26 Aralık 2025 Cuma

Abdülhak Şinasi Hisar'ın Romanlarında Mekan-İnsan İlişkisi - Özet / Notlar

Yunus Bilge - Abdülhak Şinasi Hisar'ın Romanlarında Mekan-İnsan İlişkisi - Notlar

Yüksek Lisans Tezi, Fatih Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2013

 

Çalışma sonucunda yazarın romanlarında, çocukluğunun geçtiği mekânları anlattığı belirlenmiştir. Bu mekânların, kişi sunumunda etkin olarak kullanıldığı saptanmıştır. Yazarın mekândan hareketle çocukluk günlerinin güzel günlerine duyduğu özlemi yansıttığı anlaşılmıştır.

 

Romanın temel unsurlarından olan olay, bir mekân gerektirir.

Mekân unsuru, roman kahramanlarının somutlaşmasında önemli bir role sahiptir. Kişilerin iç dünyalarını, hayat tarzlarını, karakter özelliklerini gösteren ipuçlarını içerir. Hatta mekân, kişiyle özdeşleşir; onun bir parçası hâline gelir.

 

Giriş

Türk edebiyatı, roman türünü taklitler ve çeviriler sayesinde 1860’lı yıllardan sonra fark etmeye başlamıştır.

 

Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Şemsettin Sami gibi Tanzimat Dönemi’nin birinci kuşak sanatçılarının romanlarında mekân ve çevre tasvirleri genelde, eseri süslemek için yapılmıştır.

 

Samipaşazade Sezai ve Recaizade Mahmut Ekrem gibi Tanzimat Dönemi’nin ikinci kuşak sanatçıları, romanlarında tasvirleri dolgu ve süsleme unsuru olarak değil, işlevsel olarak kullanmışlardır.

 

Servet-i Fünûn romancıları, realist roman anlayışını benimsemişlerdir.

İstanbul’da yaşadıklarından mekân olarak çoğunlukla İstanbul’u kullanmışlardır.

 

1911-1922 yılları arasında Millî Edebiyat Hareketi etkili olmuştur.

Millî Edebiyat Hareketi içinde yazılan romanlarda, kişiler iç ve dış dünyalarıyla bir bütün olarak yansıtılmıştır.

 

Fahim Bey ve Biz, Ulus gazetesindeki tefrikasından sonra 1941’de kitap olarak basılmıştır.

Bu dönemde Abdülhak Şinasi Hisar, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazarlar ise bireyin iç dünyasını esas alan romanlar yazmışlardır.

 

Abdülhak Şinasi Hisar

Abdülhak Şinasi Hisar, Mahmut Celalettin Bey ile Emine Neyyir Hanım’ın ilk çocuğu olarak 14 Mart 1887’de İstanbul’da Rumelihisarı’nın eteklerindeki bir yalıda doğar.

Edebiyata meraklı olan babası Şinasi ile Abdülhak Hamit’in adlarını birleştirerek oğluna isim olarak koyar.

 

Mahmut Celalettin Bey, çıkardığı yayınlar nedeniyle Beyrut’a maarif müdürü olarak sürgün edilir. Abdülhak Şinasi, henüz iki, üç yaşlarındayken babasından ayrılmak zorunda kalır.

 

Galatasaray Sultanîsi ve Paris’teki eğitimi onun Batı kültürüne (özellikle Fransız edebiyatına) olan ilgisini şekillendirmiştir.

 

İlk düzyazılarını arkadaş çevresinin de yer aldığı İleri gazetesinde 1921’de yayımlar. Genel olarak eleştiri niteliği taşıyan bu yazılarında “Kitaplarımız” üst başlığını kullanır.

 

1922’den 1928’e kadar bir suskunluk dönemi geçirir, bu dönemde basın dünyasında görülmez.

Ruhu ile aklının farklı kaynaklardan beslenmesi hayatında zaman zaman çatışmalara yol açmıştır. Bu çatışma, babasının ölümü sonrasında Mütareke ve Millî Mücadele dönemlerinde bastırılmış gibi görülür.

 

Nişantaşı ve Beyoğlu çevresinden çıkarak kenar mahallelere, gecekondu semtlerine gitmeye başlar. Halkı anlamaya çaba gösterir.

 

Bu süreçte annesinin ölümünden çok etkilenir. Bütün güzelliklerin bir bir yitirildiğini düşünmeye başlar.

“Ölüm” ve “fanilik” düşünceleri onu kıskacına alır.

Ruh dünyasındaki bu huzursuzluk onu anılara sığınmaya iter. Geçmişin güzelliklerine duyduğu özlem onun sanat anlayışını da etkiler.

Bundan sonra hep anılarını yazar. Ancak, şiirlerinde de kendisini hissettiren ölüm ve fanilik düşünceleri ömrünün sonuna kadar onun yakasını bırakmayacaktır.

 

1930’a kadar az sayıda yazısı yayımlanır. Bu yazılar ağırlıklı olarak eleştiri niteliklidir. 1930’dan sonra ise çok hızlı bir yazma dönemi geçirir.

 

Fahim Bey ve Biz / Eser, 1942’de CHP’nin roman ve hikâye yarışmasında üçüncülüğü alır. 1954’te Friedrich von Rummel tarafından Almancaya çevrilir.

 

Çamlıca’daki Eniştemiz adlı romanı 1944’te yayımlanır. Eserde, aile içinde “deli enişte” olarak anılan Hacı Vamık Bey’in garipliklerle dolu hayatını anlatır. Tanzimat Dönemi Çamlıca’sını özgün üslubuyla ve kendi bakış açısından resmeder.

 

Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği adlı romanını 1952’de yayımlar. Roman daha önce “Geçmiş Zaman Hikâyesi” adıyla Varlıkta hikâye olarak çıkar. Bu eserinde yazar, Ali Nizami Bey’in iki yönü üzerinde durur: Büyükada hayatıyla alafrangalığını, Çamlıca’daki hayatıyla da şeyhliğini yansıtır.

 

Boğaziçi Mehtapları adlı eserini 1942’de yayımlar. Bu kitabında Boğaziçi’nin bugün kaybolmuş olan güzelliklerini, deniz ve mehtabın sosyal hayattaki yerini, mehtap zamanlarında Boğaz’da yapılan saz eğlencelerini şiirsel ve çağrışımlara dayalı bir anlatımla yansıtır.

 

Boğaziçi Yalıları adlı eserini 1954’te yayımlar.

 

Geçmiş Zaman Köşkleri adlı eserini 1956’da yayımlar. Bu kitabında dedesinin Büyükada’daki köşkünü ve Çamlıca’da kirada oturdukları köşkü anlatır.

 

Geçmiş Zaman Fıkraları adlı eserini 1958’de yayımlar. Bu kitabında da anılarına ve Boğaziçi’ne yer verir.

 

Geçmiş Zaman Edipleri adlı eserini değişik dergi ve gazetelerde yer alan yazılarıyla daha önce hiç yayımlanmamış yazılarından oluşturur.

 

Aşk imiş Her Ne Var Alemde adlı eserini 1955’te bastırır. Bu kitabında ağırlıklı olarak divan şairlerinden seçtiği dize ve beyitlere yer verir.

 

İstanbul ve Pierre Loti adlı eserini 1958’de yayımlar. Bu eserde Pierre Loti’nin İstanbul’daki izini sürer,

 

Romanda Mekân-İnsan İlişkisi

Nurullah Çetin Roman İnceleme Yöntemi adlı kitabında roman mekânlarını “somut mekânlar” ve “soyut mekânlar” olmak üzere iki grupta toplamıştır.

 

1. Somut mekânlar yeryüzünde yaşayan bir kişinin bulunduğu fiziksel ortamlardır. Gündelik hayatın dekorudur. Roman kişilerinin bir beşer olarak gereksinimlerini karşıladıkları yerlerdir. Bilinen, görülen, içinde yaşanan somut dünyaya ait mekânlardır. Bu mekânlar gerçektir veya gerçeğe uygundur.

“Geniş mekân” veya “dış mekân” olarak da adlandırılan açık mekânlar, açık alanlardan oluşur. Mahalle, köy, kasaba, şehir, ova, deniz, dağ gibi açık alanlar açık mekânlara örnek olarak gösterilebilir.

“Dar mekân” veya “iç mekân” olarak da adlandırılan kapalı mekânlar ev, oda, daire, iş yeri gibi kapalı yerlerdir.

 

2. Soyut mekânlar ise içinde yaşanan somut dünyaya ait olmayan, hayalî, ütopik, soyut planda kalan mekânlardır. Soyut mekânlar okurun zihninde gerçek dünyaya ait herhangi bir mekânı hatırlatmaz, düşündürmez.

 

Romanda mekân tasvirleri, kişilerin karakter özelliklerini yansıtma işleviyle kullanılabilir.

Romanda tasvir, romanın ilerleyen safhalarındaki olaylara yönelik belirtileri ortaya koyma işleviyle kullanılabilir.

Romanda tasvir, romanın ögelerini açıklama işleviyle kullanılabilir.

Romanda tasvir, roman kişilerinin neler yapabileceğine dair ipuçları verir. Duvarda bir silah varsa o patlayacaktır.

Romanda tasvir, kişileri ölümsüz kılmak işleviyle kullanılabilir.

 

…romandan önceki mit, destan, efsane, masal, halk hikâyesi, mesnevi vb. anlatmaya bağlı türlerde mekâna önem verilmemiştir. Bu türlerde mekân, olayın yaşandığı yer olarak geçmiştir.

Romanda, mekân unsuru öne çıkarılmış; işlevsel olarak kullanılmaya başlanmıştır. Mekân, insanla ilişkilendirilmiş; kişi sunumunda mekândan yararlanılmıştır.

 

Abdülhak Şinasi Hisar’ın Romanlarında Mekân-İnsan İlişkisi

Fahim Bey ve Biz

Fahim Bey ve Biz romanı, romanın asıl kişisi olan Fahim Bey’in Bursa’daki bir gazetede çıkan ölüm ilanıyla başlar.

Gazetede çıkan ölüm ilanında Ahmet Fahim Bey’in eski maslahatgüzar olduğu yazılıdır. Ancak ertesi gün gazetede bu bilginin doğru olmadığını belirten bir tekzip yayımlanır.

Anlatıcı, Fahim Bey’in ölümünü, “bir dünya”nın yıkılışı olarak görür.

Fahim Bey’in babası Bursa eşrafından olup yardımseverliğiyle tanınan biridir.

Fahim Bey Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra Bursa’ya döner.

İstanbul’da Dışişleri Bakanlığı’nda gönüllü olarak, maaş almadan çalışmaya başlar. Kendisine de koca bir konak kiralar. Bu büyük ve boş konakta günlerini keman çalarak geçirir.

Ancak, babasına gönderdiği mektupta onu memnun edebilmek için yüksek maaşla çalıştığını hatta mesleğinde ilerlediğini yazar. Hasta olan babası bunun üzerine tedavi olmak için İstanbul’a, oğlunun yanına geleceğini haber verir. Gerçeklerin ortaya çıkmasından endişelenen Fahim Bey, yüksek faizle borçlanır. Bu borçla konağı dayayıp döşer. Tam da o sırada tesadüfen mesleğinde yükselir. Babası onun güzel ve büyük bir konakta yaşadığını ve yüksek maaşlı iyi bir işi olduğunu görünce çok sevinir. Ancak olduğu ameliyattan kurtulamayarak ölür. Babasının miras bıraktığı parayla Fahim Bey borçlarının bir kısmını öder. Kalan borcun ödenmesi ise yıllar sürer.

Fahim Bey gençliğinde Beyoğlu meraklısıdır. Arkadaşlarıyla sabahlara kadar Beyoğlu’nda eğlenir.

İstanbul’a Fransızlara ait bir tiyatro kumpanyası gelir. Fahim Bey bu tiyatronun oyunlarını kaçırmaz. Kumpanyada çalışan ünlü bir aktrise çılgınca âşık olur.

Fahim Bey, çılgınca âşık olduğu bu kadına çok büyük bir çiçek yaptırır. Çiçek, kadının bindiği trenin vagonuna sığmaz.

Bir süre sonra Fahim Bey elçilik üçüncü kâtipliği göreviyle Londra’ya gider.

Fahim Bey, terziye yeni görevi için ne gerekiyorsa hazırlamasını söyler.

Fahim Bey bu elbiselerin yanında çok yüksek bir faturayla karşılaşır. Bu borcu ödemesi yıllarını alır. Elbiseleri de memuriyet ömrü boyunca eskitemez. Yeni elbise diktiremez. Hep aynı elbiseleri giyip durur.

Fahim Bey, bir ara Çetine’ye gönderilir. Maslahatgüzarın intiharı üzerine kısa bir süre bu göreve vekâlet eder.

II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Fahim Bey, İstanbul’a döner. Gençliğinden beri ağırbaşlılığı ve ciddiyetiyle tanınan Fahim Bey’i birçok bey ve paşa kendisine damat yapmak ister. Ancak Fahim Bey, zengin bir aileye içgüveysi olmak istemez. Kimsesiz ve orta hâlli bir kadınla evlenmeyi tercih eder.

Saffet Hanım’la hayatını birleştirir.

Saffet Hanım rahatına düşkündür. Başlıca zevki mangal başında sigara ve kahve içmektir. Fahim Bey ise çeşit çeşit, kokulu peynirlere düşkündür. Gazete okumayı âdet edinmiştir.

 

İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra devlet yerine, özel sektörde çalışma (teşebbüs-i şahsî) anlayışı moda olur. İnsanlar kendilerine iş kurmaya çalışır. Bu modaya Fahim Bey de kapılır.

bir İngiliz firmasından randevu alır. Fahim Bey büyük bir ümitle yola çıkar.

Fahim Bey randevuya bin bir zorlukla son anda yetişir. Ancak randevunun iptal edildiğini öğrenir.

Kendisine Galata’daki Arslan Hanı’nda bir ofis tutar. Burada dosyalar, defterler arasında çok yoğun ve önemli bir iş adamı gibi çalışır görünür.

Aradan biraz zaman geçer. Fahim Bey, Galata’daki iş yerinin kirasını ödeyemez hâle gelir. Handaki ofisini boşaltır. Bütün dosyalarını evine götürür.

Fahim Bey, geçimini resmî bir dairede yevmiyeli tercüme yaparak sağlamaya başlar. Hayalini kurduğu hiçbir şeyi gerçekleştiremeden yaşlanır. Sağlığı bozulur. Türlü türlü hastalıklara müptela olur. Hastalıklarının hepsini bir sebebe bağlar. Yaşlılığı asla kabullenmez.

 

Fahim Bey ve Biz'de açık mekânlar olarak İstanbul, Bursa, Londra ve Çetine geçer.

Romandaki kapalı mekânlar Fahim Bey’in ve onu tanıyan kişilerin oturduğu evlerden oluşmaktadır.

Romanda gerek açık mekânlar gerekse kapalı mekânlar hatta eşyalar arasında neden-sonuç ilişkisi oluşturacak şekilde bir bağ yoktur.

Romanda aslında Fahim Bey’in iş hayatı anlatılır.

 

Fahim Bey kendi hayal dünyasında yaşamaktadır. Bu hayal dünyası konak ile anlatılmıştır. Ancak hayallerini bir türlü hayata geçirememektedir. Bu da konağın boş olmasıyla vurgulanmaktadır. Konağın perdeleri bile yoktur. Yani dışarıdan bakıldığında konağın içi olduğu gibi görülebilmektedir. Bu da Fahim Bey’in çevresindekilerin de onun hayalperest hâlini çok iyi bildiklerini göstermektedir. Konakta hiçbir eşya bulunmamaktadır. Bu, Fahim Bey’in hayallerini hayata geçirmek için gereken kaynaklardan, girişim gücünden ve donanımdan yoksun olduğuna işaret etmektedir.

 

Çamlıca’daki Eniştemiz

1944 yılında yayımlanmıştır.

…eser, Çamlıca’daki köşkünde yaşayan Hacı Vamık Bey üzerine kurulmuştur.

 

Hacı Vamık Efendi, düşünce ve davranışlarında ölçüyü kaçıran biridir.

Deli enişte aceleci ve telaşlı biridir. Hediye vermekten ve ikramda bulunmaktan zevk alır.

Deli eniştenin yemek pişirmek, kuyudan su çekmek, duvar sıvamak gibi o zamanın üst düzey kişilerinde görülmeyen pek çok özelliği vardır.

Deli enişte sürekli öksürür. Bu nedenle değişik değişik ilaçlar yapar, içer.

Dindar, sofu bir görünümü olan deli enişte pek çok “hurafe”ye inanır.

Deli eniştenin eşi olan hala ise oldukça olgun, dengeli ve ölçülüdür.

Onun en önemli özelliği sıkıldığı, morali bozulduğu veya enişteye kızdığı zaman çekildiği odasında sigara içmektir.

Deli enişte rakıdan uzak durur. Ancak şarabı sever.

 

Deli enişte her defasında Arabistan’da bir yere tayin edilir. Ama tayin edildiği bütün görevlerden azledilir.

Deli enişte atandığı her yerde sekiz on ay kadar kalabilir. Sonra rüşvet almak ve para yemek iddiasıyla azledilir.

Deli enişte ne zaman azledilse devreye babası girer. Babası, Yıldız Sarayı’ndaki dostluklarını kullanarak deli eniştenin her defasında yeni bir göreve atanmasını sağlar.

Deli eniştenin babası Tam bir “dalkavuk” olan Hacı Rakım Efendi, tatlı diliyle etkilediği kişilere kaşla göz arasında oğlunun tayinini yaptırır.

Deli enişte Yaşlandıkça iyice yoldan çıkar. Evdeki hizmetçilerle bile düşüp kalktığı kulaktan kulağa yayılır. Hala, bu kadarına tahammül edemeyerek kocasının yanından ayrılır. Deli enişte, öfkeyle hareket ederek eşini boşar.

Köşkünü satamayan deli enişte yalnızlığını gidermek için evlenmeye niyetlenir.

Bu dönemde köşke Tellal Hüseyin Efendi adında bir kadın simsarı musallat olur. Bu adam tam bir “üçkâğıtçı”dır. Deli eniştenin zaaflarından yararlanmayı çok iyi bilir. Deli eniştenin hayalini kurduğu kadınlara benzer kadınlar bulacağını söyleyerek onu her defasında kandırır.

Bu sefil hayata fazla dayanamayan yaşlı enişte sonunda hastalanarak yatağa düşer ve ölür.

 

Romanda ana mekân İstanbul’dur. İstanbul’un dışında mekân olarak deli eniştenin görev yaptığı yerler geçer. Bu bağlamda Arabistan romanda önemli bir yere sahiptir.

 

o dönemde Üsküdar henüz gelişmemiş bir yerdir. Kent hayatına ait imkânlardan yeterince nasiplenememiştir.

Mezarlık çevresinden geçerken “kasvetli” bir ruh hâline bürünen anlatıcı, az sonra uzun yıllar yaşamak istediği mekânlardan söz eder. Bu değişim, anlatıcının mekâna bakışıyla ilgilidir.

 

Tâ eskiden, Çamlıca demek, hem çam, hem fıstık ağaçlarıyla dolu büyük korular demekmiş. İnsanlar burada ulu uğultularını ve engin kokularını duydukları bu yüksek huylu ağaçlar altında huşu ile dolaşırlarmış!

 

Eniştenin köşkü, onun mutluluk hayallerinin sembolüdür ve İslam'ın rengi olan yeşile boyanmıştır. Köşkün içindeki eşyalarda Doğu ve Batı tezatları göze çarpar.

Köşkün harap olması, Osmanlı’nın yıkılışı ve karakterlerin ruhsal çöküşüyle paralel sunulur.

 

Abdülhak Şinasi Hisar’ın bu romanının en belirgin özelliklerinden biri de sonu gelmez mekân sunumlarıdır. Birbirine çok benzeyen bazen de aynı şeyler tekrar ediliyormuş izlenimi veren bu sunumlar öyle bir noktaya ulaşır ki okuru bunaltır.

 

Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği

1952’de yayımlanmıştır.

İki bölümden oluşan bu eser, değişik zamanlarda yapılan kimi eklemelerle hacmi genişletilip roman olarak basılmıştır.

 

Ali Nizami Bey, Büyükada’da alafranga ve lüks bir hayat süren, savurgan ve meraklı biridir. Resim, çiçek, kuş (özellikle tavus kuşu), balık avı ve kadınlara büyük ilgisi vardır. Babasının ölümünden sonra mirasını kısa sürede tüketir ve büyük bir maddi çöküş yaşar. Aklî dengesini yitirmeye başladığı bir dönemde rüyasında annesini görür ve onun vasiyetiyle Çamlıca’da bir Bektaşi tekkesi açarak "Şeyh" olur. Ali Nizami Bey, alafrangalık döneminde bulamadığı mutluluğu Çamlıca tepesindeki bu mütevazı tekkede bulur.

 

Annesi Hatçanımefendi; cahil, derinliği olmayan bir kadındır.

Yeşil rengi mübarek kabul etmesi nedeniyle o, yeşil çimenlere ve halılara basmaz.

 

Ali Nizami Bey, dışa açık, girişken bir yapıya sahip olmasına rağmen doğru dürüst selam vermesini bilmez.

 

Ali Nizami Bey, alafranga bir hayat sürerken babası ölür.

borçları ödemek için elde avuçta ne varsa haraç mezat satılır. Bu sıkıntılar içinde Ali Nizami Bey’in annesi de ölür. Ali Nizami Bey sahip olduğu her şeyi kaybeder. Ortada bir hiç olarak kalır. Ali Nizami Bey yaşadığı bu sıkıntılardan dolayı apopleksi/paralizi/sara denen bir hastalığa yakalanır.

Ali Nizami Bey, hayatını sürdürebilmek için eski dost ve akrabalarına sığınır. Her gece farklı kişilerin evlerinde kalır. Bu evlere gidip gelebilmek için para lazımdır. Bu parayı bulabilmek için, kaldığı yerlerden ufak tefek ev eşyaları yürütmeye başlar.

Ali Nizami Bey iyiden iyiye sıkıntıya girer. Hastalığı nedeniyle de akıl sağlığını yitirmeye başlar.

Akli dengesi yerinde olmayan Ali Nizami Bey rüyasında annesini görür. Annesi ondan şeyh olmasını ister. O da bu isteği vasiyet olarak algılar. Çamlıca’da Karacaahmet Mezarlığı’na bakan bir yerde tekke açar. Bektaşi babası olur. Ancak ona lalası Hüseyin Ağa’dan başka kimse inanmaz.

 

Ali Nizami Bey tek müridi Hüseyin Ağa’yla mutlu bir hayat sürerken hastalığı da iyice ilerler. Sonunda büyük bir kriz daha geçirir. Cinnet getirerek çıldırır. Onu tımarhaneye kapatırlar. Sonra da Üsküdar’daki bir hastanede ölür. Nereye gömüldüğünü ise kimse bilmez.

 

Roman, Nizam Caddesi’ndeki şık köşklerin tasviriyle başlar. Köşkler anlatıcı tarafından "birer şahsiyet sahibi" varlıklar gibi sunulur.

 

Şeyhlik döneminde taşındığı Çamlıca’daki ev, "küçük, daracık, boyanmamış kuru tahtadan yapılma pek iptidaî bir ev" olarak betimlenir. Mekan değişimi, karakterin ruhsal dönüşümünü yansıtır.

 

Sonuç

Adülhak Şinasi Hisar’ın romanlarındaki açık mekânlar İstanbul merkezlidir. Hisar’ın romanlarındaki açık mekânlar yazarın çocukluğunun geçtiği Büyükada, Çamlıca ve Rumelihisarı üçgenidir. Hisar’ın baba tarafından dedesi olan Selahattin Bey Büyükada’da bir köşkte yaşar. Hisar’ın annesi ve babası ayrıldıklarında annesi Hisar’ı sık sık Büyükada’ya dedesinin yanına götürür.

 

Adülhak Şinasi Hisar’ın romanlarındaki kapalı mekânlar köşkler, yalılar ve konaklardır. Fahim Bey, Hariciye’de göreve başladığında İstanbul tarafında bir konak kiralar. Hacı Vamık Bey, Çamlıca’da bir köşk satın alır. Ali Nizami Bey, Büyükada’daki Nizam Caddesi’nde yer alan köşkte oturur.

 

Hisar, romanlarında bu mekânlarda yaşayan kişileri yani toplumsal tabakanın üst kesiminde yer alan insanları anlatmıştır. Kendisi de özellikle, özlemini derinden duyduğu çocukluk döneminde böyle bir hayat sürmüştür. Dolayısıyla romanlarında köşk, konak ve yalılardan hareketle aslında çocukluğunda yaşadığı güzel günleri anlatmakta, o günlere olan güçlü özlemini yansıtmaktadır.

Abdülhak Şinasi Hisar’ın romanlarında günlük hayata ait mekânlara rastlanmaz. Okur; ne Fahim Bey’i ne Hacı Vamık Bey’i ne de Ali Nizami Bey’i bakkala giderken, manavdan çıkarken, pazarda dolaşırken, sokakta sıradan insanlarla konuşurken görür. Özellikle Fahim Bey ve Ali Nizami Bey’in ilk dönemi toplumdan oldukça yalıtılmıştır. Dolayısıyla bu kişiler sıradan kişilerin bulunduğu mekânlarda bulunmazlar.

 

Hisar’ın romanlarında kapalı mekânlar açık mekânlardan daha ayrıntılı sunulur. Fahim Bey ve Biz’ de İstanbul dışında açık mekânların ayrıntısına hiç girilmez. Diğer romanlarda ise Çamlıca ve Büyükada çok ayrıntılı şekilde tasvir edilir. Fakat üç romanda da kapalı mekânlar genellikle ayrıntılı şekilde anlatılır.

26.12.2025 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder