Yunus Bilge - Abdülhak Şinasi Hisar'ın Romanlarında Mekan-İnsan İlişkisi - Notlar
Yüksek Lisans Tezi, Fatih Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, İstanbul, 2013
Çalışma sonucunda yazarın romanlarında, çocukluğunun geçtiği
mekânları anlattığı belirlenmiştir. Bu mekânların, kişi sunumunda etkin olarak
kullanıldığı saptanmıştır. Yazarın mekândan hareketle çocukluk günlerinin güzel
günlerine duyduğu özlemi yansıttığı anlaşılmıştır.
Romanın temel unsurlarından olan olay, bir mekân gerektirir.
Mekân unsuru, roman kahramanlarının somutlaşmasında önemli
bir role sahiptir. Kişilerin iç dünyalarını, hayat tarzlarını, karakter
özelliklerini gösteren ipuçlarını içerir. Hatta mekân, kişiyle özdeşleşir; onun
bir parçası hâline gelir.
Giriş
Türk edebiyatı, roman türünü taklitler ve çeviriler
sayesinde 1860’lı yıllardan sonra fark etmeye başlamıştır.
Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Şemsettin Sami gibi
Tanzimat Dönemi’nin birinci kuşak sanatçılarının romanlarında mekân ve çevre
tasvirleri genelde, eseri süslemek için yapılmıştır.
Samipaşazade Sezai ve Recaizade Mahmut Ekrem gibi Tanzimat
Dönemi’nin ikinci kuşak sanatçıları, romanlarında tasvirleri dolgu ve süsleme
unsuru olarak değil, işlevsel olarak kullanmışlardır.
Servet-i Fünûn romancıları, realist roman anlayışını
benimsemişlerdir.
İstanbul’da yaşadıklarından mekân olarak çoğunlukla
İstanbul’u kullanmışlardır.
1911-1922 yılları arasında Millî Edebiyat Hareketi etkili
olmuştur.
Millî Edebiyat Hareketi içinde yazılan romanlarda, kişiler
iç ve dış dünyalarıyla bir bütün olarak yansıtılmıştır.
Fahim Bey ve Biz, Ulus gazetesindeki tefrikasından sonra
1941’de kitap olarak basılmıştır.
Bu dönemde Abdülhak Şinasi Hisar, Peyami Safa, Ahmet Hamdi
Tanpınar gibi yazarlar ise bireyin iç dünyasını esas alan romanlar yazmışlardır.
Abdülhak Şinasi Hisar
Abdülhak Şinasi Hisar, Mahmut Celalettin Bey ile Emine
Neyyir Hanım’ın ilk çocuğu olarak 14 Mart 1887’de İstanbul’da Rumelihisarı’nın
eteklerindeki bir yalıda doğar.
Edebiyata meraklı olan babası Şinasi ile Abdülhak Hamit’in adlarını
birleştirerek oğluna isim olarak koyar.
Mahmut Celalettin Bey, çıkardığı yayınlar nedeniyle Beyrut’a
maarif müdürü olarak sürgün edilir. Abdülhak Şinasi, henüz iki, üç
yaşlarındayken babasından ayrılmak zorunda kalır.
Galatasaray Sultanîsi ve Paris’teki eğitimi onun Batı
kültürüne (özellikle Fransız edebiyatına) olan ilgisini şekillendirmiştir.
İlk düzyazılarını arkadaş çevresinin de yer aldığı İleri
gazetesinde 1921’de yayımlar. Genel olarak eleştiri niteliği taşıyan bu
yazılarında “Kitaplarımız” üst başlığını kullanır.
1922’den 1928’e kadar bir suskunluk dönemi geçirir, bu
dönemde basın dünyasında görülmez.
Ruhu ile aklının farklı kaynaklardan beslenmesi hayatında
zaman zaman çatışmalara yol açmıştır. Bu çatışma, babasının ölümü sonrasında
Mütareke ve Millî Mücadele dönemlerinde bastırılmış gibi görülür.
Nişantaşı ve Beyoğlu çevresinden çıkarak kenar mahallelere,
gecekondu semtlerine gitmeye başlar. Halkı anlamaya çaba gösterir.
Bu süreçte annesinin ölümünden çok etkilenir. Bütün
güzelliklerin bir bir yitirildiğini düşünmeye başlar.
“Ölüm” ve “fanilik” düşünceleri onu kıskacına alır.
Ruh dünyasındaki bu huzursuzluk onu anılara sığınmaya iter.
Geçmişin güzelliklerine duyduğu özlem onun sanat anlayışını da etkiler.
Bundan sonra hep anılarını yazar. Ancak, şiirlerinde de
kendisini hissettiren ölüm ve fanilik düşünceleri ömrünün sonuna kadar onun
yakasını bırakmayacaktır.
1930’a kadar az sayıda yazısı yayımlanır. Bu yazılar
ağırlıklı olarak eleştiri niteliklidir. 1930’dan sonra ise çok hızlı bir yazma
dönemi geçirir.
Fahim Bey ve Biz / Eser, 1942’de CHP’nin roman ve hikâye
yarışmasında üçüncülüğü alır. 1954’te Friedrich von Rummel tarafından Almancaya
çevrilir.
Çamlıca’daki Eniştemiz adlı romanı 1944’te yayımlanır.
Eserde, aile içinde “deli enişte” olarak anılan Hacı Vamık Bey’in garipliklerle
dolu hayatını anlatır. Tanzimat Dönemi Çamlıca’sını özgün üslubuyla ve kendi
bakış açısından resmeder.
Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği adlı romanını
1952’de yayımlar. Roman daha önce “Geçmiş Zaman Hikâyesi” adıyla Varlıkta
hikâye olarak çıkar. Bu eserinde yazar, Ali Nizami Bey’in iki yönü üzerinde
durur: Büyükada hayatıyla alafrangalığını, Çamlıca’daki hayatıyla da şeyhliğini
yansıtır.
Boğaziçi Mehtapları adlı eserini 1942’de yayımlar. Bu
kitabında Boğaziçi’nin bugün kaybolmuş olan güzelliklerini, deniz ve mehtabın
sosyal hayattaki yerini, mehtap zamanlarında Boğaz’da yapılan saz eğlencelerini
şiirsel ve çağrışımlara dayalı bir anlatımla yansıtır.
Boğaziçi Yalıları adlı eserini 1954’te yayımlar.
Geçmiş Zaman Köşkleri adlı eserini 1956’da yayımlar. Bu
kitabında dedesinin Büyükada’daki köşkünü ve Çamlıca’da kirada oturdukları
köşkü anlatır.
Geçmiş Zaman Fıkraları adlı eserini 1958’de yayımlar. Bu
kitabında da anılarına ve Boğaziçi’ne yer verir.
Geçmiş Zaman Edipleri adlı eserini değişik dergi ve
gazetelerde yer alan yazılarıyla daha önce hiç yayımlanmamış yazılarından
oluşturur.
Aşk imiş Her Ne Var Alemde adlı eserini 1955’te bastırır. Bu
kitabında ağırlıklı olarak divan şairlerinden seçtiği dize ve beyitlere yer
verir.
İstanbul ve Pierre Loti adlı eserini 1958’de yayımlar. Bu
eserde Pierre Loti’nin İstanbul’daki izini sürer,
Romanda Mekân-İnsan İlişkisi
Nurullah Çetin Roman İnceleme Yöntemi adlı kitabında roman
mekânlarını “somut mekânlar” ve “soyut mekânlar” olmak üzere iki grupta
toplamıştır.
1. Somut mekânlar yeryüzünde yaşayan bir kişinin bulunduğu
fiziksel ortamlardır. Gündelik hayatın dekorudur. Roman kişilerinin bir beşer
olarak gereksinimlerini karşıladıkları yerlerdir. Bilinen, görülen, içinde
yaşanan somut dünyaya ait mekânlardır. Bu mekânlar gerçektir veya gerçeğe
uygundur.
“Geniş mekân” veya “dış mekân” olarak da adlandırılan açık
mekânlar, açık alanlardan oluşur. Mahalle, köy, kasaba, şehir, ova, deniz, dağ
gibi açık alanlar açık mekânlara örnek olarak gösterilebilir.
“Dar mekân” veya “iç mekân” olarak da adlandırılan kapalı
mekânlar ev, oda, daire, iş yeri gibi kapalı yerlerdir.
2. Soyut mekânlar ise içinde yaşanan somut dünyaya ait
olmayan, hayalî, ütopik, soyut planda kalan mekânlardır. Soyut mekânlar okurun
zihninde gerçek dünyaya ait herhangi bir mekânı hatırlatmaz, düşündürmez.
Romanda mekân tasvirleri, kişilerin karakter özelliklerini
yansıtma işleviyle kullanılabilir.
Romanda tasvir, romanın ilerleyen safhalarındaki olaylara
yönelik belirtileri ortaya koyma işleviyle kullanılabilir.
Romanda tasvir, romanın ögelerini açıklama işleviyle
kullanılabilir.
Romanda tasvir, roman kişilerinin neler yapabileceğine dair
ipuçları verir. Duvarda bir silah varsa o patlayacaktır.
Romanda tasvir, kişileri ölümsüz kılmak işleviyle
kullanılabilir.
…romandan önceki mit, destan, efsane, masal, halk hikâyesi,
mesnevi vb. anlatmaya bağlı türlerde mekâna önem verilmemiştir. Bu türlerde
mekân, olayın yaşandığı yer olarak geçmiştir.
Romanda, mekân unsuru öne çıkarılmış; işlevsel olarak
kullanılmaya başlanmıştır. Mekân, insanla ilişkilendirilmiş; kişi sunumunda
mekândan yararlanılmıştır.
Abdülhak Şinasi Hisar’ın Romanlarında Mekân-İnsan İlişkisi
Fahim Bey ve Biz
Fahim Bey ve Biz romanı, romanın asıl kişisi olan Fahim
Bey’in Bursa’daki bir gazetede çıkan ölüm ilanıyla başlar.
Gazetede çıkan ölüm ilanında Ahmet Fahim Bey’in eski
maslahatgüzar olduğu yazılıdır. Ancak ertesi gün gazetede bu bilginin doğru
olmadığını belirten bir tekzip yayımlanır.
Anlatıcı, Fahim Bey’in ölümünü, “bir dünya”nın yıkılışı
olarak görür.
Fahim Bey’in babası Bursa eşrafından olup yardımseverliğiyle
tanınan biridir.
Fahim Bey Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra Bursa’ya döner.
İstanbul’da Dışişleri Bakanlığı’nda gönüllü olarak, maaş
almadan çalışmaya başlar. Kendisine de koca bir konak kiralar. Bu büyük ve boş
konakta günlerini keman çalarak geçirir.
Ancak, babasına gönderdiği mektupta onu memnun edebilmek
için yüksek maaşla çalıştığını hatta mesleğinde ilerlediğini yazar. Hasta olan
babası bunun üzerine tedavi olmak için İstanbul’a, oğlunun yanına geleceğini
haber verir. Gerçeklerin ortaya çıkmasından endişelenen Fahim Bey, yüksek
faizle borçlanır. Bu borçla konağı dayayıp döşer. Tam da o sırada tesadüfen
mesleğinde yükselir. Babası onun güzel ve büyük bir konakta yaşadığını ve
yüksek maaşlı iyi bir işi olduğunu görünce çok sevinir. Ancak olduğu
ameliyattan kurtulamayarak ölür. Babasının miras bıraktığı parayla Fahim Bey borçlarının
bir kısmını öder. Kalan borcun ödenmesi ise yıllar sürer.
Fahim Bey gençliğinde Beyoğlu meraklısıdır. Arkadaşlarıyla
sabahlara kadar Beyoğlu’nda eğlenir.
İstanbul’a Fransızlara ait bir tiyatro kumpanyası gelir.
Fahim Bey bu tiyatronun oyunlarını kaçırmaz. Kumpanyada çalışan ünlü bir
aktrise çılgınca âşık olur.
Fahim Bey, çılgınca âşık olduğu bu kadına çok büyük bir
çiçek yaptırır. Çiçek, kadının bindiği trenin vagonuna sığmaz.
Bir süre sonra Fahim Bey elçilik üçüncü kâtipliği göreviyle
Londra’ya gider.
Fahim Bey, terziye yeni görevi için ne gerekiyorsa
hazırlamasını söyler.
Fahim Bey bu elbiselerin yanında çok yüksek bir faturayla
karşılaşır. Bu borcu ödemesi yıllarını alır. Elbiseleri de memuriyet ömrü
boyunca eskitemez. Yeni elbise diktiremez. Hep aynı elbiseleri giyip durur.
Fahim Bey, bir ara Çetine’ye gönderilir. Maslahatgüzarın
intiharı üzerine kısa bir süre bu göreve vekâlet eder.
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Fahim Bey, İstanbul’a
döner. Gençliğinden beri ağırbaşlılığı ve ciddiyetiyle tanınan Fahim Bey’i
birçok bey ve paşa kendisine damat yapmak ister. Ancak Fahim Bey, zengin bir
aileye içgüveysi olmak istemez. Kimsesiz ve orta hâlli bir kadınla evlenmeyi
tercih eder.
Saffet Hanım’la hayatını birleştirir.
Saffet Hanım rahatına düşkündür. Başlıca zevki mangal
başında sigara ve kahve içmektir. Fahim Bey ise çeşit çeşit, kokulu peynirlere
düşkündür. Gazete okumayı âdet edinmiştir.
İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra devlet yerine, özel
sektörde çalışma (teşebbüs-i şahsî) anlayışı moda olur. İnsanlar kendilerine iş
kurmaya çalışır. Bu modaya Fahim Bey de kapılır.
bir İngiliz firmasından randevu alır. Fahim Bey büyük bir
ümitle yola çıkar.
Fahim Bey randevuya bin bir zorlukla son anda yetişir. Ancak
randevunun iptal edildiğini öğrenir.
Kendisine Galata’daki Arslan Hanı’nda bir ofis tutar. Burada
dosyalar, defterler arasında çok yoğun ve önemli bir iş adamı gibi çalışır
görünür.
Aradan biraz zaman geçer. Fahim Bey, Galata’daki iş yerinin
kirasını ödeyemez hâle gelir. Handaki ofisini boşaltır. Bütün dosyalarını evine
götürür.
Fahim Bey, geçimini resmî bir dairede yevmiyeli tercüme
yaparak sağlamaya başlar. Hayalini kurduğu hiçbir şeyi gerçekleştiremeden
yaşlanır. Sağlığı bozulur. Türlü türlü hastalıklara müptela olur.
Hastalıklarının hepsini bir sebebe bağlar. Yaşlılığı asla kabullenmez.
Fahim Bey ve Biz'de açık mekânlar olarak İstanbul, Bursa,
Londra ve Çetine geçer.
Romandaki kapalı mekânlar Fahim Bey’in ve onu tanıyan
kişilerin oturduğu evlerden oluşmaktadır.
Romanda gerek açık mekânlar gerekse kapalı mekânlar hatta
eşyalar arasında neden-sonuç ilişkisi oluşturacak şekilde bir bağ yoktur.
Romanda aslında Fahim Bey’in iş hayatı anlatılır.
Fahim Bey kendi hayal dünyasında yaşamaktadır. Bu hayal
dünyası konak ile anlatılmıştır. Ancak hayallerini bir türlü hayata
geçirememektedir. Bu da konağın boş olmasıyla vurgulanmaktadır. Konağın
perdeleri bile yoktur. Yani dışarıdan bakıldığında konağın içi olduğu gibi
görülebilmektedir. Bu da Fahim Bey’in çevresindekilerin de onun hayalperest
hâlini çok iyi bildiklerini göstermektedir. Konakta hiçbir eşya
bulunmamaktadır. Bu, Fahim Bey’in hayallerini hayata geçirmek için gereken
kaynaklardan, girişim gücünden ve donanımdan yoksun olduğuna işaret etmektedir.
Çamlıca’daki Eniştemiz
1944 yılında yayımlanmıştır.
…eser, Çamlıca’daki köşkünde yaşayan Hacı Vamık Bey üzerine
kurulmuştur.
Hacı Vamık Efendi, düşünce ve davranışlarında ölçüyü kaçıran
biridir.
Deli enişte aceleci ve telaşlı biridir. Hediye vermekten ve
ikramda bulunmaktan zevk alır.
Deli eniştenin yemek pişirmek, kuyudan su çekmek, duvar
sıvamak gibi o zamanın üst düzey kişilerinde görülmeyen pek çok özelliği
vardır.
Deli enişte sürekli öksürür. Bu nedenle değişik değişik
ilaçlar yapar, içer.
Dindar, sofu bir görünümü olan deli enişte pek çok
“hurafe”ye inanır.
Deli eniştenin eşi olan hala ise oldukça olgun, dengeli ve
ölçülüdür.
Onun en önemli özelliği sıkıldığı, morali bozulduğu veya
enişteye kızdığı zaman çekildiği odasında sigara içmektir.
Deli enişte rakıdan uzak durur. Ancak şarabı sever.
Deli enişte her defasında Arabistan’da bir yere tayin
edilir. Ama tayin edildiği bütün görevlerden azledilir.
Deli enişte atandığı her yerde sekiz on ay kadar kalabilir.
Sonra rüşvet almak ve para yemek iddiasıyla azledilir.
Deli enişte ne zaman azledilse devreye babası girer. Babası,
Yıldız Sarayı’ndaki dostluklarını kullanarak deli eniştenin her defasında yeni
bir göreve atanmasını sağlar.
Deli eniştenin babası Tam bir “dalkavuk” olan Hacı Rakım
Efendi, tatlı diliyle etkilediği kişilere kaşla göz arasında oğlunun tayinini
yaptırır.
Deli enişte Yaşlandıkça iyice yoldan çıkar. Evdeki
hizmetçilerle bile düşüp kalktığı kulaktan kulağa yayılır. Hala, bu kadarına
tahammül edemeyerek kocasının yanından ayrılır. Deli enişte, öfkeyle hareket
ederek eşini boşar.
Köşkünü satamayan deli enişte yalnızlığını gidermek için
evlenmeye niyetlenir.
Bu dönemde köşke Tellal Hüseyin Efendi adında bir kadın
simsarı musallat olur. Bu adam tam bir “üçkâğıtçı”dır. Deli eniştenin
zaaflarından yararlanmayı çok iyi bilir. Deli eniştenin hayalini kurduğu
kadınlara benzer kadınlar bulacağını söyleyerek onu her defasında kandırır.
Bu sefil hayata fazla dayanamayan yaşlı enişte sonunda
hastalanarak yatağa düşer ve ölür.
…
Romanda ana mekân İstanbul’dur. İstanbul’un dışında mekân
olarak deli eniştenin görev yaptığı yerler geçer. Bu bağlamda Arabistan romanda
önemli bir yere sahiptir.
o dönemde Üsküdar henüz gelişmemiş bir yerdir. Kent hayatına
ait imkânlardan yeterince nasiplenememiştir.
Mezarlık çevresinden geçerken “kasvetli” bir ruh hâline
bürünen anlatıcı, az sonra uzun yıllar yaşamak istediği mekânlardan söz eder. Bu
değişim, anlatıcının mekâna bakışıyla ilgilidir.
Tâ eskiden, Çamlıca demek, hem çam, hem fıstık ağaçlarıyla
dolu büyük korular demekmiş. İnsanlar burada ulu uğultularını ve engin
kokularını duydukları bu yüksek huylu ağaçlar altında huşu ile dolaşırlarmış!
Eniştenin köşkü, onun mutluluk hayallerinin sembolüdür ve
İslam'ın rengi olan yeşile boyanmıştır. Köşkün içindeki eşyalarda Doğu ve Batı
tezatları göze çarpar.
Köşkün harap olması, Osmanlı’nın yıkılışı ve karakterlerin
ruhsal çöküşüyle paralel sunulur.
Abdülhak Şinasi Hisar’ın bu romanının en belirgin özelliklerinden
biri de sonu gelmez mekân sunumlarıdır. Birbirine çok benzeyen bazen de aynı
şeyler tekrar ediliyormuş izlenimi veren bu sunumlar öyle bir noktaya ulaşır ki
okuru bunaltır.
Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği
1952’de yayımlanmıştır.
İki bölümden oluşan bu eser, değişik zamanlarda yapılan kimi
eklemelerle hacmi genişletilip roman olarak basılmıştır.
Ali Nizami Bey, Büyükada’da alafranga ve lüks bir hayat
süren, savurgan ve meraklı biridir. Resim, çiçek, kuş (özellikle tavus kuşu),
balık avı ve kadınlara büyük ilgisi vardır. Babasının ölümünden sonra mirasını
kısa sürede tüketir ve büyük bir maddi çöküş yaşar. Aklî dengesini yitirmeye
başladığı bir dönemde rüyasında annesini görür ve onun vasiyetiyle Çamlıca’da
bir Bektaşi tekkesi açarak "Şeyh" olur. Ali Nizami Bey, alafrangalık
döneminde bulamadığı mutluluğu Çamlıca tepesindeki bu mütevazı tekkede bulur.
Annesi Hatçanımefendi; cahil, derinliği olmayan bir
kadındır.
Yeşil rengi mübarek kabul etmesi nedeniyle o, yeşil
çimenlere ve halılara basmaz.
Ali Nizami Bey, dışa açık, girişken bir yapıya sahip
olmasına rağmen doğru dürüst selam vermesini bilmez.
Ali Nizami Bey, alafranga bir hayat sürerken babası ölür.
borçları ödemek için elde avuçta ne varsa haraç mezat
satılır. Bu sıkıntılar içinde Ali Nizami Bey’in annesi de ölür. Ali Nizami Bey
sahip olduğu her şeyi kaybeder. Ortada bir hiç olarak kalır. Ali Nizami Bey
yaşadığı bu sıkıntılardan dolayı apopleksi/paralizi/sara denen bir hastalığa
yakalanır.
Ali Nizami Bey, hayatını sürdürebilmek için eski dost ve
akrabalarına sığınır. Her gece farklı kişilerin evlerinde kalır. Bu evlere
gidip gelebilmek için para lazımdır. Bu parayı bulabilmek için, kaldığı
yerlerden ufak tefek ev eşyaları yürütmeye başlar.
Ali Nizami Bey iyiden iyiye sıkıntıya girer. Hastalığı
nedeniyle de akıl sağlığını yitirmeye başlar.
Akli dengesi yerinde olmayan Ali Nizami Bey rüyasında
annesini görür. Annesi ondan şeyh olmasını ister. O da bu isteği vasiyet olarak
algılar. Çamlıca’da Karacaahmet Mezarlığı’na bakan bir yerde tekke açar.
Bektaşi babası olur. Ancak ona lalası Hüseyin Ağa’dan başka kimse inanmaz.
Ali Nizami Bey tek müridi Hüseyin Ağa’yla mutlu bir hayat
sürerken hastalığı da iyice ilerler. Sonunda büyük bir kriz daha geçirir.
Cinnet getirerek çıldırır. Onu tımarhaneye kapatırlar. Sonra da Üsküdar’daki
bir hastanede ölür. Nereye gömüldüğünü ise kimse bilmez.
Roman, Nizam Caddesi’ndeki şık köşklerin tasviriyle başlar.
Köşkler anlatıcı tarafından "birer şahsiyet sahibi" varlıklar gibi
sunulur.
Şeyhlik döneminde taşındığı Çamlıca’daki ev, "küçük,
daracık, boyanmamış kuru tahtadan yapılma pek iptidaî bir ev" olarak
betimlenir. Mekan değişimi, karakterin ruhsal dönüşümünü yansıtır.
Sonuç
Adülhak Şinasi Hisar’ın romanlarındaki açık mekânlar
İstanbul merkezlidir. Hisar’ın romanlarındaki açık mekânlar yazarın
çocukluğunun geçtiği Büyükada, Çamlıca ve Rumelihisarı üçgenidir. Hisar’ın baba
tarafından dedesi olan Selahattin Bey Büyükada’da bir köşkte yaşar. Hisar’ın
annesi ve babası ayrıldıklarında annesi Hisar’ı sık sık Büyükada’ya dedesinin
yanına götürür.
Adülhak Şinasi Hisar’ın romanlarındaki kapalı mekânlar
köşkler, yalılar ve konaklardır. Fahim Bey, Hariciye’de göreve başladığında
İstanbul tarafında bir konak kiralar. Hacı Vamık Bey, Çamlıca’da bir köşk satın
alır. Ali Nizami Bey, Büyükada’daki Nizam Caddesi’nde yer alan köşkte oturur.
Hisar, romanlarında bu mekânlarda yaşayan kişileri yani
toplumsal tabakanın üst kesiminde yer alan insanları anlatmıştır. Kendisi de
özellikle, özlemini derinden duyduğu çocukluk döneminde böyle bir hayat
sürmüştür. Dolayısıyla romanlarında köşk, konak ve yalılardan hareketle aslında
çocukluğunda yaşadığı güzel günleri anlatmakta, o günlere olan güçlü özlemini yansıtmaktadır.
Abdülhak Şinasi Hisar’ın romanlarında günlük hayata ait
mekânlara rastlanmaz. Okur; ne Fahim Bey’i ne Hacı Vamık Bey’i ne de Ali Nizami
Bey’i bakkala giderken, manavdan çıkarken, pazarda dolaşırken, sokakta sıradan
insanlarla konuşurken görür. Özellikle Fahim Bey ve Ali Nizami Bey’in ilk
dönemi toplumdan oldukça yalıtılmıştır. Dolayısıyla bu kişiler sıradan
kişilerin bulunduğu mekânlarda bulunmazlar.
Hisar’ın romanlarında kapalı mekânlar açık mekânlardan daha
ayrıntılı sunulur. Fahim Bey ve Biz’ de İstanbul dışında açık mekânların
ayrıntısına hiç girilmez. Diğer romanlarda ise Çamlıca ve Büyükada çok
ayrıntılı şekilde tasvir edilir. Fakat üç romanda da kapalı mekânlar genellikle
ayrıntılı şekilde anlatılır.
…
26.12.2025
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder