26 Ocak 2020 Pazar

Ömer Seyfettin - Acaba Ne İdi?

Acaba Ne İdi?

Çıkardıkları gün hemen döndüğü Toptaşı Tımarhanesi’nden Cabi Efendi’yi kabul etmemişlerdi.
Muhtelif semtlerde seyahatler etti. Tenha sokaklarda gezdi.
Mücessem bir kimya muamması”na benzeyen vesika ekmeklerine günlerce, irili ufaklı, pertavsızlarla baktı. Hatta bir gün tahlil ettirmeye bile kalktı.
Ekmeği iyice muayene ettikten sonra, “Bunun içinde bir şey var... var, evet var ama ne acaba?” dedi.
Cabi Efendi, “Siz söyleyiniz oğlum, ne var?”
Eski zavallılar, cahiller, sefiller nasıl zengin olmuşlarsa birtakım aptallar, budalalar, ahmaklar da birer mevki sahibi olmuşlardı.
Semerci Niyazi’nin sıracalı bir oğlu vardı.
Harpten evvel iki lâfı bir araya getiremeyen bu aptalın gayet mühim bir müessesede müdürlük mevkiini ihraz ettiğini duyunca Cabi Efendi kulaklarına inanamadı. Kalktı. Söylenen daireye kadar gitti.
Müessesede “Her şey, her şey, bütün işler onun elinde!” diyorlardı.
Cabi Efendi (…) Artık vakaların sebeplerini bulmak melekesini kaybetmişti.
Cabi Efendi işte yalnız bu umumî terbiyesizliğe alışamadı.
Eskiden kendisine sokakta bir şey soran: Lâfa “Lütuf buyurunuz beybaba....” filân diye başlarken şimdi bir karış piçler bile zavallıya “Ulan, hödük, bana baksana...” diye hitap ediyorlardı, hiçbir sebep yokken fena hâlde ağızlarını bozuyorlardı.
Ekecek birkaç dönüm yer, barınılacak bir çatı arıyordu.
Tenhalığın ağır kibarlığı, sükûnu, zevki meyus ruhuna manevî bir deva gibi tesir ettiğini duydu.
Uzaktan bir otomobil geliyordu.
Cabi Efendi bir dakika evvel cennet gibi gördüğü yerlerden birdenbire ürktü. Kendisini insaniyet, medeniyet âleminden çok uzak, görünmez kaplanlar, kurtlarla dolu bir sahrada sandı. Birdenbire kırda yaşamaktan vazgeçti.

Şair, Sayı: 9, 6 Şubat 1919, s. 132-137.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Acıklı Bir Hikâye

Acıklı Bir Hikâye

Müthiş bir kış... Her taraf kar içinde...
Pardon, yine sadede gelelim: Kar her tarafı beyaz bir keçe gibi örtmüştü.
Şey, sadede gelelim: Ne diyorduk? Minimini serçecik açlıktan ölmek, soğuktan donmak üzere idi.
Biz yine sadede gelelim: Serçecik, bir metre yetmiş santimetre ötesinde gayet taze bir gübre yığınını görünce, mahmur gözlerini açtı.
Bu esnada bahçeye bir çocuk çıktı. Elinde bir av tüfeği vardı.
Kıssadan hisse:
İnsan bir (...) yediği zaman damın üzerine çıkıp bağırmamalıdır!
Zaman, Sayı: 282, 16 Kânun-ı sani [Ocak] 1335/1919, s. 2.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - And


And

Ben Gönen'de doğdum. Yirmi yıldan beri görmediğim bu kasaba hayalimde artık seraplaştı.

Mektep bir katlı, duvarları badanasız idi. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük. ağaçsız bir bahçe ... Bahçenin nihayetinde ayakyolu, gayet kocaman aptest fıçısı... Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, beraber okur, beraber oynarlardı. «Büyük Hoca» dediğimiz kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu ihtiyar, bunak bir kadındı.
«Küçük Hoca» erkekti. Büyük Hoca'nın oğlu idi.

Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep «Ak Bey» derlerdi.

Mektepte yalnız bir nevi ceza vardı: Dayak ... Büyük kabahatliler, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı.

Küçük kabahatlilerin cezası ise nispetsiz, mikyassız idi. Küçük Hoca'nın ağır tokadı...

Bahçedeki aptest fıçısının musluğu koparılmıştı.
Büyük Hoca bu kabahati yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli. kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkar etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını. onun kabahati olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi.

- Musluğu Ali koparmıştı - dedi-, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf, hem hastadır.
Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.
- Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?
- Niçin olacak. Biz onunla and içmişiz.
O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onu kurtardım işte.
Bir gün bu yeni öğrendiğim geleneğin nasıl yapıldığını da gördüm.

- Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna «and içmek» derler. And içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, imdada koşarlar.

…anneme fikrimi, her çocuk gibi birisiyle and içmek istediğimi söyledim. Andı tarif ettim. Razı olmadı.

Aklıma and içmeyi koymuştum. Fakat kiminle?


Mıstık'a,
- Haydi, dedim, hazır elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes ...
Tereddüt etti. Siyah gözlerini yere dikerek büyük, yuvarlak başını salladı:
- Olur mu ya... And için kol kesmek lazım...
- Canım ne zararı var? -diye ısrar ettim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan ... Haydi, haydi!
Razı oldu.

Bilmiyorum, aradan nice zaman geçti. Belki altı ay, belki bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu adeta unutmuştum.

Birdenbire karşıdan iri. kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından, birkaç adam, kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, “Kaçınız, kaçınız, ısıracak!” diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık.

O vakit Mıstık, “Sen arkama saklan!” diye haykırdı, önüme geçti.
Köpek onun üzerine hücum etti.

Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının. bütün kuvvetiyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu.

Mıstık, “Bir şey yok… Acımıyor... Biraz çizildi...” diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum.

Ertesi günü Mıstık mektebe gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi...

Ondan sonra ben her sabah Mıstık'ı iyileşmiş bulacağım ümidiyle mektebe gittim.
Fakat heyhat... O hiç gelmedi... Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık'ı Bandırma'ya götürdüler. Oradan İstanbul'a göndereceklerdi.
Nihayet bir gün işittik ki. Mıstık ölmüş...

…bu küçük yara izi bence pek mukaddestir.

Ve kavmiyetimizden, hadsi (intuitif) Türklükten uzaklaştıkça, daha müteaffin derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun bu ahlaksızlık ve bozukluk, vefasızlık ve hodgamlık, adilik ve miskinlik cehenneminin dibinde meyus ve şartlaşmış, kıvranırken, saf ve nurdan mazi, kaybolmuş bir cennetin hakikatten uzak bir serabi halinde karşımda açılır... Beni müteselli ve mesut eder. Saatlerce Mıstık'ın hatırasıyla, bu muazzez ve necip matemin eskiyip unutuldukça daha ziyade kıymeti artan tatlı ve mahzun acısıyla mütelezziz olurum...
(Genç Kalemler Dergisi, 1328/1912, Sayı 11)


Ömer Seyfettin Bütün Eserleri: 8, Bilgi Yayınevi (s. 29-38)

Ömer Seyfettin - Antiseptik

Antiseptik

Minimini, güzel, şeytan Bedia’yı ailesi büyük bir adama vermek istiyordu.
“Kırkında var, yok...” diyorlardı. Bedia daha on yedisine girmemişti.
Namık dedi ki: “Bende tılsımlı bir su var; onunla nişanlının bıyıklarını yıkatabilirsen bir asır yaşında olduğunu sana söyleyecek. O vakit de varacak mısın?”
Dudaklarınızı yıkayınız. İstediğiniz kadar öpünüz.
Şu aynaya bakınız! Hayaliniz size cevap verecek...
Abanoz bıyıkları fildişi gibi bembeyaz olmuştu.
Burnu kanıyormuş gibi mendili ağzına tutarak salonun ortasından hızla geçti.
Diken, Sayı: 7, 23 Kânun-ı sani [Ocak] 1919, s. 6.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Apandisit

Apandisit

Akşam yemeğinde erik hoşafı vardı.
Gece yatakta uyuyamadım ve karar verdim ki ağzımdan eksik çıkan bu hain çekirdeği ben yutmuşum...

Duyduğum bu sarih evcaı teşhis ettirmek ve ameliyata hazırlanmak için dostum ‘S...’in muayenehanesine gidiyordum.
Bit-tesadüf önünden geçtiğim lokantanın içine baktım. Operatör orada idi.
“Sevgili doktor! Kirazlarınızın çekirdeklerini ne yaptınız?”
“Oo, monşer!.. Yuttum!” dedi.
“İyi ama, apandisitten hiç korkmuyor musunuz?..”
“Ne apandisiti? Azizim o eski nazariye, hiç kiraz çekirdeğinden apandisit olur mu?..
Piyano, Sayı: 11, 25 Teşrîn-i evvel 1326 [8 Kasım 1910], s. 128-129.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Ashab-ı Kehfimiz

Ashab-ı Kehfimiz

Meşrutiyet’ten sonra büyük adamlarımızın çoğuyla görüşmüştüm. Hepsinin fikri, aşağı yukarı, şu neticede toplanıyordu: “Osmanlılık, müşterek bir milliyettir. Osmanlılık ne yalnız Türklük, ne de yalnız Müslümanlık demektir. Osmanlı devletinin idaresinde yaşayan her fert ‘bilâtefrik-i cins ü mezhep’ Osmanlı milletine mensuptur!” Hâlbuki bu fikir, gayr-i millî Tanzimat maarifinin yetiştirdiği dimağlarda doğmuş bir vehimden, bir ham hayalden ibaretti.
Bu muhterem efendiler; Balkan Muharebesi’nden sonra da hakikati göremiyorlardı.
Türk köylüsü “Dili dilime uyan, dini dinime uyan...” diye milliyetin hududunu pek güzel anlarken münevver efendiler son inkılâp esnasında ne dile, ne dine ehemmiyet veriyorlardı.
BİR ERMENİ GENCİNİN HATIRALARI 1 YENİ BİR DERNEK
30 Ağustos 1908, Moda...
…coğrafya hocamız vardı.
“Dünyada en birinci zevk ruzname tutmaktır” derdi.
Kendi kendime “Ruzname tutmak, tahrirî bir gevezeliktir” derdim.
Bugünden itibaren yarını yazmağa başlayacağım.
…kardeşlerimizi Kürt cellâtlarına doğratan Kırmızı Sultan’ın kuvveti, iktidarı birdenbire söndü.
Patrikhaneler “Eski hukukumuz, eski imtiyazlarımız” diye kımıldanmağa başladılar.
Rumlar, Arnavutlar, Bulgarlar, bazı Ermeniler “Osmanlılık bizim milliyetlerimiz için bir tehlike teşkil eder” diyorlar.

Memleketimizin son şairi Tevfik Fikret meşhur Rübab-ı Şikeste’sinde, ilâç için olsun bir ‘Türk’ kelimesi geçirmemiştir.
2 Sonuncu Olan İLK TEŞEBBÜS
23 Nisan 1912, Moda...
Dün İstanbul’a geldim.

İki sene evvelki fikirlerim bugün tamamıyla değişmiş bulunuyor.
“Osmanlılık” nedir? Kaynaşma Kulübü bunun manasını bana öğretti:
1- Osmanlı namı altında yaşayacak Türk mürk hangi milletten olursa olsun, milletler, kendi milliyetlerinden vazgeçecekler.
2- Dinlerinden, müesseselerinden, lisanlarından, yavaş yavaş ayrılacaklar. [56]
3- Cemaatlerinin ilham ettiği “irade”leri sunî bir nisyan ile unutarak yalnız ferdî, yalnız şahsî, uzvî “arzularıyla” yaşayacaklar.
4- “Osmanlı” namı tahtında birleşerek yeni, tarihsiz bir milliyet husule getirecekler.

İlk Tanzimatçılar bir kalemde milliyetleri sildiler. Türke Türklüğünü unutturdular. Lâkin dine dokunamadılar. Çünkü onlar da bizim gibi, belki bizden ziyade asırlardan beri köklenmiş taassuptan korkuyorlardı. Taassup izale edilince, tabiî, din de kalmazdı.
“Memâlik-i Osmaniye”de en çok mümini olan din İslâmlıktı. İslâmlığı yıkmak için ihmal icap ediyordu. Tanzimatçılar da memleketin her tarafını tanzim [69] ederken, medreselere hiç bakmadılar. Dinî müesseseleri hep eski hâlinde bıraktılar. İhmal ettiler.
3 ON İKİ SENE SONRA
“Hayat bir uykudur, aşk onun rüyasıdır!” derler.
Türkiye’de son felâketlerin uyandırdığı millî ruh büyümüş, alevlenmiş, her tarafı sarmıştır. Anadolu’nun en ücra köylerinde bile bütün Türk çocukları “Turan Turan” diye bağırıyorlar.
Artık kimse Osmanlı Kaynaşma Kulübü’nden bahsetmiyor, hep “Ashab-ı Kehf” konuşuluyor, onlarla eğleniliyordu.
Ashab-ı Kehfimiz, Kanaat Kitaphanesi, Kanaat Mat., İstanbul, 1918, 101 s.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Asilzâdeler

Asilzâdeler

“Monşer, asalet olmazsa bu memleket batar.”
“Ben...” diye başlayıp lâfını, her nedense, tamamlamayan Efruz Bey yalnız “bu fikirde” değil, hatta fazla olarak bizzat kendisi hâlis bir “asilzade” idi.
Müzekki Bey, “Asalet için ilk lâzım olan şey Meşrutiyet’tir” dedi, “işte size İngiltere büyük bir misal! Meşrutiyet sayesinde İngiltere nüfusu üç yüz milyona yakın Hindistan’a hâkimdir. Daha hesaba gelmez binlerce müstemlekeye hâkimdir. Demek bir kere bu Meşrutiyet sayesinde İngiltere, Hindistan’ın, Mısır’ın, daha birçok yerlerin efendisi olmuş, dünyanın en yüksek ‘asalet’ mevkiini almıştır.
Efruz Bey ayağa kalktı.
“Bu memlekette asalete o kadar ehemmiyet verilmiyor. Niçin? Buna hepiniz cevap veriniz.”
“Bakınız, ben bu sebebi size söyleyeyim. Biz asil olduğumuz hâlde ismimize ehemmiyet vermiyoruz. Ecdadımızın namlarını taşımıyoruz. Asalet unvanları kullanmıyoruz. Biz kendi kendimizi tanımazsak halk bizi tanır mı?”
Müzekki dö Civan’a prens unvanı verilince Kâmuran Bey aslını, ecdadını anlatmak için acele etti.
Prens Eternel dö Kara Tanburîn!.. Hepsi bu muhteşem ismi tekrarladılar.
Nermin Bey: “Pekâlâ marki olabilirim. Cetlerim hep hükümdarların dizanterilerini iyi etmişlerdir.
Fakat Efruz Bey kendi asaletini, kendi cetlerini anlatamamıştı. Saat altıyı geçiyordu. Bu beş asil genç birbirinden ayrılamadılar.

(Efruz Bey) “Söyle anne, benim unvanım ne?”
Hiçbirisinden bir cevap alamayınca daha ziyade ateşlendi. Ana oğlunun, hizmetçiler efendilerinin unvanını bilmiyorlardı. Bu memleket batmasın da neresi batsın? Bu ne idraksizlik, bu ne kabalık, bu ne hayvanlıktı.
Ecdadı ihtimal ki... Hayır, “ihtimal ki” değil, muhakkak surette “Kızıl Ahmetli”lerdi.
“Prens Efruz dö Kızıl!..” dedi.

Sabah olmuş, hızla kapıyı açan Despina sütlü kahvesini getirmişti.
Şakadan Despina’nın üzerine atıldı.

Manzara müthişti! Prensin elinden kurtulan Despina, saçı başı karmakarışık, tıpkı iffetine tecavüz olunmuş masum bir kız oğlan kız gibi, hıçkıra hıçkıra, derin derin ağlıyor, yanmamak için hemen kazı çeviren Prens “İşte sütümü döken beceriksizi ben böyle döverim!” diyordu. Ama hanımefendi yutmadı. Bağırdı: “Dışarıda ne halt yersen ye... Burası bildiğin yer değil... Benim boynuzlarımı takmağa vaktim yok...” Despina’yı hemen kovdu.
Prens Zırtaf, “Benim apartmana buyurun!” dedi.
İki iri adam bir anda göründü. Ellerinde revolverler vardı: “Ellerinizi yukarı kaldırın!”
Komiser olması icap eden memur: “Ben ‘Bu Beyoğlu’nda sana kumar oynatmam’ demedim mi?”
“Biz burada kumar oynamıyorduk ki...”
“Ya ne yapıyordunuz?”
“Hiç...”
“Onu sen babana yuttur…”
Komiser biraz tereddüt ediyordu. “Hepinizin üzerinden beş lira çıkmadı. Paralar nerde?”
Para lâfı Efruz Bey’in kibrine dokundu. Sert bir cevap verdi: “Biz üzerimizde para taşımaya tenezzül etmeyiz.”
“Vay beyim vay! Ya ne yaparsınız?”
Efruz Bey asıl tahkikatı kumar meselesine çevirebildiği için memnundu. Hiç mukavemet etmedi. Karakola gitti. Bir gece yattı. Ertesi gün kefaletle tahliye olundu. Uzun müddet asil arkadaşlarına rast gelmedi.

Politika, asalet teşebbüsleri cılk çıktıktan sonra Efruz Bey için yapılacak yalnız bir şey kalıyordu: Milliyetperverlik! O, öyle bir köşede oturacak, şöhretten, şandan uzak yaşayabilecek bir tip değildi. Hareket, inkılâp, gürültü harıltı adamıydı.
Vakit, Sayı: 3051-3058, l-8 Temmuz 1926, s. 3;


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Aşk Dalgası

Aşk Dalgası

Vapur dopdoluydu.
Kadıköyü’ne gidiyorduk.
Ansızın omzuma bir el dokundu.
Bu, en sevdiğim mektep arkadaşlarımdan biriydi. On iki senedir görüşmemiştik.
“…Nen var kuzum?”
“Hiç, hiç... Dalga geçiyordum.”
“Ne dalgası?”
Gülerek cevap verdim: “Aşk dalgası...”
“Daha bekâr mısın?”
“Bekârım!”

Hâlâ aşk dalgası geçmene bakılırsa hayatı anlamamış, açık ve bariz hakikatin farkına varmamışsın.
…bizim muhitimizde, Türklerin muhitinde de aşk şiddetle yasaktır.
Çünkü sevmek için evvelâ görmek lâzım. Hâlbuki genç bir kızla yuva yapmak ölünceye kadar bahtiyar yaşamak için konuşmak, anlaşmak, sevişmek değil; hatta bir kerecik olsun yüzünü görmek imkânsız...
Gazinolar, balolar, tiyatrolar ve ilh... yani Beyoğlu tarafı asla Türk değildir. Orada yabancılar kendi muhitlerini, kendi âdetlerini yaşarlar.
Ve erkeklerin birçoğu daha hâlâ bilmezler ki bu görücü hanımlar güzelden ziyade bir çirkin ararlar... Ve mutlaka da bulurlar. Güzel bir kız alırlarsa kardeşlerinin yahut oğullarının onu seveceğini, onun lafını dinleyeceğini ve sonra kendi pabuçlarının dama atılacağını düşünmek onları çıldırtır. Güzellikten dehşetle ürkerler. Bunun için İstanbul’da koca bulamayan, evde kalan kızların yüzde doksanı en güzeller, en cazibeliler, en sevimlilerdir.
Genç Kalemler, Sayı: 24-25 (On Temmuz’a mahsus mümtaz nüsha) 10 Temmuz 1328 [23 Temmuz 1912], s. 4-11, 14-15.



(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Aşk ve Ayak Parmakları

Aşk ve Ayak Parmakları

I
-Âsime Hanımefendi’den Hasan’a Mektup
Evvelâ beni sen sevdin, yalvardın, yakardın; benim aşkım âdeta senin galeyanına sönük bir cevaptı. Nihayet beni aldın.
Sonra nasıl oldu, birdenbire döndün. Benden soğudun. Beni görmekten kaçtın ve yine nihayet beni boşadın...

II
Hasan’dan Âsime Hanımefendi’ye Mektup
Evet güzel kadın, ben sevmiştim. Fakat sevmek nedir? Bunu biliyor musun?
Sevmek herkes için başka bir şeydir.
…ben... profile bakarım.
Dünyada ne kadar adam varsa, hepsinde bir hayvan profili vardır.
Daha bir profilsize rast gelmedim. Hep insan kıyafetine girmiş, insan maskesi takmış hayvanlar...

Bir adamda hangi hayvanın profili varsa mutlaka o hayvanın ahlâkı da vardır. Öküz profilli bir adamda asla kurnazlık, hile, zekâ olamaz.

Kadınların da hepsi erkekler gibi bir hayvandır. Onlarda da mutlaka bir hayvanın profili vardır.

İlk defa Fener’de birbirimize rast gelmiştik. Ben hemen senin profilini aradım, fakat bulamadımdı.
“Ah, acaba ne?” diyor, yüzüne bakıp bakıp bulamadıkça seni sevmeğe başlıyordum.

Altı ay ne kadar hoş bir hayat geçirdik. Tabiî hatırlarsın. Fakat bir sabah... Ah keşke senden evvel kalkmayaydım...

Sen terliklerinin üzerine düşmüş olan mor çoraplarından birisini sağ ayağının parmaklarıyla tuttun.
Evet güzel kadın, sen ayağının parmaklarını tıpkı bir el gibi kullanıyordun.

Hastalandım. Sen beni yere seren darbenin ne olduğunu asla bilmiyordun.

Gözlerimi yüzüne kaldırdım. Ve o an o kadar arayıp da bulamadığım profilini gördüm. Sen maymundun...

O vakit senden ürktüm. Bir daha seninle bir yatağa girmedim. Kendimi balta girmemiş bir ormanda zannediyor, kendimi kable’t-tarih mahlûklardan bir nesnâs ile evlenmişim sanıyordum.

El gibi kullandığın bu ayaklarından bir tanesini şimdi kalbinin üzerine koy. Ve öyle hükmet. Artık seni sevmemekte haklı değil miyim?

III
Âsime Hanımefendi’den Hasan’a Telgraf
-Gayet müstacel-
Mektubunu okumadan yırttım, senden nefret ederim. Sakın bir daha mektup göndermeye kalkma. Sonra fena olursun...

Piyano, Sayı: 13, 8 Teşrîn-i sânî 1326 [21 Kasım 1910]

Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul



(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - At

At

Muhafız ahırında üç haftalık bir istirahattan sonra binmek için beni yanına sokmayan haşarı atımı bugün tam iki saat koşturdum. İyice terledi.

Tenkit, Sayı: 1, 22 Mart 1326 / 4 Nisan 1910, s. 5-6.

(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Ay Sonunda

Ay Sonunda

Acaba ne için bunları düşünüyorum, bu akşam bana bu siyah, bu acı hatıraları tekrar ettiren şey nedir?
“Oh yalnızlık, yalnızlık...” diyorum. Her zaman çıldırasıya sevdiğim bu hayatın bütün acılıkları, bütün boşlukları gözlerimin önüne geliyor…
…bu Beyoğlu hayatı. Buradaki odam, yirmi iki yaşımın olanca ihtirasatıyla müteheyyiç kalbim...
Bir yere gidemiyorum, ne tiyatroya, ne bir kahveye, ne hiçbir yere... Çünkü param yok...
Edebî Serbest İzmir, Sayı: 5,
13 Teşrîn-i sânî 1324 [26 Kasım 1908], s. 3-4.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Ayın Takdiri!

Ayın Takdiri!

Yavaş yavaş yürüyordu...
“Ne yapacağım” diyordum, “ya beni istemezse...”
“Sen kimsin?”
“Erkek” dedim.
“Benden ne istiyorsun?”
“Aşk!” dedim.
“Oh ya Rabbi!” dedi, “fakat ne kadar çirkinsin!”
Deminki “o” artık yoktu. Gölgemin içindeki gölgesi gibi o da benim kucağımda erimiş, sönmüştü.
Yeni Mecmua, C. 2, Sayı: 40, 18 Nisan 1918, s. 266.



(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Bahar ve Kelebekler...

Bahar ve Kelebekler...

Küçük salonun fes renginde kalın ve ağır perdeli geniş penceresinden dışarısı muhteşem ve parlak bir sulu boya levhası gibi görünüyordu.

Karşısında, bir şezlonga uzanmış esmer ve güzel bir kız siyah maroken kaplı bir kitap okuyor

Bu ihtiyar büyüknine tam doksan yedi yaşında idi.
Torununun torununa, “Yavrum, niçin susuyorsun” dedi, “biraz konuşalım.”
“Okuyorum büyük anneciğim” dedi.

Büyüknine sordu: “O okuduğun ne, kızım?”
“Bir roman.”
“Neden bahsediyor?”
“Hiç.”

“İsmi ne?”
“Dezanşante [Desenchanté]...”
“Ne demek?”
“‘Sevinç ve saadetten mahrum kadınlar’ demek.”
“Onlar kimmiş?”
“Biz... Türk kadınları...”

Ah, işte hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları solduruyordu.

“Sevinç ve saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı?” dedi, “Hayır, hayır, hayır. Türk kadınları asla sevinç ve saadetten mahrum değildiler. Sevinç ve saadetten mahrum olanlar sizsiniz. Şimdiki kadınlar... Siz bozuldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz... Gençken ne kadar mesut idik. Bütün meşguliyetimiz eğlence ve neşe idi. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kabarıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahlûk oluyorsunuz...”

O vakit bir kadın için en büyük metih, “fazıla, edibe, şaire, âkile...” idi. Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor; başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz.

“Lâkin söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?”

Moda yoktu... Annelerinin esvaplarını kızlar giyer, büyükninelerinin mücevherlerini torunlar takardı.

Hiç aralarında çirkin, yani zayıf ve hastalıklı yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, işlerinden sonra erkence evlerine gelirler…

Frenklik bir veba gibi içimize girmiş, yanaklarımızın allığını, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış…

Her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Ananelerimiz öldü. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hülyaya inkılâp etti... Âdetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü.

Çocukluk, mektebe başlayış, feraceye giriş, kocaya varış, doğuruş, hatta ihtiyarlayış
Bunların hep ayinleri vardı. Her kadının bu devirleri diğer birçok kadınlar için bir zevk, bir eğlence vesilesi olurdu.
Mânilerimiz, şarkılarımız vardı.

Can sıkıntısı ne olduğunu bilmezdik.

(Baharda) İlk göreceğimiz kelebek bir senelik talihimizdi.
Çünkü kelebeklerin birer manaları vardı.
Beyaz kelebek saadete, talihe... Pembe kelebek sıhhat ve afiyete... Sarı kelebek kedere ve hastalığa... Siyah kelebek felâkete, matem ve ölüme delâlet ederdi.

Hakikaten seksen sene evvel kadınların mesut olmaları lâzım geliyordu. Kendileri, yeni nesil okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça iptidaî kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilâl tutuşuyor, eski kadınlığın zevk-i saadete vesile addettiği dişilik kayıtları kendilerine ateşten ve demirden bir zincir gibi geliyordu.

Pencerenin yakınındaki ağacın çiçekli dalları altında siyah bir kelebek uçuyordu.
Fakat ben senden evvel şu beyazı gördüm
Genç kız son bir cebirle ona da baktı, “Ah büyüknineciğim, iyi göremiyorsunuz” dedi, “o beyaz değil, sarı bir kelebek...”

Genç kız elinden bırakmadığı siyah maroken kaplı kitabını açtı, bu kitap şimdi siyah, cesim ve ölü bir kelebek gibi onun yüzünü tamamıyla örtüyordu.

Odanın uyutucu ve gölgeli sükûnunda sanki bu iki vücut eski ve yeni Türk kadınlığının meyus ve teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asır evvelki neslin son numunesi, hayattan ziyade ölüme ve nisyana ait bir hatırası... Diğeri, bugünün, bir asırlık mecburî ve meşum terakkinin, tagayyürün narin ve tatmin olunmaz bir çiçeği idi.
5 Nisan, 1326
Genç Kalemler, 2. C. Sayı: 1, 29 Mart 1327 [11 Nisan 1911], s. 14-20.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Baharın Tesiri

Baharın Tesiri

Ah, gençlik sabahları!
Geceden uyanık kalmış çılgın bir bülbülün uzaktan feryadını işittim.
Yavaş yavaş Çiftehavuzlar’a indim.
Taksim’i, Harbiye’yi, Nişantaşı’nı, Şişli’yi, karışık fakat tatlı tahayyüller içinde geçtim.
Mühendis Sermet’e rast geldim.
“Bize gidelim. Bugün bir çay veriyoruz!” dedi.
Karısını eskiden tanıyordum (Mediha)
Baktım Mediha’yı gördüğümün ertesi günü yazmağa kalktığım mektubun müsveddesi! Oh ya Rabbi! İyi ki göndermemişim! Camsap imdada yetişmiş, vakit bulamamışım! Yoksa ne gülünç olacaktım! Benim gibi saçlı sakallı bir adamın on yedi yaşında bir züppe gibi aşk mektubu yazması ne rezalet!

Büyük Mecmua, Sayı: 7, 8 Mayıs 1335/8 Mayıs 1919, s. 108-110.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Balkon

Balkon

Muhsin Bey sofradan kalkınca, büyük ceviz büfeye dayanmış, kendilerini gülümseyerek dinleyen hizmetçiye, “Eleni, nargilemi kameriyeye getir,

Hamdune Hanım’ın daha memede iken alıp kendine evlât ettiği bir kız (Resan) /  Muhsin Bey onu oğlu Suat’tan ayırt etmemiş, belki daha ziyade sevmişti.

(Suat ve Resan) Küçükten, pek küçükten beri sevişiyorlardı!
“Artık evlenmeliyiz, Suat...” dedi.
“Mecburuz.”
“Niçin?”
“Çocuğumuz doğacak!” dedi.

…bu izdivaç için Muhsin Bey’in reyine bile lüzum görmüyorlardı. Yalnız nasıl sevindiğini görmek için haber vereceklerdi.

Hamdune Hanım daima meyus yaşayan sinirli insanların neşeli zamanlarındaki heyecanlı tavırlarıyla yavaş yavaş işi açıyordu. Suat’ın büyüdüğünden bahsetti. Çabuk evlenirse çok iyi olacaktı. Fakat Resan’a hiç kıyamıyordu. Dışarı veremeyecekti. Muhsin Bey, “İç güveyi alırız” dedi.
“Suat’a Resan’ı alıveririz, vesselam.”
“Ne demek?”
“Ben Suat’la Resan’ı birbirlerine verdim bile.”

Muhsin Bey bir türlü niçin bu izdivaca razı olmadığını söyleyemiyordu.

“hani yirmi sene evvel, henüz seninle yeni karı koca iken ben İzmir’e mal müdürü tayin olunmuştum. Hatırlıyorsun ya?”
“Sana her hafta mektup yazdım, çağırdım; yalvardım. Yakardım; gelmedin.”
“İşte o bir sene içinde, ben sana kızdığımdan orada İzmir’de başka bir kadınla evlenmiştim.”
Bu kadın doğururken öldü. Resan, işte onun kızıdır. Suat’ın kardeşidir. Anladın mı? Onlar evlenemezler.

İkinci Kitap, Tanin Mat., İstanbul, Şubat 1336 [1920], s. 36-48.

(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Başını Vermeyen Şehit

Başını Vermeyen Şehit

Yarın arefeydi.

Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini ovuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı hâlde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa... bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi!

Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan “işaret topları” işitildi.
Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı.
İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birisine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu.

Kuru Kadı’nın gözleri Deli Mehmet’i aradı.
Siyah yüksek atlı bir şövalye uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşarken ayağı bir taşa takıldı.
Şövalye atından inmiş, kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bir anda bu kestiği baş elinde, yine siyah bir ifrit gibi şahlanan atına sıçradı. Kaçacaktı... Kuru Kadı bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken baktı ki sol ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağırıyor: “Mehmet, Mehmet! Canını verdin! Başını verme Mehmet!”
Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki...
Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa, yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi.

Yeni Mecmua, C. I, Sayı: 20, 22 Teşrîn-i sânî [Kasım] 1917, s. 395-398.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Beşeriyet ve Köpek

Beşeriyet ve Köpek

…daima birinci sınıf yolculara mahsus kamara bileti alırım.

Birkaç ay evvel yine İstanbul’dan ayrılıyordum. Birinci sınıf yolculara mahsus kamarada idim.
Birisi şiddetle nazar-ı dikkatimi celp etti
Yanında bağa renginde ve orta hacimde bir köpek, bir buldok vardı.
…bu köpeğe, bu çirkin, pis köpeğe niçin bu kadar ibraz-ı muhabbet ediyorsunuz?
Hassaten köpek olduğu için seviyorum.
Köpek olmasaydı bugün dünya yüzünde insan göremeyecektiniz.
Kemal-i teheyyüçle müstekreh ve hâbîde buldokun siyah, buruşuk yüzünü öpmeğe başladı. İğreniyordum.
Piyano, Sayı: 6, 13 Eylül 1326 [26 Eylül 1910], s. 66-68;
Sayı: 7, 20 Eylül 1326 [3 Ekim 1910], s. 78-80.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Beyaz Lâle

Beyaz Lâle

Hudutta bozulan ordu iki günden beri Serez’den geçiyordu.
Dursalar düşeceklermiş gibi, omuzlarındaki çamurlu tüfeklerin altında iki büklüm olmuş; yorgun ve perişan, ağır ağır yürüyorlardı.

Şehrin yağmasını, ahalinin katliamını intizam ve usul dairesinde idare etmek daha içeri girilmeden merkez kumandanı tayin edilen Binbaşı Radko Balkaneski’nin vazifesiydi.
Bu gayet mükemmel tahsil ve terbiye görmüş bir gençti. İdadî devresini İstanbul’da Galatasaray Sultanîsi’nde bitirmiş…

…Şehirde en güzel Türk kızının hangisi olduğunu anlamak... Kendisine Cuma’dan, Osenova’dan seçilen on dört on beş yaşında dokuz tane kız getirmişlerdi. Çadırda esvaplarını soydurdu, vücutlarına baktı, beğenmedi.

Gürültülerinden, hıçkırıklarından hiddetlenmiş, hepsini taburun askerlerine vermişti.
Radko sabahleyin geçerken atının üzerinden yolun kenarındaki hendekte bu kızların süngülenmiş ölülerini görmüştü...

Balkaneski / Makedonya komitasının bu korkunç müfettişi adam kesmekten hazzetmezdi. Öldüreceği, lâf söyleteceği adamı diri diri fırına kor, gözünün önünde yakardı.

Merhamet, dantelâ, küpe, fistan, bilezik gibi, elmas gibi, kadınlara yakışır. Merhamet hakikî bir erkeğin üzerinde pek çirkin durur. Onu alçaltır. Biz, büyük Bulgaristan için çalışıyoruz.

Bakınız İspanya’ya, işte onlar vatanlarını kurtardıkları zaman içlerinde hiç yabancı bir unsur bırakmadıklarından bugün ne kadar rahat yaşıyorlar. Bir Arap tehlikesi onları asla tehdit etmiyor, etmeyecek. Çünkü İspanya’da numune için, müzeler için olsun bir tek Arap bırakmamışlardır.

Bugünkü programımızı yazalım.
1. En büyük iki fırın yarım saate kadar yakılıp hazırlanacak.
2. En zenginler yarım saat içinde ayrı bir binaya toplanacak.
3. Camilerin içindeki bütün eski halılar, antika seccadeler, kıymetli levhalar büyük ve cesur çarımıza, Ferdinand’a aittir.
4. Şehrin en meşhur ve büyük camii olan Sultan Camii’nin mümkün olduğu kadar süratle minaresi yıkılacak ve kapısına “Prens Boris Kilisesi” levhası asılacak.
…Türk mahallelerinden çabucak yetmiş seksen kadar kadın istintak için toplanacak ve ilk yanan fırına getirilecek.

Katliamın programını hep birlikte kararlaştırdılar.
…sokaklara bir ilân yapıştırtacak ve tellâl çağırtacaktı. Katliamdan şüphelenmeyen ahali hükümetin avlusuna ve caddeye toplanacaklardı. Toplananların adedi dokuz, on bini geçince bir silah patlatılacak ve hemen “Türkler bir Bulgar zabiti vurdular” şayiası çıkarılacaktı. Ondan sonra parolayı bilen askerler, jandarmalar, polisler bahçenin içindekileri hep kurşuna dizecekler, sokaktakileri köşelerden çevirip kılıçla, bıçakla mahvedeceklerdi.

Üzerinizde yalnız saçınız kalsın...
…kadınlar bu korkunç emre itaat edemiyorlardı.
…tuttukları bir kadını sürüklediler.
…kucağında kundaklı bir çocuk tutuyordu.
(Radko) susmayan çocuğu ocağın içine fırlattı.
Evlâdının alevler içinde kaybolduğunu gören ana yaralanmış dişi bir kaplan süratiyle Radko’nun boğazına atıldı.
Radko, masanın üzerinden bir ustura aldı.
İki komita mahkûmu kollarından ve bacaklarından tutarak fırına soktular.
Radko tekrar soyunmalarını emretti. Bu sefer kimse karşı gelemiyordu.
İfadesini verip söyleyeceği kalmayanlar fırının arkasındaki geniş ambara, sarhoş komitaların kucağına gidiyordu.

Radko en güzel kızların isimlerini yazdığı cetveli dikkatle süzdü. Beyaz hanesinde adı en ziyade tekrarlanan “Lâle Hanım, Hacı Hasan Bey’in kızı” idi. Kumral hanesinde “Naciye Hanım, Müderris Ahmet Efendi’nin kızı”, esmer hanesinde “İclâl Hanım, Kadri Ağa’nın kızı”... Hangisini intihap edecekti?
En güzel bu beyaz hanesindeki Lâle olmalıydı.

Dimço’nun çetesinden dört haydut Hacı Hasan Efendi’yi getirmişlerdi.

Yarım saat geçmemişti. Kapı vurulunca durdu ve... uyandı. Giren süvari evin hazır olduğunu ve içinde yalnız bir kız bırakıldığını söylüyordu.

Açınız rica ederim... Bekletmeyiniz…

…birden Lâ’lî’nin üzerine atıldı.
“Azıcık dur... Üşüyorum... Şu pencereyi kapayayım da öyle...”
Ve bir anda gözle görülmeyecek derecede anî bir hareketle orada kayboldu. Sanki uçtu...
Hemen arkası üstü çevirdi. Nabızlarını tuttu. Atmıyordu. Eliyle kalbini yokladı. Eğildi. Kulağını koydu. Dinledi, dinledi. Hiç çarpmıyordu. Ölmüştü.
Radko bu ölüye istediği vaziyeti verdi. Üstünde şeni arzusunun en karanlık, en pis, en kirli ateşlerini tutuşturdu.
Donanma, II. seri, Sayı: 5 (53), l4 Temmuz 1330 [27 Temmuz 1914], s. 70-71;
Sayı: 6 (54), 21 Temmuz 1330/3 Ağustos 1914; s. 86-87.
Sayı: 7 (55), 28 Temmuz 1330/10 Ağustos 1914, s. 110-111;
Sayı: 9 (57), 18 Ağustos 1330/31 Ağustos 1914, s. 142-144;
Sayı: 10 (58), 25 Ağustos 1330/7 Eylül 1914, s. 151-154;
Sayı: 11 (59), 1 Eylül 1330/14 Eylül 1914, s. 175-176;
Sayı: 12 (60), 8 Eylül 1330/21 Eylül 1914; s. 191;
Sayı: 13 (61), 15 Eylül 1330/28 Eylül 1914; ilâve kısmı, s. 4-5;
Sayı: 14 (62), 22 Eylül 1330/5 Ekim 1914, s. 223-224.



(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Beynamaz

Beynamaz

Kırmızı yapraklı kuru meşe dallarından yapılmış kocaman çardağı ovadan kopan hırçın bir rüzgâr yıkacak gibi sarsıyordu.
Hacı İmam namaz aralarındaki boş vakitlerini hep vaaz etmek, nasihat vermekle geçirirdi.
…bu sofu köyün tek bir beynamazı vardı: Gâvur Ali...
“Köyümüzde bir zındık varken Hak Taalâ bakalım duamızı kabul eder mi ki...” diye başını salladı. Sonra Gâvur Ali’yi hatırlayınca –yaralarına dokunulmuş gibi– kaşları çatılan, suratları buruşan köylülere, “Ben onu imana getireceğim” dedi.

(Kuraklık mustarip yörede Gâvur Ali namaza başlayınca yağmur başladı fakat bu yağmurun arkası kesilmedi; yine aynı dönemde Gâvur Ali’nin koyunları yedikleri ottan zehirlenip telef oldular)
Büyük Mecmua, Sayı: 4, 28 Mart 1919, s. 59-62.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Bilgi Bucağında

Bilgi Bucağında

…epey zamandan beri Efruz Bey yine hiçbir tarafta görünmüyordu.
…konferansları hatırlayanlar onu Kâşgar’a gitmiş sanıyorlardı.
Efruz Bey hep çok okuyor, derin derin tetebbu ediyor gibi gözükür, kataloglardan ezberlediği filozof âlim namlarını sık sık tekrarlayarak daima “asıl kendine ait fikirler” söylerdi.
“…Benim sözlerim kurudur. Mantıkîdir. İlmîdir. Fennîdir. Fakat asla parlak değildir. Onun için safsata ile susturulamam. Beni mantıkla, ilimle cerhetmeli. Evet, ne diyordum...”
Bucaklılar Efruz Bey’e mevzuunu hatırlattılar: “Lânet olası yaz tatilinden bahsediyordunuz.”
“Ha... Evet, yaz tatili...”
Sobanın yanında oturan Reis Bey birdenbire hiddetlendi; ayağa kalktı.
Efendiler, kardeşler, muazzez Bucaklılar, şarlatanlık oluyor; bir şarlatan, evet Bucaklılar bir şarlatan (…) Meselâ bu şarlatan ‘Utlûbü’l-ilme mine’l-mehdi ile’l-lahd’ diyecek yerde ‘Mine’l-lahdi ile’l-mehd’ diyor.
Efruz Bey hâlâ metanetini muhafaza ediyordu. Avazı çıktığı kadar: ‘Müsademe-i hakikat bârika-i efkârdan doğar.’
Salonda büyük bir gürültü koptu. Ekseriyet Efruz Bey’e taraftardı.
Efruz Bey gündüz fikirlerini propaganda ederken onlara “Asıl Türkler sizsiniz. Türkiye Türkleri Türk değildir. Dejeneredirler. Biz medeniyeti sizden alacağız. Hepimiz Tatar olacağız…
…propagandalarla Bucak’ın Tatar kısmını, şimal kuvvetini kendine temin eden Efruz Bey, öyle, şüphesiz bir cahilliği meydana çıktı diye kürsüden vazgeçmezdi.

Dinleyiniz, dikkatle dinleyiniz. Benim için ‘Reis Arapça bilmiyor’ diyor, bunu reddederim. Vakıa bir Türk için bu bir kusur değildir. Fakat ben mükemmel Arapça biliyorum. Araplar benim kadar Arapça bilmezler.
…İşte reis bey, size soruyorum. ‘Mine’l-lahdi ile’l-mehd’ yanlış mı?
“Evet yanlış...”
Efruz Bey, Reisin feci hâline dayanamadı. Gayet âlicenaptı. Bu âlicenaplığı İstanbullular tarafından maskara edilen o hakikî asaletinden ileri geliyordu.
“Ma’raz-ı hacette sükût ikrardan gelir!” diye haykırdı. “Reis bey sizi tarziye vermiş addediyorum. Sıkılmayınız, bir daha bir âlime itiraza kalkmayınız.”
Reis bey bu kahharî hezimetten sonra Efruz Bey tehlikesini anlamıştı. Efruz Bey duvara resmi asılmakla iktifa edecek bir tip değildi. İşte o vakit onun bir heykelini yaptırmak emeline düştü.
“Yaşayan adamın heykeli yapılmaz!”
Efruz Bey şiddetle bu şerefi reddetti.

(Efruz Bey bundan sonra Türkçe aleyhinde olmak üzere, günümüz “dilcilerini” kıskandıracak fikirlerini anlatır)

Efruz Bey’in edebiyata dair verdiği dersler vakıa daha ilmî, daha mükemmeldi.
Efruz Bey terakki ve tealî ancak geriye dönmekle mümkün olabileceğini ispat ediyordu. Nedim, Bakî, Nef’î, opera hâline geçirilmeliydi.

Fakat Efruz Bey’in asıl ilmi, serbest tarih derslerinde belli oldu.
Efruz Bey Türklerin Amerika’dan geldiklerini ispat ediyordu.

Efruz Bey o hatırdan çıkmaz tarih dersleriyle anlattı ki, biz Türk değiliz; asıl Türk olanlar Amerikalılardır.

Efruz Bey’in şöhreti bu serbest derslerle o kadar büyüdü, o kadar büyüdü ki Bucak’ın bacalarından taştı. Bütün şehre, bütün memlekete, bütün arza yayıldı.

…şöhret kazanmadan evvel büyük, harikulâde feylesof Doktor Rıza Tevfik’i çok kıskanırdı.
Ah benim de resimlerim böyle her tarafa asılacak mı?” diye içini çekerdi.

(İlanında “dört yüz elli bin nüsha” basıldığı belirtilen kitabı ilgi görmeyince elde kalan baskıları kese kâğıdı yapılır umuduyla elden çıkarıldı)

Burada ahlâk bozulmuş. Bucakçılık Turan’ın merkezinde olur. Oraya gitmeli, orada çalışmalı!

Vakit, Sayı: 3069-3080, 19-30 Temmuz 1926, s. 3; Sayı: 3082-3083, 1-2, Ağustos 1926, s. 3.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Binecek Şey

Binecek Şey

Derviş Hasan birdenbire durdu.
Sabahtan beri işte dört saattir hiç durmadan yürümüştü.
“Ah bir araba olsa...”

Gözünü açınca, iri bir Yörüğün başında zebanî gibi dikilmiş durduğunu gördü
Şuracıkta kısraklarımızdan biri doğurdu. Doğan tay yokuşu çıkamayacak. Biz de pek yorgunuz. Sen uyumuş, dinlenmişsin. Gel, sevabına şu tayı kucağına al da yokuşun başına kadar çıkarıver.
Yeni Mecmua, C. I, Sayı: 15, l8 Teşrîn-i evvel [Ekim] 1917, s. 295-297.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Bir Çocuk Aleko

Bir Çocuk Aleko

Küçük Ali yorgun uykusundan uyanınca kalktı.
Altı aydır Gelibolu’da, bir Rum fırıncının yanında çalışıyordu. Birkaç gün evvel hükümet, “Muharebe olacak” diye ustasını diğer Hıristiyanlarla Anadolu’ya geçirmişti.
Uzaktan bir kalabalık gördü.
“Bekleyeyim de şunlardan su isteyeyim” dedi.
“Rumlar, be!..”
Papaz parlak mavi gözleriyle Ali’yi baştan aşağı süzdü. “Adın ne?” diye sordu.
Kekeledi. “Aleko” dedi.
Dördüncü gün, akşama doğru içerlerde bir Rum köyüne gelindi.
“Sana bir mektup vereceğim. Bunu poturunun içine dikeceksin. Çanakkale’ye gideceksin. Askerlerin arasında bir yol bulacaksın. İngiliz kumandanına bu mektubu götüreceksin.”
“Peki.”
(Ali, Türk birliğine ulaşıp taşıdığı mektubu kumandana verdi, daha sonra İngiliz siperlerine girdi, istihbarat edindi, İngiliz kumandan Aleko’ya saatli bir bomba verip bununla Türk karargâhını havaya uçurmasını istedi. Ali gizlice bombayı çalışır duruma getirip İngiliz kumandanın yanına döndü)

İngilizlerin karargâhları tahmin olunan yerde emsalsiz bir infilâk oldu.
Ömer Seyfettin Külliyatı: 9, Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür, Muallim Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul, 1938, s. 83-105.



(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Bir Hatıra

Bir Hatıra

Ah gençlik!.. Tıpkı ezelî bir baharın ilk çiçekli günlerine benzer.

“Rütbe, haysiyeti düşürtür” cümlesi! Bundan bir türlü mana çıkaramadım.
Bir “meçhul”, bir “sır” insana ne kadar ıstırap verir
İsmimi işittim. Döndüm. Bir de baktım ki, riyaziye muallimim, Logaritmacı Hasan!

“Rütbe haysiyeti bozar mı?”
“Bozmaz mı?”

Mevki ile sahibinin arasında samimî bir münasebet bulunmazsa vaziyetin çok gülünç olacağına pek akıl erdiremiyordum.

Vakit, Sayı: 229, 7 Haziran 1334/1918, s. 3.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Bir Hayır

Bir Hayır

Yatağında kımıldayamayan Durmuş Ağa gözlerini basık tavana dikmişti.
İki oğlu vardı ki biribirinden berbattı. En canlı zamanında bile “Ne vakit ölecek?” gibi ta gözünün içine bakarlardı.
Oğulları mirasın üzerine aç kurt gibi atılmışlar, daha babalarının toprağı kurumadan gürültülü bir kavga çıkarmışlardı.
Sıska bir köpeği tutmuşlar, “Sen alacaksın, ben alacaksın” diye çekişip duruyorlardı.
“Bu köpeği kesmekten vazgeçin. Bırakın, babanızın canına ulusun dursun!”
...Sahipsiz kalan köpek açlıktan, susuzluktan, soğuktan bütün kış yıkılmış evin yerinde uludu, inledi!
İfham (Haftalık edebî ilâve), Sayı: 6, 30 Eylül 1919, s. 93-95.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Bir Kayışın Tesiri

Bir Kayışın Tesiri

Bir zabit arkadaşımla oturuyorduk.
Yanımızdaki (…) bir şeyler anlatıyordu.
“Demek yollar açıldı!”
“Baksana şu Çerkez’e…”
“Ayol, o Çerkez değildir!” dedi.
“Çerkez taklidi yapar!”

“Ya ne?”
“Türkoğlu Türk!”
“O hâlde bu Türk niçin herkese kendisini Çerkez zannettirmek istiyor?” diye sordum.

“Bak sana anlatayım niçin” dedi.
…bir arkadaşı kendisine Karamürsel’den gayet zarif bir Çerkez kayışı getirdi.
O günden itibaren Türklerle konuşmamağa, hep Çerkezlerle düşüp kalkmağa başladı.
Harbiye’ye geçtiğimiz zaman Mahmut Bey Türk şivesini kaybetti.
Adını alay için “Çerkez Mahmut” takmıştık.
Bir gün meşhur bir Çerkez paşaya intisap etti. Onunla İstanbul’dan sürüldü. Kafkasya’ya kaçtı.
Artık işi gücü Çerkezlik için çalışmak oldu.

Karamürsel’den getirdiği Çerkez kayışında sanki bir tılsım vardı. O andan itibaren Çerkezlik sevdasına düştü.

Türklerin hariçten kendi içlerine gönüllü bir tek “millettaş” celbedecek böyle ehemmiyetsiz kayışçıkları bile olamadığını düşündüm.
Zaman, Sayı: 310, 13 Şubat 1335 [l919], s. 2.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Bir Refikin Defter-i İhtisasatından

Bir Refikin Defter-i İhtisasatından

Şirket-i Hayriye vapuru açılan bir sine-i seyyal-i mâ içinde süzülerek ilerliyordu.
…yeşil bir türbeciğin küçük ormanına gelmiştim.

Nâgehân senin ekseriya pancurlarını açarak dalgaları seyr ettiğin odana baktım. “Ah... belki” dedim.

Fakat niçin, ey yâr-ı füsunkâr, bu ruh-ı melûl ü sevdakâra rûh-ı güzîn-i şiirinle bir lâne-i serap bulunmuyor.

Musavver Fen ve Edeb, Sayı: 181, 17 Nisan 1319 [30 Nisan 1903], s. 318.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Bir Temiz Havlu Uğruna

Bir Temiz Havlu Uğruna

“Balık istifi” denilen o kımıldanmaz, o nefes almaz kalabalıkla taşacakmış gibi dolu olan Şirket vapurunun kenarında (…) dertleşiyorduk!
Başka milletlerin elinde olsa, bizim içinde yalnız sıkıntı duyduğumuz bu eğlencesiz, bu zevksiz, bu neşesiz İstanbul, kim bilir nasıl bir dünya cenneti olurdu?
(evlilik hikâyesini anlatıyor) Fakat düşünün, hayatımın en mühim emeline annemin bir aptesti hâkim oldu. Talihimi bir temiz havlu temin etti. Evet, ben bir temiz havlu uğruna yandım. Bir temiz havlu uğruna...
(Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri II, Üç Harf Yayıncılık, 2009, s. 56-62)


Ömer Seyfettin - Bir Vasiyetname

Bir Vasiyetname

Sevgili yeğenim! Bu gece dehşetli bir buhran geçiriyorum. Artık katiyen ölmeğe karar verdim.
Sana bırakacağım elli bin lirayı şu program dâhilinde yemelisin:
1. Daima ayrı ayrı dört metres bulundurmak.
2. Kışları Mısır’da, İtalya’da; yazları İsviçre’de, Almanya’da en büyük şehirlerde, en muhteşem otellerde geçirmek!
3. Kumarı, içkiyi, eğlenceyi samimî bir aşkla sevmek.
Hâsılı yaşamak!
Ben artık elli yaşına girdim. Çok yorgunum. Bu programı takip edemiyorum.

Jülide gelmiş. Yukarıda yazdıklarımı okumuş. Sonra bana dönmüş, başlamış tokatları atmağa...
‘Seni koca çapkın! Sen bunadın mı artık?’ diye haykırdı.
Cevap veremedim.
‘Yeğenin olacak maskaraya vasiyet ettiğin şeyi sen yapamaz mısın?’ diye sordu.
Konuştuk, anlaştık. Tabancayı pencereden bahçeye attı.

Elveda, sevgili yeğenim, elveda...”

Tercüman-ı Hakikat, Sayı: 13562, 8 Kânun-ı evvel [Aralık] 1918, s. 3-4.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Birdenbire

Birdenbire

“Daha kalkmadın mı Yumuk’um?”
“Görüyorsun.”

Ahter, talihini biraz kendisine benzettiği için Yumuk’u çok severdi.

Yumuk’un aşka büyük bir itikadı vardı. Koltuğunun altına bir yastık çekti.

Ahter sordu: “Aşkın doğrusu nasıldır?”
Aşk, aşk hakiki aşk... Bu tamamıyla ruhtan gelir. Ruhta yaşar. Uzviyetle, hayatla filânla hiç alâkası yoktur. Öyle bir şey ki yıldırım gibi... birdenbire!..
Görüyorsun ya, Yumuğ’um, hürmet takdir hisleri kırılınca ideal bir aşk bile bir anda göçüyor.

Vakit, Sayı: 749, 6 Kânun-ı evvel 1335 [Aralık 1919], s. 3.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Bit

Bit

Biz, bu son asrın muharrirleri en ehemmiyetsiz, en adî şeylere kıymet verir, elimize bir fırsat geçti mi “pire”yi “deve” yaparız!
…dün tarihî bir eser okudum. Tam bundan iki bin sene evvel yazılmış Lâtince bir şaheser...
…Roma senatosuna “bit”in lehinde verdiği bir istirhamname…

Zaman, Sayı: 356, 20 Nisan 1335/1919, s. 2.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Bomba

Bomba

…bodur ve çirkin ocak, içindeki odunları sanki hiddetle yakıyor, bir an evvel yutmağa çalışıyordu.
…genç Boris… karısı Magda…
“Değil mi
Magdacığım, çalışan mesut olur. Acaba sosyalistlerin hayali ne vakit hakikat olacak!”
Magda başını salladı, gülümsedi.
“Hiç, hiç, hiçbir vakit... Onların hayali hep hayal kalacak! Yine insanlar fenalar elinde esir olacak, çalışmanın faziletini birçok adamlar inkâr edecek.”

Boris mesut ve mahzuz, “Anlatayım, inan” dedi. “Artık buradan gideceğiz.”
“Nereye?”
“Amerika’ya.”
İki ay evvel, bir pazar gecesi eve geliyordum. Kapıda bir mektup buldum.
Bil ki o hain kafanı balta ile vücudundan koparacak, sana uyanların, seni sevenlerin eline vereceğiz.

…köpekler havlıyor…
Boris bağırdı: “Kimdir o?..”
“Ben, Melina...”
Bu komşunun kızıydı.
“Ne istiyorsun?”
“Baba İstoyan’ı...”
“Ben aramıyorum.”
“Kim arıyor?”
“Komitalar...”
“Bu adamlar nerde?”
“Bizim evde! Şarap içiyorlar.”
“Kaç kişi?”
“Daskalla beraber dört kişi...”
Birden gözlerini kıza kaldırdı ve “Haydi git söyle, ben geleceğim...” dedi.
Şimdi ben giderim. Onlarla konuşur; kendileriyle beraber dağa çıkmağa razı olduğumu söylerim. Ve paraların da henüz alınmadığını, bir hafta sonra elimize geçeceğini anlatır ve kandırırım. Yarın akşam bizi burada bulamazlar...

“Kim o?” dedi. Dışarıdan ahenksiz bir ses cevap verdi: “Aç Baba İstoyan, biziz. Konuşmağa geldik. Korkma!”
Uzun lâfın kısası! Vakit geçirmeyelim. Sekiz yüz lirayı getir...
Eğer yine söylemezsen oğlun Boris bizim elimizde mahpustur. Onu keseceğiz. Evini de yakacağız. Yine seni rahat bırakmayacağız...
İhtiyar hiçbir şey söylemedi. Başını salladı. Yattığı odanın kapısına gitti. İçeri girdi. Bir dakika sonra kırmızı ve ağır bir çıkın ile geldi.
“Aferim, Baba İstoyan” diyordu, “zahmet vermedin. Şimdi bize şarap çıkar, eğlenelim...”
Dışarı çıkıyorlardı. Kısa boylu esmer, beraber getirdikleri siyah bezde sarılı şeyi hatırladı. “Kaptan” dedi, “bombayı ne yapacağız?”
Şimdi senden bir ricam var, bu bombayı bana saklayacaksın. Sakın jandarmalara filan verme. Nasıl vaat ediyor musun? Ben de gidip hemen Boris’ini bırakayım...”
Magda ümit ve tehalükle cevap verdi: “Vaat ediyorum gospodin! Allah aşkınıza hemen Boris’i gönderiniz.”
Yavaşça siyah bezi çözdü.
O tuttuğu şey, oğlunun, güzel ve kumral Boris’in vücudundan koparılmış kesik ve kanlı kafası idi...
Genç Kalemler, C. 2, Sayı: 9, 4 Eylül 1327 [17 Eylül 1911], s. 147-151, 154-159.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Boykotaj Düşmanı

Boykotaj Düşmanı

Akşam tam sofraya oturacağı vakit Rum hizmetçi kızın verdiği küçük ve kırmızı bir kitap, bütün sinirlerini alt üst etmişti. Bu bir propaganda risalesiydi
“Ey Türkler! Paralarınızı yerli Yunanlılara vermeyin. Yunan donanmasının dörtte üçü[nün] Türk parasıyla yapıldığını yine kendileri söylüyorlar. Kardeşlerinizle, Türklerle alışveriş edin. Yoksa mahvolacağız, açlıktan öleceğiz, ezan yerine camilerde çanlar uluyacak. Uyanın, uyanın...”
Tanin, Sayı: 1952, 17 Mayıs 1330 [30 Mayıs 1914], s. 3-4.



(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Buse-i Mader

Buse-i Mader

Bir akşam hemşiremin evindeyim.
Biraz sonra kapı açıldı, hemşirem geldi.
Nermin / annesine koştu.
O vakit anladım ki deminden benim hissiz dudaklarıma kalkan el, beyaz ve pâk tavşanının, sevimli oyuncağının sert ayağıyla acıyan şu küçük elceğiz acısını unutmak için sıcak bir busenin hararet-i devasını bekliyordu
Malûmat, Sayı: 370, 9 Kânun-ı sani 1318 [22 Ocak 1903], s. 3186.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Busenin Şekl-i İptidaîsi

Busenin Şekl-i İptidaîsi

Gece yarısı... Gayet muhteşem, gayet süslü ve müheyyiç bir yatak odası...
…soyunan bu güzel kadının harekât-ı serabîsini seyrediyordum.
İşte üç yüz franka alınan bir leyle-i aşk!
…lâf olsun diye sordum: “Söylesenize, sadizm nedir?”
Teşvik, Sayı: 2, l0 Temmuz 1325 / 23 Temmuz 1909, s. 9-13.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Büyücü

Büyücü

Büyük Selâhattin kendisinden aman dileyen Kudüs’ü aldıktan sonra hiç durmamıştı.
Doğu tarafında kocaman bir Türk mahallesi vardı. Kılıçla, kalkanla, tolgayla, eğersiz atlar üzerinde gelenlerin çocukları
Doğan Bey de bunlardan biriydi. Babası, Alp Arslan’ın en eski kumandanlarındandı.
Şehirde her felâketi onun uğursuzluğuna yormak âdetti. Kuraklığı, fırtınaları, yangınları, kavgaları, cinayetleri hep o... “Büyücü Doğan” yapıyordu.
Selâhattin geldiği zaman, Emeviye Camii’nin önüne bütün Dımışk toplandı. O namazdan çıkarken “Ey Sultan! Bizi bu Büyücü Doğan’dan kurtar!” diye bağrıştılar.
Selâhattin “Canına dokunmayalım. Buradan çekilip gitsin...” kararını verdi. Vakıa o da büyüye, sihre inanmazdı. Ama, halkın istemediği bir adamı şehirde bırakmayı siyasete muhalif görüyordu.
Bir hafta geçmeden Büyücü Doğan unutuldu.
Şanlı galip hastalandı. Kulunç illeti onu kımıldamaz bir ıstırap yumağı hâline soktu. Hekimler ölüm zehriyle kaplanmış bu er meydanının hemen terkine lüzum gösterdiler.
Meydanı boş bulan mutaassıp salipçiler Akkâ’yı bütün kuvvetleriyle karadan denizden sardılar.
Frenk mühendisleri kulelerin ahşap kısımlarını derilerle kaplamışlar, üstüne sirke, çamur, sonra birtakım yanmaz eczalar sıvamışlardı.
Selâhattin bir sabah burçlardan birisinin tutuştuğunu gördü. Gözlerine inanamadı.
“Bu kaleleri biz yanmaz biliyorduk. Nasıl yaktınız?” diye sordu.
Kale içinde bir ihtiyar garip çıktı. ‘Bana istediğimi veriniz, bu burçları yakayım’ dedi. Ne istedi ise verdim; neft, kireç, pamuk, kil... Bir ay içinde üç bin tane humbara döktü. On beş gün de çalıştı, yedi oluklu, hiç görülmemiş bir mancınık yaptı. Bu sabah, ‘Artık işim bitti, isterseniz yakayım’ dedi. ‘Haydi yak!’ dedim. Yaktı.”
“Şimdi bu ihtiyar nerede?”
“Büyücü Doğan!”
“Ben bu hizmeti hasbetenlillâh yaptım. Ecrimi ancak Allah’tan isterim” dedi.
Akkâlıları göstererek ilâve etti: “Yalnız beni bunların elinden kurtar!”
Yeni Mecmua, C. I, Sayı: 22, 6 Kânun-ı evvel [Aralık] 1917, s. 434-436.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Cesaret

Cesaret

Perukâr salonu
…arkadaşımla oturuyor, sıramızı bekliyorduk.
…kapıya baktık. Yüreğimiz ağzımıza geldi. Aman ya Rabbi! O ne heybetti! Mübalağasız iki metre boy...
Sordum: “Bir ‘bit’ değil mi?”
“Hayır.”
“Ya ne?”
Bir at sineği...
Titremesi dinen dev, yavaş yavaş, doğruldu.
Yeni Mecmua, C. 2, Sayı: 31, 8 Şubat 1918, s. 93-95.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Cimnastiğe Dair – 2


Cimnastiğe Dair – 2


Cimnastikle hayatım arasında o kadar eski ve samimî bir irtibat vardır ki tâlâb-ı hatıratıma müntehidir.
…komşumuzun benden biraz büyücek çocukları vardı. Bunlar koca çayırın her tarafında perende atarlar…
Nihayet bir gün çocukluğun tabiî olan hicap ve lâubalîliği ile mahcup ve metecasir, bu perende atmayı, bu ellerle yürümeyi bana öğretmelerini onlardan istirham ettim.

“Efendiler, kuvvetli olmak istiyorsanız, (ceketinin üzerinden pazularını göstererek) işte benim kollarım gibi kalın, kuvvetli bir kola malik olmak istiyorsanız cimnastik yapacaksınız. Düşmemek için kollarınızın kuvvetlenmesi lâzımdır, onun için de çok idman yapacaksınız...”

İki senede o kadar terakki ettim ki muallimin muavini olmuştum.
İzmir, Sayı: 39 (393), 30 Teşrin-i evvel 1320 [12 Kasım 1904], s. 5-6.

(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Çakmak

Çakmak

Ulan İboş, sen be!”
“Vay Mıstık, sen ha?”
“Ben ya...”

Cigaralarını sardılar. Anadolu tütünlerinin, Rejinin, kaçakçıların aleyhinde küfürler savurarak içmeye başladılar. Her şeyden ziyade Anadolu’nun ahlâkından, hilekârlığından, geçimsizliğinden şikâyet ediyorlardı.
“Çakmağı ver diyorum.”
“Hangi çakmağı?”
“Ulan, inkâr mı ediyorsun?”

İboş mahkemeye müracaatla dava edeceğini söyledi. Hiddetle, kasabaya doğru giden yola atıldı. Hâlbuki Mıstık çakmağı çalmıştı. İçinden “Görmeden aldım. Şahit yok. Sepet yok. Bir yemin değil mi? Ederim” dedi.

... Tam dışarı çıkarlarken sevinen Mıstık’a hâkim, “Oğlum, sen on kuruş vereceksin!” dedi.
“Mahkeme masrafı...”

Vakit, Sayı: 25, 15 Teşrîn-i sânî [Kasım] 1333/1917, s. 2.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Çanakkale'den Sonra

Çanakkale'den Sonra

Ona akrabaları “meraklı”, uzaktan tanıyanlar “deli” derlerdi.
Acıbadem’deki evinden hiç dışarı çıkmaz
Gayet iyi bir tahsil görmüştü. İsterse çalışır ve para kazanabilirdi.
“Evlen, bu ümitsizlik senden geçer!” diyenlere:
“Dünyaya bir esir getirmek cinayetini kabul etmem” diye gülümserdi.

“Feylesof, bedbin, derviş, sinirli ve ilh...” derlerdi. Fakat hayır, o... sade bir ümitsizdi! Mektepten çıktıktan sonra okumaya başlamış, okudukça ümidini kaybetmiş, okuyup düşündükçe intiharı kurmuştu; ama – kuvvetli tahsilin neticesi olan– ilmi, fikri ona hâkimdi.
“Aceleye lüzum yok. Mademki talihimiz böyle... Bir köşeye çekilip ölümü beklemeli...” demişti.

İnsan olmak için mutlaka bir içtimaiyetin, bir milliyetin içinde bulunmak lâzımdı... Düşünüyordu: Kendisinin bir milliyeti yoktu; bir içtimaiyeti yoktu. Yalnız, hararetini hissedemediği, lisanından ve duasından bir şey anlamadığı müphem bir dini vardı.

Kendi ismini bilmeyen, kendi dilini yazmayan, düşmanlarını kardeşi tanıyan bir millet yaşayabilir miydi? Buna imkân var mıydı?

Bir güneş doğuyor sandı. Meşrutiyet ilân olunmuştu. Fakat beş on ay geçmeden ümitsizliği eskisinden beter oldu.

Ticaret, zenginlik, para, saadet tamamıyla yabancıların eline geçmişti. Kapitülâsyonlar bir milleti yavaş yavaş öldüren bir idam makinesi, bir gasp müessesesi idi.

İngiliz ve Fransız zırhlıları Çanakkale’yi geçemedi. Hicret edenler döndüler.
Yaşı elliye yaklaşıyordu. Saçları bembeyazdı. Fakat milletinin birden uyanışı, saadeti, hareketi onu gençleştirdi. Ve evlenmeye kalktı.
“Beyefendi, müjde!”
Yeni Mecmua, Sayı: 6, 16 Ağustos 1917, s. 119-120.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Çirkin Bir Hakikat

Çirkin Bir Hakikat

Oh ne çirkin şeyler... Bu hayat ne kadar sefil, bu cemiyet-i beşeriye, bu insanlar, bilhassa bu kadınlar ne kadar adî, ne kadar ruhsuz?
Ah bu kadınlar!..
Demek ki biz Kristal’de o adî, sevimsiz “Cafe Concert”in gürültülere, patırtılara birer mesken-i rezil olan soğuk mermerli masalarının kenarında çıplak kol ve bacaklarıyla göbek atan birkaç zavallı kızcağızın; hayatlarını namusları pahasına kazanan birkaç Alman fahişesinin sefaletlerine acırken o, -ah ismini söyleyemeyeceğim- o adî, o kaba, o her türlü hissiyattan mahrum, rezil herif burada imiş, benim odamda…
Edebî Serbest İzmir, Sayı: 3,
6 Teşrîn-i sânî 1324 [19 Kasım 1908], s. 5-6.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul