And
Ben Gönen'de doğdum. Yirmi yıldan beri görmediğim bu kasaba
hayalimde artık seraplaştı.
Mektep bir katlı, duvarları badanasız idi. Kapıdan girilince
üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük. ağaçsız bir bahçe ...
Bahçenin nihayetinde ayakyolu, gayet kocaman aptest fıçısı... Erkek çocuklarla
kızlar karmakarışık otururlar, beraber okur, beraber oynarlardı. «Büyük Hoca»
dediğimiz kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu ihtiyar, bunak bir kadındı.
«Küçük Hoca» erkekti. Büyük Hoca'nın oğlu idi.
Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep «Ak
Bey» derlerdi.
Mektepte yalnız bir nevi ceza vardı: Dayak ... Büyük
kabahatliler, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı.
Küçük kabahatlilerin cezası ise nispetsiz, mikyassız idi.
Küçük Hoca'nın ağır tokadı...
Bahçedeki aptest fıçısının musluğu koparılmıştı.
Büyük Hoca bu kabahati yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli.
kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı.
İnkar etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını. onun kabahati
olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi.
- Musluğu Ali koparmıştı - dedi-, ben de biliyordum. Ama o
çok zayıf, hem hastadır.
Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan
yeni kalktı.
- Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?
- Niçin olacak. Biz onunla and içmişiz.
O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onu kurtardım işte.
Bir gün bu yeni öğrendiğim geleneğin nasıl yapıldığını da
gördüm.
- Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna «and içmek»
derler. And içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım
ederler, imdada koşarlar.
…anneme fikrimi, her çocuk gibi birisiyle and içmek
istediğimi söyledim. Andı tarif ettim. Razı olmadı.
Aklıma and içmeyi koymuştum. Fakat kiminle?
Mıstık'a,
- Haydi, dedim, hazır elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen
de kes ...
Tereddüt etti. Siyah gözlerini yere dikerek büyük, yuvarlak
başını salladı:
- Olur mu ya... And için kol kesmek lazım...
- Canım ne zararı var? -diye ısrar ettim, kan değil mi?
Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan ... Haydi, haydi!
Razı oldu.
Bilmiyorum, aradan nice zaman geçti. Belki altı ay, belki
bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu adeta unutmuştum.
Birdenbire karşıdan iri. kara bir köpek çıktı. Koşarak
geliyordu. Arkasından, birkaç adam, kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, “Kaçınız,
kaçınız, ısıracak!” diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık.
O vakit Mıstık, “Sen arkama saklan!” diye haykırdı, önüme
geçti.
Köpek onun üzerine hücum etti.
Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının. bütün
kuvvetiyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından,
burnundan kan akıyordu.
Mıstık, “Bir şey yok… Acımıyor... Biraz çizildi...” diyordu.
Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum.
Ertesi günü Mıstık mektebe gelmemişti. Daha ertesi günü yine
gelmedi...
Ondan sonra ben her sabah Mıstık'ı iyileşmiş bulacağım
ümidiyle mektebe gittim.
Fakat heyhat... O hiç gelmedi... Köpek kuduzmuş. Baktırmak
için Mıstık'ı Bandırma'ya götürdüler. Oradan İstanbul'a göndereceklerdi.
Nihayet bir gün işittik ki. Mıstık ölmüş...
…bu küçük yara izi bence pek mukaddestir.
Ve kavmiyetimizden, hadsi (intuitif) Türklükten
uzaklaştıkça, daha müteaffin derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun
bu ahlaksızlık ve bozukluk, vefasızlık ve hodgamlık, adilik ve miskinlik
cehenneminin dibinde meyus ve şartlaşmış, kıvranırken, saf ve nurdan mazi,
kaybolmuş bir cennetin hakikatten uzak bir serabi halinde karşımda açılır...
Beni müteselli ve mesut eder. Saatlerce Mıstık'ın hatırasıyla, bu muazzez ve
necip matemin eskiyip unutuldukça daha ziyade kıymeti artan tatlı ve mahzun
acısıyla mütelezziz olurum...
(Genç Kalemler Dergisi, 1328/1912, Sayı 11)
…
Ömer Seyfettin Bütün Eserleri: 8, Bilgi Yayınevi (s. 29-38)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder