayı: 36, 21 Mart 1918, s. 196.



(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Muhteri

Muhteri

Kuruş kuruş kazandığım liraları avuç avuç harç etmek benim elimden gelmez.
Göztepe’deki annemden kalan arsanın üzerine bir köşkceğiz kurabilmek hülyasıyla yedi senedir biriktirdiğim paranın çekini “Ne olur, ne olmaz? ” diye yanıma almıştım. Ömrümde ilk defa olarak Viyana’yı, Berlin’i, Paris’i, Londra’yı görecektim.
Yol arkadaşlarım beş Yahudi, üç Rum, bir Mısırlı gençti.
Doğru Monaco’ya gidelim azizim” dedi, “şimdi tam mevsimi!
…bu muhterem genç gibi sarfiyata başladım.
…pokere girdim. Kazandım, kaybettim. Tekrar kazandım. Ama iki gün geçmeden cebimde doksan liradan başka on para kalmadı.

Prima donnayı çok methettiler.
Gördünüz mü?
Bakalım bu akşam.
Bir Amerikalı milyoner var. Kabul ederseniz hepinizi sofrasına davet ediyor.
Bana, “Siz de gelir misiniz?” dediler. Düşünmeden cevap verdim: “Siz giderseniz...”
“Biz pekâlâ gideriz.”
İçmeye, yemeye başladık.

( Amerikalı milyoner) …Benim zekâmın ne ehemmiyeti mi var? Ben muhteriyim, ben muhteriyim, ben dâhiyim, ben dâhiyim.
Muhterinin dehası şerefine alabildiğine, dehşetli bir şevk ile içmeye başladık. Ben fena hâlde sarhoş oldum.
Şimdi o kadar, o kadar eziyet ile tam yedi senede biriktirdiğim beş yüz liracığımı iki günde yediğimi hiç unutamam. Hep canım sıkılır.

Yeni Mecmua, C. 2, Sayı: 29, 24 Kânûn-ı sâni [Ocak] 1918, s. 54-58.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Nakarat

Nakarat

Bu sabah şiddetli bir baş ağrısıyla uyandım.
Acaba hayale benzeyen bir hakikat yok mudur? Olsaydı mutlaka saadet de olacaktı.
Birbirine benzeyen vakasız boş günler kadar insanı bitiren azap olamaz.

Faziletli olmak insanın elinde değildir. Fakat kim isterse namuslu olabilir. Bu, ihtiyarî bir şeydir!

Naş, naş
Çarigrad naş...

Ben... eşkıya takibine, eşkıyaya dair haberler edinmeğe memur genç zabit, neler düşünüyor, nelerle uğraşıyor, neler yazıyorum. Evet, taraçadaki kızla işi azıttık!

Kim bilir bu ‘naş’ ne demek? Hep bana bakarak tekrarlamasına bakılırsa bir hitap olmalı. “Seni çok seviyorum, senin için ölüyorum!” demek olmalı. Yahut da bunlara yakın bir şey!

Hizmetçimle silahlı mekkâreciden başka köyde asker kalmamıştı.
…kız yoktu.
Sordum: “Burada bir kız var, biliyor musun?”

Hayalimde tercüme ettiğim bu oynak aşk neşidesinin güftesini, giderayak, şu ihtiyara tercüme ettirmek fikri birdenbire zihnimi sarstı.
“Hâşâ efendim” dedi, “bizim köyümüzde bunu kimse söylemez! Biz bunu kabul etmeyiz.”
“Şu komşunun kızını nasıl bilirsin çorbacı?” dedim.
“Hangisini?”
“Rada’yı.”
“Onu bilmem ama, babası iyi adam değildi.”
“Nasıl iyi adam değildi?”
“Kilisede papazken kalktı, bir gün komita oldu. Geçen sene Velmefçe’de vuruldu.”

“Çarigrad ne?”
“İstanbul... !”

Ben ona neler düşünerek bakıyordum. O bana ne söylüyordu. O, benim için en büyük bir küfrü ederken ben, Türk zabiti, onun iri vücudundan, mavi ateş gözlerinden, geniş kalçalarından, şuh ellerinden başka bir şey görmüyor, ettiği ağır küfrü tatlı bir aşk neşidesi sanıyor, hatta nakaratını onunla beraber, bir ağızdan, tekrarlıyordum.

Yeni Mecmua, C. 3, Sayı: 63, 3 Teşrîn-i evvel [Ekim] 1918, s. 216-220.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Nadan

Nadan

İstanbul üç gündür sis içindeydi.
İhtiyar padişah, artık mermer havuzlu küçük bahçenin lâle tarhlarını bile göremiyor…
Yeniçeriler kazan devirmişler,
Bu korkunç buhranın önünü alacak bir adam yoktu. Son ümit “Köse Vezir”deydi.
…padişah, işte şimdi onu çağırtmıştı. Mührünü ona verecekti.
“Beni affedin padişahım” dedi, “ben artık devlet işine karışmamayı ahdettim…
Padişah: “Kaldırın şunu!” diye bağırdı.
Padişah, böyle Hak’tan başka hiçbir kuvvete baş eğmeyen bir adama mührünü nasıl kabul ettirecekti?
“Çabuk bir nadan buldurulsun. Onun yanına kapatılsın.” dedi.
Nihayet Karamusalı meralarında gayet cahil, gayet akılsız, gayet aksi, hâsılı gayet nadan bir çoban buldular.
Bir ay geçti. Nadan çoban kavalı da bıraktı. Hiç ses çıkarmıyor, zindan arkadaşı gibi pinekliyor, susuyordu.
... Bir sabah Köse Vezir bu koca herifin hüngür hüngür ağladığını gördü.
“Benim sürümde bir kösemenim vardı. Senin yüzüne baktıkça o hatırıma geliyor da... İşte onun için ağlıyorum.”
“Efendimize arz edin. Mühr-i hümayunlarını kabul ettim” dedi.

Vakit, Sayı: 202, 11 Mayıs 1918, s. 3.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Mürebbiye

Mürebbiye

Evde hiçbir mürebbiye bir haftadan fazla kalamaz; ya kapı arkasında, ya bir kanepe üstünde kendisini sıkıştırdığım zaman yakalanır ve tabiî evden ben kovulamayacağım için o kovulurdu.
Nihayet günün birinde güzel, bebek gibi güzel, sarı saçlı, maî gözlü bir kızcağız geldi.
(Babası) “Sana bu, son sözümdür. Eğer yeni tuttuğumuz kıza bir fena muamele, daha doğrusu edepsizlik edersen seni kovarım.”

Tam üç ay Adriyen’in kolunu bile sıkamadım
…bu gece için yalnız konuşmak ve Fransız edipleri hakkında mübahase etmek üzere odasına gelmekliğime müsaade etti
Adriyen’in kapısına yaklaştım, korka korka tokmağı çevirdim. Hayret... Kapı kilitli idi.
Bu hâl böyle üç dört defa vuku buldu.
Bir akşam kapısının anahtarını sakladım ve odama öyle girdim. Gece yarısı, bu sefer, kemal-i emniyetle Adriyen’in kapısını açtım. Oda zifiri karanlıktı.
Birdenbire parmaklarım yumuşak bir şeye dokundu ve bir ses haykırdı: “Kim o?” Karanlıkta babamın sakalını yakalamıştım.
Diken, Sayı: 16, Haziran 1335 [1919], s. 3.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Nasıl Kurtarmış?

Nasıl Kurtarmış?

Kasaba içinde Kadı Mustafa Efendi’den hazzeden kimse yoktu!
Biri dedi ki: “Yüzü gülmeyen insan cehennemliktir!”

Bu esnada dükkânın kapısında genç bir yörük peyda oldu. Elinde kocaman bir lenger tutuyordu.
“Efendim babam size bu yoğurdu gönderdi” dedi.
“Ben yoğurt filân ısmarlamadım.”


Zaman, Sayı: 366, 14 Mayıs 1335/1919, s. 1.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Namus

Namus

Daha geceydi,
Hapishanenin ağır demir kapısı acı bir küfür gürültüsü ile açıldı.
“Nereye gidiyoruz, be ağam?” diye sordu.
“Yarım saat sonra ısınırsın!”
“Ulan senin kabahatin neydi?”
Namus bire ağam,
“Ulan Çingenede namus olur mu?”
Hikâyesini anlattı.
“Bizim Çomar’a Hasan’ın sarı erkek köpeği yapışmış. İçeri almışlar, seyrediyorlardı.”
Hepsinin kafasına ayrı ayrı indirdim. Çomarı da ikiye böldüm. Hiçbiri kaçamadı. Hepsini geberttim.

Araba, katilin dokuz insanı baltayla kestiği yerde durdu.
Namus uğrunda şehit olacak bu bîçareye karşı herkesin kalbinde sanki gizli bir muhabbet, gizli bir hürmet vardı!

Dünyada son arzun ne?
“Pekâlâ, hâkim efendi” dedi, “senden istediğim bu: Hüsmen’in sarı köpeği[ni] buldur, gözlerinin önünde iğdiş yaptır. Herkesin ırzı, namusu kurtulsun.”

Diken, Sayı: 3, 28 Teşrîn-i sânî [Kasım] 1918, s. 3, 6.



(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Nişanlılar

Nişanlılar

…ben “aşk” denen heyecanı hiçbir vakit duyamadım.
Hayatımda en büyük emelim “derin bir aşk romanı” yazmaktır.
Fakat hep birinci fasıllarda iflâs ediyordum.
“Ah, işte...” dedim. Camsap, “Ne var?” diye sordu.
“Mevzularım!”
“Ne mevzuları!..”
Bize doğru gelen çifti gösterdim.
Camsap, “Sen bunların kim olduklarını biliyor musun?” diye gülümsedi.

“Onlar daha evlenmediler yahu!” dedi.
“Ne...”
“Evet, daha nişanlıdırlar...”
“On beş seneden beri?”
“Hayır, on seneden beri...”

Erkeğin adı Muhsin Bey’dir! Gayet züğürt bir zavallı! On beş sene evvel bu kızla sevişir, nişanlanırlar. Fakat kızın babası çok zengin! Aynı zamanda, eski ‘züğürde kız vermemek’ itikadını taşıyan bir adam! ‘Ne vakit bir iş bulur, para kazanır, güzel bir ev açarsa nikâhı kıyarım!’ der.

İçimden “Ah, ey aşk! Ey aşk! Sen yalnız şairlerin hayalinde misin?” diyordum.
Zaman, Sayı: 285, 19 Kânun-ı sani [Ocak] 1335/1919, s. 2.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Niçin Zengin Olmamış?

Niçin Zengin Olmamış?

Derler ki: “Tarihsiz millet mesuttur!”
Biraz düşününce anlıyorum ki hayat artık yaşanabilecek gibi değil.
Ben otuz bir yaşında, naz ü naim içinde büyümüş tarihî bir ailenin evlâdı. Bir karımla, bir çocuğumla on beş lira içinde nasıl geçinebilirim?
İnsan zengin olunca okumaktan olduğu gibi, yazmaktan da nefret ediyor. Bununla beraber bir hatıra olsun diye atmayacağım.
Şem’î ile beraber Kâğıthane’de uzun bir “un damarı” keşfettirmiştik. Üç aydır orada çıkarttığımız ince killeri iaşe’ye satıyorduk. İaşe de bile bile ortaklarıa bunu alıyor, içine biraz paspal karıştırarak fırınlara dağıtıyordu.

Büyük Mecmua, Sayı: 3, 20 Mart 1919, s. 45-47.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Nezle

Nezle

Masume Hanım, yoldan yaya geçenleri hiç görmüyordu.
Bugün hıdrellezdi... Bütün halk Çırpıcı Çayırı’na akıyordu.

Zengindi. On sene evvel ölen ihtiyar, inmeli kocasından Edirnekapısı’nda koca bir konak, birçok mal, bir han, iki hamam kalmıştı.

Tam kendisinden yirmi yaş küçüktü. Ama ne ehemmiyeti vardı? Kadıköyü’ndeki zengin akrabalarından Gülsüm Hanım aklına geldi.

“Ulan Himmet, senin nezlen var” dedi.
“Yoh, efendum.”
Acaba at zora gelip bir halt etti de ben duymadım mı?” diye düşünüyor, hanımın kendisini niçin azarladığına bir türlü akıl erdiremiyordu.
Zaman, Sayı: 323, 2 Mart 1335/1919, s. 2.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Pamuk İpliği

Pamuk İpliği

Matmazel Surpik Bagdeseryan: 19 yaşında
Behzat Bey: 26 yaşında
Hamparsum Rupenyan: 29 yaşında
Madam Bagdeseryan: 60 yaşında

Beyoğlu’nun dar, soğuk ve Levanten bir salonu.
Surpik - Demek daha bu kadar gençken izdivacı düşünüyorsunuz, ha?
Behzat - Zannettiğiniz kadar genç değilim ki...
…izdivacı itibarî bir yalan değil, içtimaî bir hakikat addederim.
İzdivaç hakkında sizin fikriniz ne?
Surpik - …beni son derece arzu eden ve ketum olan bir adama hemen muvafakat göstermek.
Behzat - Ne basit! Lâkin sizi arzu edeni ya siz sevmezseniz?
Surpik - Ben mi? Benim kendimin ehemmiyeti yoktur. Yalnız o beni sevsin, arzu etsin.
Behzat - Ve sizi son derece arzu ediyorum. Sizinle izdivaç edecek olursam tamamıyla mesut olacağım.
Surpik - Lâkin bu mümkün mü?
Behzat - Niçin mümkün olmasın?
Surpik - …bir Türkle izdivaç edemem. Bütün hayatımı, bütün istikbalimi şartsız, kayıtsız, bir erkeğin keyfine feda edemem...
…İhtimal birkaç tatlı sene geçireceğiz. Sonra... Mutlaka evvelki ihtiras, evvelki arzu sönecek. Ve beni terk edeceksiniz. “Hayır!” demeyiniz. Bu ezelî bir romandır ki hiçbir kelimesi değişmez.
(Mösyö Hamparsum Rupenyan!)
Behzat - Bu kim?
Surpik - Tuhaf tesadüf! Yakında nişanlanacağımı ümit ettiğim bir adam. Kayserili gayet zengin bir yağ tüccarının yegâne oğlu...
Genç Kalemler, C. 2, Sayı: 4, 13 Mayıs 1327 [26 Mayıs 1911], s. 64-67, 70-72.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Nokta

Nokta

Büyükada o gece bir cennetti!
Ay doğunca her tarafı nur etti.
Meşhur genç şair, mavi baygın gözlerini menekşe rengi maroken defterinden kaldırdı…
…hürriyet kahramanı Enver Paşa bile ‘ha’ların üzerine nokta kordu...
“Hayır” dedim, “hiddeti ‘hı’ ile yazdığınızı görmedim bile...”
…yokuşun başındaki küçücük karakolun her gece çıkardığı noktayı unutuyorsunuz. Hususiyle ay aydınlığında... Bu nöbetçi polis fırıl fırıl etrafına bakarken orada, siz sevgilinizi şapır şupur öpebilir misiniz? Hayır, azizim, hayır... Yanlış, yanlış! Bu olacak şey değil işte...
Diken, Sayı: 6, 9 Kânun-ı sani [Ocak] 1335/1919, s. 6.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Pembe Menekşe

Pembe Menekşe

Bu menekşe üç hafta evvel pek küçüktü.
Sonra onu bütün samimiyet-i kalbimle büyüttüm. O inkişaf etti.
Bu hatıradan sonra şu çiçeğin onun narin dudaklarından bin bûse-i hürmet alarak derin bir garam ve takdir ile sevildiğini görüyordum.
İrtika, Sayı: 250, 30 Kânun-ı sani 1319 / 12 Şubat 1904, s. 104.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Pembe İncili Kaftan

Pembe İncili Kaftan

Büyük kubbeli serin divan bugün daha sakin, daha gölgeliydi.

“Cesur bir adam lâzım, paşalar...” dedi, “biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara gark ederek gönderdiği elçisine padişahımızın elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine müsaade ettik. Şüphesiz o da mukabele etmeye kalkacak.”

Bu elçi, yedi sene sonra takdirin “Yavuz!” namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail Safevî’ye gönderilecekti!

Sadrazamın sağındaki, deminden beri, bir mezar taşı gibi hareketsiz duran, kırmızı tuğlu kavuk, yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü. “Ben tam bu elçiliğe münasip bir adam biliyorum” dedi,

“Muhsin Çelebi.”

Sadrazam o akşam kethüdasını Muhsin Çelebi’nin Üsküdar’daki evine gönderdi.

Muhsin Çelebi çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden gayet tabiî bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu.

Muhsin Çelebi her türlü zilleti hazmederek ikbal tepelerine iki büklüm tırmanan maskara harislerden, izzet-i nefissiz kölelerden, zâhifeler gibi yerlerde sürünen mülevves esirlerden nefret ederdi. Hatta bunları görmemek için merdümgiriz olmuştu. Yalnız muharebe zamanları Gureba Bölüklerine kumandanlık için meydana çıkardı.

“Seni Tebriz’e elçi göndereceğiz.”

…Devletini seversen sen bu fedakârlığı kabul edeceksin!”
Muhsin Çelebi hiç düşünmedi. “Ettim efendim, fakat bir şartla...” dedi.
“Ne gibi?”

Ben maaş, mansıp, ücret falan istemem. Fahrî olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!

… Şah İsmail’in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.”
“Ne giyeceksin?”
“Sırmakeş Toroğlu’ndaki dibası Hint’ten, harcı Venedik’ten gelme ‘Pembe İncili Kaftan’ı alacağım...”

Muhsin Çelebi bu meşhur kaftanı nasıl alacağını anlattı.
“Çiftliğimle mandıramı, evimi rehine vereceğim; tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım. İki bin altın atlarla hademelere sarf edeceğim. Geriye kalan sekiz bin altına da bu kaftanı alacağım.”

Devletten hep alınmaz ya... Biraz da verilir!

Şah İsmail “pembe inci”yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti.
…elçiye karşı nefsinde derin bir garez duydu. Onu hakareti altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden evvel tahtının arkasına cellâtlarını hazırlattırdı.

…sırtından Pembe İncili Kaftan’ı çıkardı.
Sonra bu kıymettar kaftanın üzerine bağdaş kurdu.

Muhsin Çelebi,
Koynundan çıkardığı name-i hümayunu öptü. Başına koydu. Sonra (…) şaha uzattı.

“Namesini verdiğim büyük padişahım Oğuz Kara Han neslindendir” diye haykırdı, “dünya yaratıldığından beri onun ecdadından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ecdadı hilkatten itibaren hükümdar olan bir padişahın elçisi hiçbir ecnebi padişah karşısında divan durmaz. Çünkü kendi padişahı kadar dünyada asil bir padişah yoktur. Çünkü...”

Muhsin Çelebi sözünü bitirince müsaade falan istemedi, kalktı, kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail donmuş, taş kesilmişti.

“Buyurun. Kaftanınızı unutuyorsunuz.”
Muhsin Çelebi durdu, güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek şahın işiteceği yüksek bir sesle “Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok... Hem bir Türk yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz... Bunu bilmiyor musunuz?” dedi.

Geçtiği yollardan gece gündüz dörtnala döndü. Üsküdar’a girdiği zaman, Muhsin Çelebi’nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hademelerine dedi ki: “Evlâtlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları, üstünüzdeki esvapları, belinizdeki murassa hançerleri size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helâl ediyor musunuz?”

Sadrazamın konağına gitti. Nameyi şaha verdiğini, hiçbir hakarete uğramadığını, şahın müsaadesine tenezzül etmeden habersizce kalkıp İstanbul’a döndüğünü söyledi.

Muhsin Çelebi yaptığıyla iftihar edecek kadar küçük ruhlu değildi.

Meraklı İstanbul’da hiç kimse meşhur pembe incili kaftanın “nasıl, nerede, niçin” bırakıldığını öğrenemedi.

Muhsin Çelebi bu kaftan için girdiği borçları verip çiftliğini, mandırasını, iratlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atıyla murassa takımını satıp Kuzguncuk’ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar pazarında sebzevatçılık etti. Pek fakir, pek acı, pek mahrum bir hayat geçirdi. Ama “yine” ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlığa dair gevezelikler yaparak boşu boşuna pohpohlandı!
(Yeni Mecmua, C. I, Sayı: 17, 1 Teşrîn-i sânî [Kasım] 1917)



(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Piç

Piç

Ah Mısır... Bazı Türkler oraya eğlenmeğe, hava tebdiline giderler!
Türklerin çekilmesiyle beraber hain ve zehirli bir çekirge bulutu gibi oraya üşüşen Avrupalılar bu zavallı İslâm memleketinin bütün hayat damarlarını ellerine geçirmişler…

“Beni tanımadınız mı?”
Bu benim mektep arkadaşımdı.

Akidesini esvap gibi değiştirebilen, vicdanını adî bir eşya gibi satan insanlar bu dünyada az değildir. Lâkin İstanbul’da doğan, anası Türk, babası Türk olan, Türkçe konuşan bir aileden çıkan, damarlarında Türk kanı akan bir Ahmet milliyetini değiştiremez.
“Hayır, kendimi aldatmıyorum. Halis bir Fransızım.”
Hatırlayınız. Siz, Türkler, bana ‘Frenk Nihat’ derdiniz ve hakkınız da vardı.
Hep Fransızca konuşur, tatil zamanlarımı Beyoğlu’nda geçirirdim. Türk ve Türklüğe benzer her şeyden tiksinir, iğrenirdim.
Hâsılı uzatmayayım, dinimi de değiştirdim. İsmim bugün Pierre Dubois...
“Anladım, lâkin zaten Türk değilmişsiniz ki... Piçmişsiniz!” diyerek ayağa kalktım.
Türk Yurdu, C. 4, Sayı: 10, Ağustos 1329 [1913], s. 741-753.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Pervanelerin Ölümü

Pervanelerin Ölümü

Dışarıda, bütün nîlî-i şeffaf serâiriyle mahmul ve nûşin yaz gecesi...
Lâmbanın etrafında üç dört pervane dolaşıyor,
Şüphesiz bir hiç olan, sukut-ı hadisatın şüphesiz en ehemmiyetsizi olan şu zavallıların ölümü ruhumda ciddî, mübhem ve mukavemet-sûz bir matem-i siyah uyandırıyor.
Bahçe, Sayı: 46, 7 Temmuz 1325 [20 Temmuz 1909], s. 307-309.
Yirminci Asırda Zekâ, Sayı: 9, 25 Haziran 1328 [8 Temmuz 1912], s. 142-143.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Perili Köşk

Perili Köşk

Sermet Bey döndü, arkasındaki bekçiye, “İşte bir boş köşk daha!” dedi.
Bekçi başını salladı:
“Geç efendim, geç!.. Orası size gelmez.”
Asabî bir istical ile “Niçin oturamayız?” diye sordu.
“Efendim, bu köşkte peri vardır.”
Hacı Niyazi Efendi (…) Köşkünün perili olduğunu hiç saklamazdı.
Sermet Bey bir hafta sonra kalabalık ailesiyle köşke taşındı.
Aradan on beş gün geçmedi. Bir gece aşağı kattan bir çığlık koptu.
Hizmetçi (…) çamların arasında beyaz bir şeyin gezindiğini haber verdi. Sermet Bey, “Gözünüze öyle görünmüştür!” dedi.
O gece evin içinde Sermet Bey’den başka kimse uyuyamadı.
Fakat bir gece hepsi uyurken müthiş bir sarsıntı köşkü yerinden oynattı. Balkonlara koştular. Bir şey göremediler. Sabahleyin yemek odasının dibinde kocaman bir taş buldular. Sermet Bey’e annesi, “Bizi bu köşkten çıkarmazsan sana hakkımı helâl etmem!” demeğe başladı.
Sermet Bey, her defasında hayalin üzerine gidiyordu, bir türlü elini süremiyordu.
Nihayet çıkmağa karar verdiler. Fakat başka bir ev bulamıyorlardı.
Sermet Bey, bir gün çamlığın içine saklanıp birdenbire perinin karşısına çıkmayı, yahut arkasından yavaşça gidip elini sürüvermeyi düşündü.
Yavaşça elini uzattı. Beyaz cisme dokundu. Hayal birdenbire fena hâlde ürktü. Ama kaybolmadı. Döndü Sermet Bey’i görünce alabildiğine kaçmağa başladı. Peşini bırakmadı. Kovaladı. Hayal mukabele imkânı olmadığını anlayınca çırpınmaktan vazgeçti. Köşke doğru sürükledi. Bağırdı: “Lâmba getirin, suratını görelim.”
Hayal bir türlü beyaz çarşafı başından bırakmak istemiyordu. Sermet Bey zorla çekti. Sakalı bıyığına karışmış Hacı Niyazi Efendi’yi görünce şaşırdılar.
Komşuları Hacı Niyazi Efendi’ye, “Galiba senin evin ecinnileri, başka eve göç ettiler. Yeni kiracın hiç çıkacağa benzemiyor!” dedikçe evvelâ sararıyor, sonra kızarıyor, şu cevabı homurdanıyordu.
“Ne abdest, ne oruç, ne namaz, ne niyaz... Karılı erkekli, çoluklu çocuklu hepsi akşamdan sabaha kadar sarhoş! Ayol onlara ecinni değil, şeytan bile görünemez!”
Zaman, Sayı: 358, 22 Nisan 1335 [1919], s. 2.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Post Kavgası Kaldırılacak!

Post Kavgası Kaldırılacak!

Bu havadisi veren İtilâfçı dostumun yüzüne alık alık bakakaldım: “Nasıl olur? Mümkün mü?”

Siz cahil İttihatçılar… En birinci emeliniz adam yetiştirmemekti.
…Az zaman içinde hepimiz nazır olacağız. Kimsenin hırs-ı cahı falan kalmayacak. Post kavgası denen ‘ruhî halet’ iflâs edecek.
Diken, Sayı: 9, 20 Şubat 1919, s. 2.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Pireler

Pireler

Aşk filân değil... Hani şu “tesadüf” dediğimiz tarihi yapan, saadetleri ibda eden, yuvaları kuran meçhul el yok mu? İşte o beni Rose Mayer’le birleştirmişti.

Küçücük köpeğim Koton hastalandı.
Bir Avrupalı baytara gösterelim
Punto’da ihtiyar bir İtalyan baytar varmış.
“Bunun üzerine bir avuç pire koy. İyi olacak” dedi.
Koton canlanmış, ayağa kalkmıştı.
“Aman pireleri üzerinden uçmasın” dedim.

Dört ayaklı hayvanlar çok tembeldirler. Allah bunların üzerine pireleri koydu. Niçin? Uyandıkları zaman rahatsız olup tekrar uyumamaları için...

İfham (Haftalık edebî ilâve), Sayı: 3, 1 Eylül 1919, s. 42-45.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Primo Türk Çocuğu II

Primo Türk Çocuğu II

1 Nasıl Doğdu?
Mühendis Kenan Bey on sene evvel İzmir’de bir İtalyan kızıyla evlenmiş. Avrupa’da tahsil görmüş ve o vakte kadar Türk olduğunu düşünmemiş. Bu kadından da çocuğu var. İtalya muharebesi başlıyor. Bu haksız tecavüz son derece gücüne gidiyor. Karısının İtalya’ya gitmek teklifini ret, hatta ona Türk olup kalmasını teklif ediyor. Kadın “Ben vahşî Türklüğü asla kabul etmem...” diyor. Fakat ayrılıp İtalya’ya giderken çocuğunu da götürmek istiyor. Hâlbuki çocuk Selanik’te yapılan nümayişlerden müteessir olmuş ve Türklüğün büyüklüğünü, mukaddesliğini anlamıştır. Türkçe bilmediği hâlde, “Ben Turko çocuk, ben Turko çocuk...” diye İtalyanlığı reddediyor ve yeni doğan Turan mefkûresinin canlı bir delili gibi babasının ve annesinin karşısında yükseliyor...”

2 Nasıl Öldü?
Annesi Türk ve İslâm olmayı istemeyerek babasından boşandı. İtalya’ya gitti. Primo evde yalnız kalmıştı.
Türk ocağına girmişti. Bir ay içinde Türkçeyi öğrendi. Bu ne güzel bir lisandı...
Bir gün babası “Primo, sana bir Türk ismi koyalım!” demişti.
“Oh Oğuz, Oğuz... Oğuz koyalım” diye ellerini çırptı…

“Biz Türk müyüz?”
“Şüphesiz, yavrum...”
“O hâlde evdeki uşak, aşçı, hizmetçi neye Rum?”
Eskiden bu milletleri ayrı ayrı, oldukça iyi idare etmişler. Sonra Tanzimat işi bozmuş. Ah bu Tanzimat... Bu, işte asıl felâketimizin başlangıcıdır.
Türklüğümüzü bütün unuttuğumuz tarih... Bu Tanzimat Avrupavari kanunların bizim memleketimize tatbike başlanmasıdır. Bu yabancı ve muzır kanunlar eski esirlerimiz olan reayaların çok işine yaramış. Çünkü bu kanunlar Avrupa medeniyetinden, yani Hıristiyanlık ruhundan doğuyordu.
Arnavutlar… Yunan hükümetinin istiklâline onlar sebep olmuşlar. Rumların bir hükümet tesis etmelerine kanlarıyla çalışarak Türklerle çarpıştılar.

(Arkadaşı Mustafa) “Ben yüzbaşı beyin evinde kaldım. Ama zaten muharebe bitti.”
Primo “Ne?” diye haykırdı, “muharabe bitti mi?”
“Evet bitti.”
“Nasıl bitti?”
“Bu akşam yüzbaşı bey geldi. Evdekilere korkmamalarını söyledi. Bizim paşa ile Yunan’ın paşası konuşmuşlar.”
“Eey sonra?”
“Sonra Selanik’i teslim edecekler.”
“Muharebesiz mi?”
“Muharebesiz...”
Primo “Vay alçaklar, vay!” diye haykırdı.

Birden her şey değişmişti. Sokakları şapkalılar kapladı. Yahudilerin hepsi hemen Rumlaştı. Bütün dükkânlar maviye beyaza boyandı.

Akşam babası “Yavrum, artık burada oturamayacağız” dedi, “ilk vapurla İstanbul’a gideceğiz. Yarın yahut öbür gün...”
Aman ya Rabbi! Vatanı bırakmak bu kadar kolaydı ha!.. Âdeta gezmeye gider gibi vapura binecekler, beş yüz senedir oturdukları Selanik’i bırakacaklardı.

Dışarı çıktı. Gezinmeğe başladı. Her şey, her yer değişmişti. Ah, değişmeyen yalnız bizim zabitlerdi. Askerlerini, toplarını, tüfeklerini, vatanlarını, ırzlarını, mallarını düşmana verdikten sonra kurtardıkları pis ve kıymetsiz canlarını eğlendiriyorlar, yine eskisi gibi parlak kılıçlarını yerlere sürterek muzaffer düşman askerlerinin arasında, erkeklerin önünden geçen bir kız tavrıyla utanmadan geziniyorlar…

“…Yunan ordusunun kumandanı Prens Konstantin onlara, ‘Anadolu’ya, İstanbul’a gidebilirsiniz’ demiş.
“Eey, niçin gitmiyorlar?..”
“Niçin gitmeyecekler... Bulgarlar Çatalca’ya dayanmışlar; İstanbul ’a, yahut İzmir’e giderlerse tekrar muharebeye gönderilmek ihtimalleri var. Onun için vakit geçirmeyi tercih ediyorlar.”
Primo kıpkırmızı oldu. Dünyada bu kadar adîlik ve korkaklık olabilir miydi?
“Vay alçaklar, vay...” diye haykırdı.

Selanik’ten gitmeye karar vermişti.

Revolveri kılıfa taktı, tüfek hâline koydu.
Evet, yarın erken kalkmak lâzım geliyordu.
Revolverini de koynuna aldı. Yorganı üzerine çekti.
Türk Sözü, Sayı: 5, 8 Mayıs 1330/21 Mayıs 1914, s. 39-40;
Sayı: 6, 15 Mayıs 1330/28 Mayıs 1914, s. 48;
Sayı: 7, 22 Mayıs 1330/4 Haziran 1914, s. 56;
Sayı: 8, 29 Mayıs 1330/11 Haziran 1914, s. 64;
Sayı: 9, 5 Haziran 1330/18 Haziran 1914, s. 71-72; [alt başlık:
“Ölmedi”)
Sayı: 10, 12 Haziran 1330/25 Haziran 1914, s. 79-80; [alt başlık:
“Ölmedi”)
Sayı: 11, 19 Haziran 1330/2 Temmuz 1914, s. 87-88; [alt başlık:
“Ölmedi”)
Sayı: 13, 3 Temmuz 1330/16 Temmuz 1914, s. 102-104;
Sayı: 14, 10 Temmuz 1330/23 Temmuz 1914, s. 110-112;
Sayı: 15, 18 Temmuz 1330/31 Temmuz 1914, s. 119-120;
Sayı: 16, 24 Temmuz 1330/6 Ağustos 1914, s. 126-128.




(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Primo Türk Çocuğu

Primo Türk Çocuğu

Bu serin ve karanlık eylül gecesinin yıldızsız seması altında meyus ve mustarip Selanik, sanki gündüzki nümayişlerden, heyecanlardan, gürültülerden yorulmuş gibi, baygın ve sakin uyuyordu.
Rıhtım tenha idi...
…mühendis Kenan Bey
Türklükten nefretiyle, Türklüğe yani medeniyetsizliğe karşı olan garazıyla, Avrupa muaşeret kaidelerindeki vukuf ve maharetiyle, nazikliğiyle, şen ve şuhluğu ile meşhurdu. Tahsilini Paris’te bitirmişti.
…dolgun bir maaşla İzmir’e gitmiş, orada âşık olduğu güzel bir İtalyan kızıyla izdivaç etmişti...
O hiç harbi sevmezdi.
…bir masondu! Yakında “grandmetr” bile olacaktı!

Fransa’yı hatırladı. Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet yüz senedir Afrika’yı kana boyuyor,
İtalya’ya da müstemlekesi dar gelmişti... Şimdi beklenilmeyen, ümit ve tahayyül olunmayan bir dakikada Trablus’a saldırıyor,
Silahsız Afrika’yı tamamıyla zapt eden bu yırtıcı, insafsız, müthiş Avrupalılar Asya’yı da paylaşıyorlar, bu tecavüzlerine soğukkanla, “Şark meselesi!” diyorlardı. Milyonlarca adamı insan yerine saymıyorlar, onlara hayvanlardan daha aşağı muamele ediyorlardı. Kendi memleketlerinde yalancıktan gülünç insaniyetler gösteren, şefkat pazarları, şefkat müesseseleri tesis hatta hayvanları himaye cemiyetleri teşkil eden bu dolandırıcı, alçak Avrupalılar…

Navarin’de donanmamızı yakarak Yunanistan’ı icat etmişlerdi.

“Yalnız insaniyet, başka bir şey yok!” diyen franmasonluk şimdi nerede idi?..

Bütün hayatında ne kadar yanlış ve çürük fikirlerle aldandığını, kavmiyetsizliğin, milliyetsizliğin, “beynelmileliyetçilik ve masonluk” hülyasının biraz düşünebilen bir adamı hüngür hüngür ağlatacak derecede gülünç bir budalalık olduğunu anlıyor, istemeyerek, içinden “Ben neyim?..” diye kendi kendine soruyor, fakat “Türk’üm!..” demeye cesaret edemiyor, şimdiye kadar ruhu zapt olunmuş kıymetsiz bir cesetten başka bir şey olmadığını idrak ile hiddetinden ve utanmasından ağlamak istiyordu.

Yürüdü ve şuursuz bir hareketle Splandit Palas’ın önüne geldi.
“Oda var mı?” diye sordu.

Avrupa’dan geldiği seneyi, gençlik ve bekârlık günlerini hatırlıyor,
Grazia’yı ilk defa İzmir’de bir baloda görmüş ve hayret etmişti.
Evvelâ babasına kendisini takdim ettirdi. Bu mösyö, Vitalis isminde bir İtalyan mühendisti.

Mösyö Vitalis kızına tarihten, ensâbiyat ilminden bahis açtı; Bizans İmparatorluğu’nu zapt eden Türkler ancak bir avuçtu... Bugün görülen Rumeli ve Anadolu ahalisi hep Rum’du. Fakat zorla dinleri tebdil edilmişti. Evet Kenan da bir Rum çocuğu idi. Türkiye, Avrupalılar tarafından taksim edildikten sonra hiç şüphesiz Rumeli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan on yedi milyon Rum eski dinlerine dönecek, Hıristiyan olacaklardı... Mösyö Vitalis böyle anlatıyor,

Baba kız hayalleriyle Kenan’ı Rum olarak kabul ettikten sonra izdivacı o kadar imkânsız görmediler.

Sonra Şark meselesi halledilince, yani Türkiye Avrupalılar tarafından parça parça taksim edilince en büyük mevkileri böyle Kenan gibi mütefennin, Avrupa’da tahsil görmüş, yerlilerin ruhuna vâkıf, muktedir adamlar işgal edecekti.
Grazia ile birleşmişti. İki sene içinde birbiri üstüne iki erkek çocuğu olmuştu. Gayet mesuttu. İtalyan âdetini takip ederek çocuklarını numara ile çağırıyorlar: “Primo! Sekundo!” diyorlardı.

Otelin kapısından çıkınca gözleri kamaştı.
Meyus bir çehreye rast gelmiyordu. Aksine şapkalıları daha şen, daha mesut görüyordu.

Küçük, zarif yalısı ölmüş gibi sessizdi.

Geçme nâmert köprüsünden, koy aparsın su seni!
Korkma düşmandan, ki âteş olsa yandırmaz seni!
Müstakim ol, Hazret-i Allah utandırmaz seni!

Seviyorum zannettiği bu siyah gözlü lâtif kadın, hakikatte, aslıyla, esaslarıyla, kavmiyetiyle kendisine ne kadar yabancı, ne kadar uzaktı. Ve hatta bir düşmandı…

“Ne vakit hareket edeceğiz, Kenan? Yarın mı?..”
“Ben buradan bir yere gitmem!” dedi. Grazia inanamadı.

(Primo rıhtımda Orhan adlı çocukla konuşup olan bitenler hakkında malumat edinmiş
Karısıyla tartışan Kenan Bey artık birlikte yaşayamayacaklarını anlar. Karısı Primo’yu da yanına almak ister fakat Primo Türk olduğunu haykırarak annesinden uzak durur.)
Genç Kalemler, C. 3, Sayı: 13, 5 Kânun-ı evvel 1327 [18 Aralık 1911], s. 3-11, 14-27.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Sahir’e Karşı

Sahir’e Karşı

Bazen muvaffak olamamış bir sanatkâr hicran ve ıstırabıyla mantıksız ve serseri bir tuğyan-ı hevesat içinde geçen mazimi düşünürüm.
…O birkaç lisana çalışmış, riyaziyeden başlayarak edebiyata, tıbba, ilm-i kelâma, hikmete, kimyaya, felsefeye, fizyolojiye hatta hukuka kadar ne kadar ulûm ve fünun-ı müstakile ve gayr-i müstakile varsa hepsine birer defa girmiş
“Her şeyi öğrenmek isteyen hiçbir şey öğrenemez”
Bazen refikalarına, dışarıda olan pederine, zâbit olan biraderine yazdığı mektupları bana okur, benden bir kelime-i tahsin beklerdi.
“Tramvaya binelim” dedi,
“Bunu tanıyor musun?” dedi.
Karşımızdaki delikanlıyı gösteriyordu.
“Yok,” dedim.
“Sahir işte o.”


İzmir, Sayı: 7 (405), 12 Şubat 1320 [25 Şubat 1905], s. 5-6.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Rüşvet

Rüşvet

Çarşı meydanının büyük çınar ağaçları, yere düşen gölgelerini alacalandırarak, fısıldıyorlardı.
Namık Efendi! Belâya düştüm. Bir dava için geliyorum
Sen haksızsın, Ali Hoca!
Avukat ümitsizdi. Bu işi hatır için alıyordu.
…davayı kazandık!
…sen bana ‘Rüşvet düşmanıdır, kim hediye verirse haksız çıkar’ dememiş miydin?”
“Evet.”
“Ben de koçu gönderirken kendi ismimi vermedim.”
“Ya ne yaptın?”
“Hasmım Muhtar Huysuzoğlu’nun ismini verdim.”
Zaman, Sayı: 267, 1 Kânun-ı sani [Ocak] 1335/1919, s. 2.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Sultanlığın Sonu’ndan


Sultanlığın Sonu’ndan

Büyük zelzele İstanbul’u alt üst etmişti!
Şimdi yerinde yeller esen, şimdi yerinde havuzlu viran bir arsa, bir baldıran tarlası kalan bu ev, kaymakam Mahmut Bey isminde çoktan ölmüş bir adamındı.
Ölünce bütün mahalle ağladı. Kazandığı hürmet konakla beraber kızına miras kaldı.
Zelzele evleri yıkınca Fatma Hanım konağının büyük bahçesini bütün mahalleliye açtı.
Sabri bir hafta içinde bahçeyi düğün yerine çevirdi. Anneciğinin ölümünü unutmuştu. Hatırlatanlara, “Dünyaya kim kazık dikecek? Bugün varsak yarın yokuz!” derdi. Son zamanlara kadar hiç münasebette bulunmadığı mahallenin akşamcıları, şimdi aziz arkadaşlarıydı.
Fatma Hanım, “Zavallının felâketi büyük! Dâr-ı dünyada kimsesi kalmadı, ne yapacağını bilmiyor!” der. Sabri’nin coşkunluğunu hoş görürdü.
Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfeddin – Hayatı, Eserleri, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1947, s. 107-110.

(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Sivrisinek

Sivrisinek

Bilsen Efruzcuğum, kırk gündür burada ne rahat yaşıyordum.
İstersen bana darıl, Efruz. Seni şüphede bırakmamak için serbestçe söyleyeceğim: “Sende liyakat yoktur!”

Liyakatin zıddı “acz”dir. Kimde acz varsa o şarlatandır, mütecavizdir. O asidir, nümayişçidir, fertçidir. Bir kelime ile söyleyeyim, “gayr-i memnun”dur.
Geçen akşam “Rüzgârla Sivrisinek”i anlattılar. Şimdi ben de sana bu hikâyeyi yazayım…
Yeni Mecmua, C. 1, Sayı: 1, 12 Temmuz 1917, s. 18-20.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Sebat

Sebat

Dün burada birisine, mektep arkadaşıma tesadüf ettim ki beş senedir kendisini görmemiştim.
“Ne yapıyorsun?”
“Ressamım…
“Oh, gıpta ettim, fakat nâ-tamam levhalarının ikmali için biraz da sebata malik olsan...”
Sigarasını şiddetle içerek “Rica ederim” dedi, “bu sebat dediğin şeyi benim için temenni etme... Ondan nefret ederim. Kendimde meşgul olduğum bir şeye karşı azıcık sebat hissedecek olursam bütün muvaffakiyetsizliklerin, kederlerin, teessüflerin bende toplanacağına katiyen eminim…
İzmir, Sayı: 9 (407), 26 Şubat 1320/9 Mart 1905, s. 5-7.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Şîmeler


Şîmeler


Herkesin, “gayet büyük bir adam” dediği bu zat sahiden pek büyüktü.
Bu “gayet büyük adam”ın en ziyade kızdığı şey millî ve dinî mefkûrelerdi.
Kırk sekiz yaşında idi. Memeden kesilir kesilmez düşünmeye ve yazmaya başladığı gayr-i matbu altı yüz bin sahifelik eserinde medeniyetin ferdiyete doğru yürümek olduğunu ispat etmişti. Milliyetler ölmeğe mahkûmdu. Cemaatler dağılınca millî vicdanlar da yaşamayacak, herkes umumî bir idare ile değil, şahsî arzularla hareket edecek ve o vakit ortada yalnız “insanlık” kalacaktı.
Osmanlı Türkleri gelmezden evvel Anadolu’nun baştan aşağıya kadar Türk milleti ile dolu olduğunu bilmezdi. Selçukîleri Acem zannediyordu.
…Balat’ta verdiği bir konferansta “Bizzat ben bir Siyonist’im...” diye haykırmıştı.
Vatan, ne Türkiye’dir, bizlere, ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Sâmân...”

Yirminci Asırda Zekâ, C. 2, Sayı: 27, 3 Nisan 1330, [16 Nisan 1914], s. 558-563.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Şefkate İman

Şefkate İman

Açtı.
Mülkiye’den, Hukuk’tan birinci çıkmıştı.
Evlenmişti. Ayrılmıştı. Hırsızlık, namussuzluk ettiği aklına gelmiyordu.
Vakıa biraz kumar oynamıştı.

Ölümün tesellisine böyle sevine sevine koşarken karşısına birkaç gölge çıktı. Ona “Dur!” diye bağırdılar. Gayr-i ihtiyarî durdu.
Bunlar hırsızlardı.
“Öyleyse bizimle beraber gel!”
“Sen burada dur!” dediler.
“Yukarıdan kimse gelirse öksürerek bu sokaktan geç. Kimse gelmezse bizi bekle! On dakika sürmez biz döneriz.”
Hırsızlara “erketecilik” ettiğini anladı.
Sanki vücudu gibi soğuktan donmuş, buz kesilmişti. Gözlerini kapadı.
Ona bir kâğıt uzattılar.
“Bu ne?” diye sordu.
“Al ulan, senin hakkın!”

Vakit, Sayı: 801, 30 Kânun-ı sani (Ocak) 1336/1920, s. 3.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür!


Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür!

Genç Müverrih S... Bey’e Mektup
Son makale-i tarihiyenizi büyük bir dikkatle okudum.
Yedi sene evvel kavî, gürbüz kadınlara âşık, düşüncesiz bir genç idim.
“İzdivaç aşkın mezarıdır” derler. İşte vahşîyane bir yalan!
Bu esnada İtalya’daki halazadem Ahmet Bidar İstanbul’a gelmişti.
Eve getireceğimi, kendisine takdim edeceğimi Efser’e söyledim.
Bidar’la Efser’in arasında fikrî bir tevafukun hâsıl ettiği ihtiram ve meftuniyet nazar-ı dikkatimi celp ediyordu.
Artık Bidar benim mahremim olmuştu. O da Efser’in hüsn-i müstesnasını, dünyanın en güzel kadını olduğunu tasdik ediyor, ekser-i saatlerimiz ona dair musahabat ile geçiyordu.
Haklısın Bidar. Fakat sen onun hüsnünden yüzde birini görmedin. Yalnız benden işittin. Ama ben sana göstereceğim.
“Fakat, nasıl?”
“Nasıl mı? Sana Efser’i çırçıplak göstereceğim...”
Gerinirken galiba merak etti, endam-ı bediini kendisi de görmek istedi. Sol köşedeki dolabın büyük aynasına başını çevirerek baktı. Tam bu esnada Bidar kapıdan çıkıyordu. Birden haykırdı. Sapsarı oldum.
Kalbim şiddetle atmağa başladı. Gördü zannettim: “Ne var?”
“Bir şey yok, ayağım acıdı.”
Efser’in sesini işitiyordum, gülüyor ve birisiyle konuşuyordu.
Efser, çıplak denecek derecede dekolte, yatağın kenarına oturmuştu. Beni görünce ayağa kalktı. Yatağa baktım. Nîm üryan Bidar yatıyordu. Bu sanki bir rüya idi.
“Alçak, seni elimle boğacağım...” diye yatağa, Bidar’a doğru yürüdüm. Efser önüme dikildi, “Dur” dedi, “alçak sensin!”
Hizmetçi kıza seslendim, geldi. Hanımın nerede olduğunu sordum. Bidar Bey’le beraber sabahleyin erkenden çıktıklarını söyledi.
Elinde küçük bir zarf vardı. “Hanımefendi giderken bunu bıraktı.
Okudum. Efser, annesinin evine gittiğini ve bugün Bidar’ın da İtalya’ya hareket edeceğini, eğer namuslu bir adam olursam, hareketinin esbabını bana izah edebileceğini ve nazarında iade-i namus etmekliğim ancak kendisini tatlîk etmekliğe vabeste olduğunu, aksi takdirde bana cevap ve izahat vermeğe tenezzül etmeyeceğini yazıyordu.
Bir sabah boş kâğıdını gönderdim. Üç gün sonra ondan uzun bir mektup aldım.
Beyefendi,
Bugün artık tamamıyla yekdiğerimize yabancı bulunuyoruz. Talâk ile beraber bütün mukadderat-ı müşterekemiz, vezaif-i mütekabilemiz iflâs etti.
Biliyorsunuz ki Bidar bize geldiği zaman bir kız kadar mahcup, bir melek kadar âli, bir köylü kadar saf ve mertti.
Hâlbuki siz, iflas-ı ahlâkîye uğramış, bozulmuş, behimiyetten başka her şeyi kaybetmiş, berbat ve gayr-i kabil-i tahammül bir adamdınız.
Sizde din, his, ahlâk, fazilet, kabiliyet-i teessür, hissiyat-ı maneviye yoktu... Bu, bir domuz ruhuydu.
Gulüvv-i meyliniz sırf şehvetten ve bana münhasıran malik olmak gururundan mütehassıl vahşî bir zevkten ibaret idi.
…sizden intikam almağa karar verdim.
…bana bir aktör, bir şerik-i intikam lâzımdı. Bu da ancak Bidar olabilirdi.
(Bidar’a) Size bir şey okuyacağım
“…Bu hükümdar zevcesine o kadar meftun idi ki onu dünyanın en güzel kadını zannediyordu... Bana öyle geliyor ki zevcemin hüsnü hakkında benim söylediklerime inanmıyorsun. Gözler kulaklardan daha seriü’l-itimattır. Ne yapıp yapıp onu çıplak görmeğe çalış…”

Aramızda gayet masumane bir muaşaka başladı. Bu bir aşk-ı hakikî idi.
Yukarıda yazdığım gibi, intikam planımı Heredot’un kitabından iktibas ettim. Yalnız, Bidar, Gyges gibi, sizi öldürmeyecekti.
Şunu da biliniz ki bugüne kadar Bidar bana elini sürmedi.
Maa-hazâ o gece benim yatağımda gördüğünüz adam yarın meşru zevcim olacaktır.
Efser Bidar
Bu mektubu okuduktan sonra, hayret ve hiddetten büsbütün sersemleştim.
Evet, bu mektuptan bir ay sonra Bidar’la izdivaç ettiler.

Düşünüyorum, Sayı: 20, 3 Kânun-ı sani 1326 [16 Ocak 1911], s. 245-262.
(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Tam Bir Görüş

Tam Bir Görüş

Geçen sene bir gün arkadaşım Sermet’le Şişli’ye doğru gidiyorduk. Birdenbire karşımıza Efruz Bey çıktı.

Yolda gelip geçenlerin farkına varmıyor, ha bire Efruz Bey’in sosyoloji konferansını dinliyorduk.

Efruz Bey köylülerle şehirlilerin ahlâklarından bahsediyor, iki halkı birbiriyle karşılaştırarak dehşetli bir netice çıkarıyordu: Ahlâksızlık, mürüvvetsizlik, rezalet, habaset, alçaklık, denaet, hâsılı dünyada ne kadar fenalık varsa şehirlilerden çıkıyor, köylüler ezelî bir saffet içinde yaşıyorlardı.

Kahve, hayvanları kaçmış bir ahıra benziyordu.
…peykelerde esvapları birbirine uymayan beş on kişi oturuyordu. Hiç birisi yüzümüze bakmadı. Kahve istedik.

“Kalkalım!” dedim. Efruz Bey kahveciye doğru yürüdü. Borcumuzu sordu. Yaşı belirsiz, köse, sıska, çirkin kahveci yerinden bile oynamadan “Seksen kuruş!” dedi.

“Ağalar! Yazık, hepiniz bozulmuşsunuz!” dedi, “Köylüler misafirperver, doğru olurlar. Buraya geldik. Hiçbiriniz selâmımızı almadınız. On paraya sattığınız kahveyi bize on kuruşa, on kuruşa sattığınız yoğurdu bize yarım liraya verdiniz. Evet, siz saf, samimî, doğru, mert Türk köylüleri değilsiniz.”

İfham, Sayı: 1, 23 Temmuz 1919, s. 2-3.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Teke Tek...


Teke Tek...

Bosna beyiyle Semendire beyinin askerleri işte kaç haftadır Yayçe’yi sarmışlar, kumandanlarının gelmesini bekliyorlardı.

İki ok atımı ötede kurulu beyaz çadırların önünde, yere serili siyah kebelere oturmuş genç voyvodalar ihtiyar bir zabitin anlattıklarını dinliyorlardı.
…ihtiyar zabit “Benim büyük babam burada şehit oldu” dedi.

Cem muharebe için yaratılmıştı.
Kaleye yaklaşınca, Cem atını oynatarak ‘İçinizden kendine güvenen varsa işte meydan... “Teke tek” dövüşelim’ diye haykırdı. Kaleden ‘var, var’ diye bağırdılar. Biraz sonra kalenin kapısı açıldı. Bir atlı çıktı. Bu muhafızların kumandanı ‘Blas Cheri’ idi.
Bu adam gayet iri, gayet kuvvetli bir muharipti. Ama Cem ondan daha iri, daha genç, daha çevikti.
Cem’in mızrağı kırıldı.
O anda sol bacağı mahmuzuyla, çizmesiyle beraber yere düştü.
Yeni Mecmua, Sayı: 23, 13 Kânun-ı evvel [Aralık] 1917, s. 456-458.
(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Tavuklar


Tavuklar

…yem vakitleriydi.
“Tavukların çok akıllı...” dedim.
Fakat efendi, çok akıllı olduklarını nereden anladınız?
“Karınları acıkmış. Bak, kapının önünde nasıl bekliyorlar. Birisi çıkınca yemlerini verecek zannediyor ve doğru kümeslerine koşuyorlar...”
…biz onlara hiç yem vermeyiz...
“Öyle ise orası ne?”
“Abdesthane...”
Piyano, Sayı: l6, 29 Teşrîn-i sânî 1326 [11 Aralık 1910], s. 187-188.
(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Terakki


Terakki

Yaz... Ramazan! Hava öyle sıcak ki...
Niyazi’yle Neşet,
“Dünya değişti. Eski günler geçti. Merhamet, mürüvvet, insaniyet kalmadı. Herkes keyfinde, eğlencesinde. Kimse kimseyi düşünmez oldu. Bu ne hâldir?”
Yeni Mecmua, C. 2, Sayı: 37, 28 Mart 1918, s. 215-216.
(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Tenezzüh


Tenezzüh

Juli Hala çayını bitirdikten sonra penceresinin yanındaki koltuğa yaslanarak dışarıda yağan karların raks-ı hafif ve nâ-mütenahisine daldı.
Böyle fırtınalı, karlı günlerde hem-sinni olanlar odalarından çıkamazlardı.
En kalın elbiselerini giydi, başını sardı. Odasından çıktı.
O anda eski âşığını görmek istedi. Kapıyı vurdu, âşıkının hafidi açtı. O sordu: “Pederiniz evdedir
değil mi?..”
“Evet, lâkin pek hasta.”
Juli Hala oradan çıktıktan sonra yine karların içinden, fakat deminki gibi münfail ve hayalperver olmayarak geçiyordu.
Sabah, Sayı: 4469, 31 Mart 1318 / 13 Nisan 1902, s. 3-4.
(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Topuz


Topuz

Küçük payitahtın karışık sokakları bugün çok kalabalıktı.
“Geç kaldılar.”

Kumandan, zırhlı göğsünü kabartan tatlı bir teessürle bir halka, bir askerine bakıyor, mahmuzlarıyla dokunarak atını şahlandırıyordu.

Padişahın gönderdiği Türk, ak bir atın üstünde, yüksek kavuğu ile geliyor, uzun kaftanının etekleri iki tarafında çırpınıyordu.
“Burada attan ineceksiniz. Prensimizin sarayına yürüyerek gideceksiniz.”
Mütevazı Türk, “Pekâlâ...” dedi.

Elçi koynundan çıkardığı beratı öptü. Başına koydu. Sonra yere bakarak ilerledi.
Tahtta murassa bir heykel gibi kımıldamayan prense uzattı.

Elçi yine gözleri yerde, geri geri gitti. Ortadaki neferin omzundan topuzu aldı. Bu gayet ağır, altın yaldızlı, sarı parlak kabzalı bir aletti. Yere bakarak yürüyor, gülümsüyordu. Bütün gözler harekâtını takip ediyordu. Tahtın önüne geldi. Ansızın... gözle görülmeyecek bir çabuklukla havaya kaldırdığı bu müthiş topuzu prensin elmaslı tacına öyle bir indirdi ki...
... Salonun içinde kimse kımıldayamadı.
“İşte gördünüz ya... İstiklâl sevdasına düşen asi cezasını buldu!” diye haykırdı.
Elçi salonun ortasındaki askerlerine döndü.
“Hasan” dedi, “git kapıdan davul çal. Mustafa! Sen de Ulahça nara at. Meydandaki askerler hemen silahlarını bırakıp teslim olsunlar.”

Sarayın dışındaki muhafızlar da içerdekiler gibi şaşırdılar. Korkudan kımıldayamadılar. Silahlarını yerlere atıp teslim oldular.
Yeni Mecmua, C. I, Sayı: 25, 27 Kânun-ı evvel [Aralık] 1917, s. 494-496.
(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul