Bahar ve Kelebekler...
Küçük salonun fes renginde kalın ve ağır perdeli geniş
penceresinden dışarısı muhteşem ve parlak bir sulu boya levhası gibi
görünüyordu.
Karşısında, bir şezlonga uzanmış esmer ve güzel bir kız
siyah maroken kaplı bir kitap okuyor
Bu ihtiyar büyüknine tam doksan yedi yaşında idi.
Torununun torununa, “Yavrum, niçin susuyorsun” dedi, “biraz
konuşalım.”
“Okuyorum büyük anneciğim” dedi.
Büyüknine sordu: “O okuduğun ne, kızım?”
“Bir roman.”
“Neden bahsediyor?”
“Hiç.”
“İsmi ne?”
“Dezanşante [Desenchanté]...”
“Ne demek?”
“‘Sevinç ve saadetten mahrum kadınlar’ demek.”
“Onlar kimmiş?”
“Biz... Türk kadınları...”
Ah, işte hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları
solduruyordu.
“Sevinç ve saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı?”
dedi, “Hayır, hayır, hayır. Türk kadınları asla sevinç ve saadetten mahrum
değildiler. Sevinç ve saadetten mahrum olanlar sizsiniz. Şimdiki kadınlar...
Siz bozuldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz... Gençken ne kadar
mesut idik. Bütün meşguliyetimiz eğlence ve neşe idi. Bahar, şu arkamdaki bahar
bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici
kitaplar üzerine düşüyor, kabarıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül
olunmaz bir mahlûk oluyorsunuz...”
O vakit bir kadın için en büyük metih, “fazıla, edibe,
şaire, âkile...” idi. Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi
lisanınızın güzelliklerini tanımıyor; başka memleketlerin, başka şeylerini
öğreniyorsunuz.
“Lâkin söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?”
Moda yoktu... Annelerinin esvaplarını kızlar giyer,
büyükninelerinin mücevherlerini torunlar takardı.
Hiç aralarında çirkin, yani zayıf ve hastalıklı yoktu.
Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, işlerinden sonra erkence evlerine
gelirler…
Frenklik bir veba gibi içimize girmiş, yanaklarımızın
allığını, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış…
Her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu.
Ananelerimiz öldü. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hülyaya inkılâp
etti... Âdetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü.
Çocukluk, mektebe başlayış, feraceye giriş, kocaya varış,
doğuruş, hatta ihtiyarlayış
Bunların hep ayinleri vardı. Her kadının bu devirleri diğer
birçok kadınlar için bir zevk, bir eğlence vesilesi olurdu.
Mânilerimiz, şarkılarımız vardı.
Can sıkıntısı ne olduğunu bilmezdik.
(Baharda) İlk göreceğimiz kelebek bir senelik talihimizdi.
Çünkü kelebeklerin birer manaları vardı.
Beyaz kelebek saadete, talihe... Pembe kelebek sıhhat ve
afiyete... Sarı kelebek kedere ve hastalığa... Siyah kelebek felâkete, matem ve
ölüme delâlet ederdi.
Hakikaten seksen sene evvel kadınların mesut olmaları lâzım
geliyordu. Kendileri, yeni nesil okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça
iptidaî kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir isyan, bir
ihtilâl tutuşuyor, eski kadınlığın zevk-i saadete vesile addettiği dişilik
kayıtları kendilerine ateşten ve demirden bir zincir gibi geliyordu.
Pencerenin yakınındaki ağacın çiçekli dalları altında siyah
bir kelebek uçuyordu.
Fakat ben senden evvel şu beyazı gördüm
Genç kız son bir cebirle ona da baktı, “Ah büyüknineciğim,
iyi göremiyorsunuz” dedi, “o beyaz değil, sarı bir kelebek...”
Genç kız elinden bırakmadığı siyah maroken kaplı kitabını
açtı, bu kitap şimdi siyah, cesim ve ölü bir kelebek gibi onun yüzünü tamamıyla
örtüyordu.
Odanın uyutucu ve gölgeli sükûnunda sanki bu iki vücut eski
ve yeni Türk kadınlığının meyus ve teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri,
bir asır evvelki neslin son numunesi, hayattan ziyade ölüme ve nisyana ait bir
hatırası... Diğeri, bugünün, bir asırlık mecburî ve meşum terakkinin,
tagayyürün narin ve tatmin olunmaz bir çiçeği idi.
5 Nisan, 1326
Genç Kalemler, 2. C.
Sayı: 1, 29 Mart 1327 [11 Nisan 1911], s. 14-20.
…
(Özet değildir)
…
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan:
Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder