4 Temmuz 2012 Çarşamba

Şiir Tahlilleri


Şiir Tahlilleri


Tevfik Fikret – Cenâb
Helecanlarla geçen bir günün akşamında;
Mai bir gölgeliğin sine-i ârâmında,
Gecenin bir ebedî ân-ı semen fâmında,
Pür / sükûn, zemzeme-i hilkati gûş etdinse…

Varsa şairliğe ruhunda nüfuzun, hünerin,
Dolaşıp neş’e-i san’atle gülen didelerin
Çehre-i girye nikabında hayat-ı beşerin
Bir müşerrih gibi teşrih-i nükûş etdinse…

Bir şey anlarsın, evet, belki bu simadan sen,
Bir şey anlarsın onun şive-i takririnden;
Yazamam yoksa Cenab’ın sana mahiyyetini.

Şöyle temsil edeyim: Bir yeni ufk-ı meşhûd,
Bir semâ/pâre-i nev/dîde ki her çeşm-i şuhûd
Göremez, görse de idrak edemez füshatini.

Sözlük:
Sine-i ârâm: Dinlenme yeri, huzur veren göğüs
Semen-fâm: Yasemin renkli
Zemzeme-i hilkat: Yaradılışın şarkısı
Girye: Gözyaşı
Nikâb: Örtü
Müşerrih: Anatomist
Nükûş: Nakışlar
Füshat: Genişler
Gûş etmek: Dinlemek, işitmek
Meşhûd: Gözle görülmüş, görülen
Şühûd: Şahitler, tanıklar

Nesre çevrilmiş şekli
Kalp çarpıntısıyla geçen bir günün akşamında mai bir gölgeliğin huzurlu göğsünde gecenin yasemin renkli sonsuz bir anında sükûn içinde yaradılışın şarkısını dinledinse…

Şairliğe ruhunla nüfuz edebiliyorsan (şairliği ruhunda hissedebiliyorsan) ve hünerin varsa sanatın neşesiyle gülen gözlerin insan hayatının gözyaşıyla örtülü çehresinde dolaşıp bir anatomist gibi nakışları (resimleri) açabildinse.

Evet, belki bu çehreden sen bir şey anlarsın, onun konuşma üslûbundan bir şey anlarsın, yoksa sana Cenab’ın ne olduğunu anlatamam, yazamam.

Onu şöyle temsil edeyim: O görülen yeni bir ufuk, yeni görülmüş bir gök parçası ki her gören göz göremez, görse de genişlik ve derinliğini anlayamaz.

Tahlil
Tevfik Fikret, Rübab-ı Şikeste adlı kitabının Aveng-i Tesâvir bölümünde yer alan bu şiirde, Cenab’ın manevi portresini, onun sanatına, şiirlerine, mizaç ve karakterine dayanarak çizer.
İlk bölümde Cenab’ın şiirlerinde sıkça geçen iki tamlama dikkatimizi çekiyor; mâi gölge ve ân-ı semen fam. Cenab, “saat-ı semen-fam” tamlamasını kullandığı için dekadanlıkla suçlanmıştı.
Mâi bir gölge sözüyle empresyonist resme has bir üslûbu şiire dahil eden Tevfik Fikret, Cenab’ın tabiatta yeni renkler bulduğunu anlatmaktadır.
Yine birinci bölümde, Cenab’ın üzerinde çok durduğu musiki temasına “zemzeme-i hilkat” tamlamasıyla telmih yapılmıştır.
Şiirin genelinden yola çıkılarak söylenebilir ki Cenab için tabiat hem işitilen hem de seyredilen bir şeydir (gûş etmek fiilinden de bu sonuca ulaşıyoruz).

Şiirin ikinci bölümünde Cenab’ın insan hayatını adeta bir anatomist gibi en küçük ayrıntısına kadar incelemek arzusunda olduğunu görüyoruz. Müşerrih ve teşrih sözcükleriyle Cenab’ın mesleğine telmih yapılmaktadır.

Üçüncü bölümde Cenab’ı anlamanın kolay olmadığı, eserlerini, üslûbunu bilmeyenlere Cenab’ı anlatmanın mümkün olmayacağı anlatılıyor.

Dördüncü bölümde Cenab’ın edebiyatımıza yaptığı katkılardan söz ediliyor. Cenab’ın tabiata yeni bir gözle baktığı, tabiatın bir ruh olduğunu ve buna kâinat adını verdiği anlatılıyor.
Bu şiirde sentaks dikkati çeker. Şiirin ilk üç parçası bir cümledir. Bu yapı şiire muhteva ve ifade bütünlüğü kazandırıyor.
Servet-Fünuncular Parnasçılardan tablo gibi şiiri, sembolistlerden de müzik gibi şiiri almışlardır.  


Tevfik Fikret - Ömr-i Muhayyel
Bir ömr-i muhayyel... Hani gülbünler içinde
Bir kuşcağızın ömr-i bahârîsî kadar hoş;
Bir ömr-i muhayyel... Hani göllerde, yeşil, boş
Göllerde, o sâfiyet-i vecd-âver içinde
Bir dalgacığın ömrü kadar zaîl ü muğfel
Bir ömr-i muhayyel!

Yalnız ikimiz, bir de o: Ma'bûde-i şi'rim;
Yalnız ikimiz, bir de onun zıll-ı cenâhı;
Hâkîlere bahş eyleyerek hâk-i siyâhı
Dûşunda beyaz bir bulutun göklere âzim.

Her sahn-ı hakîkatten uzak, herkese mechûl;
Bir safvet-i masûmenin âgûş-ı terinde,
Bir leyle-i aşkın müteennî seherinde
Yalnız ikimiz sayd-ı hayâlât ile meşgul.

Savtındaki eş'ar-ı pür-âhenk ile mâlî,
Şi'rimdeki elhan-ı muhabbetle nagam-saz,
Ah istiyorum, göklere âmâde-i pervâz
Bir lâne-i âvârede bir ömr-i hayâlî...

Bir ömr-i hayâlî... Hani gülbünler içinde
Bir kuşcağızın ömr-i bahârîsî kadar hoş;
Bir ömr-i hayâlî... Hani göllerde, yeşil, boş
Göllerde, o sâfiyet-i vecd-âver içinde
Bir dalgacığın ömrü kadar zaîl ü hâlî
Bir ömr-i hayâlî!

Sözlük
Gülbün: Gülün bittiği yer, gülün yetiştiği yer
Sâfiyet: Temizlik
Aver: Getiren
Mugfel: Aldatılmış
Ma’bude: Peri, dişi ilham perisi
Zıll: Gölge
Cenah: Kanat
Dûş: Omuz
Âzîm: Yükselen, yönelen / niyetli
Safvet-i masume: Masum bir saflık
Âgûş-ı ter: Taze kucak
Müteennî: Temkinli
Sayd-ı hayâlât: Hayallerin avcılığı
Savt: Ses, seda
Eş'ar-ı pür-âhenk: Ahenk dolu şiirler
Mâlî: Çok fazla dolu
Nagam-saz: Nağme söyleyen
Âmâde-i pervâz: Göklerde uçmaya hazır
Hâlî: Boş / hâlâ: Boşluk

Nesre çevrilmiş şekli
Hayali bir ömür… Hani gül bahçeleri içinde bir kuşcağızın bir baharlık ömrü kadar hoş, hayali bir ömür… Hani yeşil, boş göllerde insanı kendinden geçiren saflığın içinde bir dalgacığın ömrü kadar geçici ve aldatıcı hayali bir ömür.

Yalnız ikimiz bir de o şiirimin perisi, yalnız ikimiz bir onun kanadının gölgesi. Kara toprağı topraktakilere bağışlayarak beyaz bir bulutun omzunda göklere gitmeye niyetli.

Her hakikat sahnesinden uzak, herkese meçhul bir masum saflığın taze kucağında bir aşk gecesinin temkinli sabahında yalnız ikimiz hayalleri avlamakla meşgulüz.

Sesindeki ahenkli şiirlerle, şiirindeki muhabbet şarkıları ile şakıyan göklere uçmaya hazır bir avare yuvada hayali ir ömür istiyorum.

Hayali bir ömür… Hani gülbünler içinde bir kuşcağızın bir baharlık ömrü kadar hoş, hayali bir ömür… Hani yeşil boş göllerde vecd getiren saflığın içinde bir dalgacığın ömrü kadar geçici ve boş bir hayali ömür.

Tahlil
Kuşların ömrü kısacıktır, dalgaların ömrü kısacık bir andır ve bunu gibi şairin hayalindeki saadet ülkesi de kısacık bir an, canlanıyor hayalinde.
İçerik bakımından Tevfik Fikret’in “Ne İsterim” adlı şiiriyle benzerlik gösterir. Ne İsterim adlı şiirinde Tevfik Fikret, özlediği hayatı ve içinde yaşamak istediği mekânı tasvir eder; mai bir göl yanında bir orman, ormanın sinesinde ay ışığı, perilerle kucaklaşan çiçekler, çimenlerde oynaşan ruhlar, bahar rüzgârının renkli şarkısı, rüzgârların kokulu fısıltıları.
Bu şiirde de bahis konusu, şairin özlediği, hayalini kurduğu saadet ülkesidir.
Şiirde içinde yaşanılan ve nefret edilen mekândan ve bunun aksi istikametinde saadet içinde yaşanılacağına inanılan başka bir mekân vardır. Servet-i Fünuncular içinde yaşadıkları mekândan kurtulmak için teşebbüslerde bulunmuşlardır, bir dönem gurup halinde Yeni Zelanda’ya göç etmeyi bile düşündüler.
Tabiat tasviri yaptığı diğer bazı şiirleriyle benzerlikler taşıyan bu şiirin nazım şekli serbest müstezattır.  

Tevfik Fikret – Ne İsterim
Mai bir göl, yanında bir meşcer;
Meşcerin sine-i sükûnunda
Münteşir iltimâ-i sâf-ı kamer;
Sonra birçok menâzır-ı hoş/ter,
Hilkatin subh-i pür-füsununda;
Hâke revnak veren güzellikler;
O perilerle koklaşan ezhâr,
O çemenlerde oynaşan ervah,
O mülevven sürûd-i şuh-ı behâr,
O muattar müşafehât-ı riyâh…

Bunların ortasında bir lâne,
Bi/hazer bir hayat-ı mürgâne
Mütecerrid bütün alâyikden;
Mütebaid bütün hakâyikden;
Daima bi/gâye, bi/seher, bi/hâb,
Hep o âsûde rûh saatler,
Hepsinin zirvesinde bir küme dûd,
Sonra bitmez bir âsûman-ı kebûd…

Sözlük
Meşcer: Orman
Müteşir: Yayılmış, açılmış
İltimâ-i sâf-ı kamer: Parıldayan saf bir ay
Menâzır: manzaralar
Subh-ı pür/füsun: Büyü dolu sabahın
Revnak: Parlak
Ezhâr: Çiçekler
Ervâh: Ruhlar
Mülevven: Renkli
Sürûd-i şuh-ı behâr: Baharın o renkli şuh şarkısı
Muattar: Itırlı, kokulu
Müşâfehat: Ağız ağıza
Riyah: Rüzgârlar
Lane: Kuş yuvası
Bi/hazer: Hiç korkusuz / kaçınmadan
Mürgâne: Kuşlar gibi
Mütecerrid: Soyunan, tek başına kalan
Alâyik: Alakalar
Mütebaid: Uzak
Hakayık: Hakikatler
İltizaz: Lezzet
Şebâb: Gençlik
Âsûde: Rahat, gailesiz
Dûd: Duman
Kebûd: Gök rengi, mavi

Tahlil
Ömr-i Muhayyel’de olduğu gibi bu şiirinde de özlediği saadet ülkesini anlatıyor. Şiirde isim cümlecikleri ağırlıklıdır, bunun sebebi statik bir dünyayı anlatmasıdır. Hareketli bir dünya anlatmak isteseydi daha uzun cümleler kurup daha fazla fiil kullanırdı.

Tevfik Fikret – Sabah Ezanında
Allahü ekber... Allahü ekber...
Bir samt-i ulvî: Güya tabiat
Hâmûş hâmûş eyler ibâdet.

Allahü ekber... Allahü ekber...
Bir samt’i nâlân: Güya avalim
Pinhan ü peyda, nevvâr ü muzlim
Etmekte zikr-i Hallâk'ı dâim.

Allahü ekber... Allahü ekber...
Bir samt-ı ulvi: Kalb-i tabiat,
Bir samt-ı nâlân: Rüh-ı avâlim
Etmekte zikr-i Hâllâk’ı dâim
Etmekte ra’şân ra’şân ibâdet.

Sözlük
Samt-ı ulvi: Yüce suskunluk
Hâmûş: Sessiz, susmuş
Nalân: İnleyen
Avalim: Dünyalar
Pinhan: Gizli
Nevvâr: Ağlayan, inleyen
Muzlim: Karanlık
Ra’şân: Titrek, titreyen
(1897)

Nesre çevrilmiş şekli
Allah en büyüktür… Allah en büyüktür…
Sanki tabiat yüce bir suskunluk ile sessiz sessiz ibadet eder.

Allah en büyüktür… Allah en büyüktür…
Sanki inleyen bir sessizlik olan gizli ve aşikâr, ışıklı veya karanlık alemler daima Yaradan’ı zikretmektedir.

Allah en büyüktür… Allah en büyüktür…
Yüce bir suskunluk içerisinde olan tabiat, inleyen bir sessizlik olan alemler daima Allah’ı zikretmekte ve titreye titreye ibadet etmektedir.

Şair ezan sesinin müzikalitesinden söz ediyor. Müslümanların duygularından yola çıkmaz. Her bölümün başında tekrarlanan “Allahü ekber” lafızlarıyla şiire musikiyi vermeye çalışmıştır. Şiirin genelinde din, içten hissedilen bir duygu değil, seyredilen bir tablodur.
Şiirde tabiat unsurları beşerileştirilir: birinci bölümde tabiatın sessizce ibadet etmesi, ikinci bölümde alemlerin inlemesi ve Allah’ı zikretmesi, üçüncü bölümde tabiatın kalbi, alemlerin ruhu ve bunların Allah’ı zikredip ibadet etmeleri gibi…
Şair ezan sesinin kendi ruhunda uyandırdığı intibalardan söz etmez, sübjektif bir durumu objektifleştirir.
Şiir, ses üzerinde kurulmuştur.

Tevfik Fikret – Yağmur

Küçük, muttarid, muhteriz darbeler
Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz
Olur dembedem nevha-ger, nagme-saz
Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz
Küçük, muttarid, muhteriz darbeler...

Sokaklarda seylabeler ağlaşır
Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır;

Bulutlar karardıkça zerrata bir
Ağır, muhtazır dalgalanmak gelir;

Bürür bir soğuk, gölge etrafı hep,
Numayan olur gündüzün nısf-ı şeb.

Söner şimdi, manzur olurken demin
Hayulası karşımda bir alemin.

Açılmaz ne bir yüz, ne bir pencere;
Bakıldıkça vahşet çöker yerlere.

Geçer boş sokaktan, hayalet gibi,
Şitaban u puşide-ser bir sabi;

O dem leyl-i yadımda, solgun, tebah,
Surur bir kadın bir rıda-yı siyah

Saçaklarda kuşlar -hazindir bu pek! -
Susarlar, uzaktan ulur bir köpek.

Öter guş-ı ruhumda boş bir enin,
Boğuk bir tezad-ı sukun u tanın;

Küçük, pür heves, gevherin katreler
Sokaklarda, damlarda pür ihtizaz
Olur muttasıl nevha-ger, nağme-saz
Sokaklarda, damlarda pür ihtizaz
Küçük, pür heves, gevherin katreler...

Sözlük
Muttarid: Tek düze
Muhteriz: Ürkek, çekingen
İhtizaz: Titreyiş
Dem-be-dem: Durmadan, daima
Nevha-ger: Yüksek sesle ölmüş için ağlayan, ağıt yakan
Nağme-saz: Şarkı söyleyen
Seylâbe: Su birikintileri
Zerrata: Zerreler
Muhtazır: Can çekişen
Tebâh: Boğuk, çürük, yıkılmış
Ridâ-yı siyah: Siyah örtü
Ridâ: Kara çarşaf
Gûş-i ruh: Ruh kulağı
Enin: İnilti
Tezad-ı sükûn u tenin: Sakinliğin ve çınlayışın tezadı
Katre: Damla
Muttasıl: Sürekli
Nümâyân: açık seçik olmak, görünmek
Nısf-ı şeb: Gece yarısı
Manzur: Görünmek
Heyûla:  kötü hayal
Şitâbân: Koşan
Püşide-ser: Başı örtülü

Tahlil
(1)
Küçük tek düze, ürkek darbeler, kafeslerde, camlarda titreyiş dolu devamlı ağıt yakar, türkü söyler. Küçük tek düze ürkek darbeler.
(2)
Sokaklarda su birikintileri ağlaşır, ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır.
Bulutlar karardıkça zerrelere ağır bir can çekişen dalgalanmak gelir.
Muhteriz darbeler / Sıfat tamlaması
Muttarit darbeler / Sıfat tamlaması
Küçük darbeler / Sıfat tamlaması
Ağır, muhtazır dalgalanmak / ikili sıfat tamlaması
(3)
Etrafı hep soğuk bir gölge bürür, gündüzün gece yarısı gibi görünür.
Soğuk gölge / Sıfat tamlaması
Nısf-ı seb / (Farsça) Belirtisiz isim tamlaması
Nümâyan olmak / Birleşik fiil
(4)
Demin âlemin kötü hayali karşımda görünürken, şimdi söner.
Âlemin heyulası / İsim tamlaması
(5)
Ne bir yüz, ne bir pencere açılmaz (bugünkü kullanımda “açılır”) bakıldıkça yerlere vahşilik çöker.
(6)
Koşan ve başı örtülü bir çocuk boş sokaktan hayalet gibi geçer.
(7)
O zaman hatıramın gecesinde solgun ve yıkılmış bir kadın siyah bir örtüyü sürür.
Leyl-i yâd / (Farsça) İsim tamlaması
Solgun, tebâh kadın / (Farsça) Sıfat tamlaması
Ridâ-yı siyah / (Farsça) İsim tamlaması
(8)
Saçaklarda kuşlar / bu pek hazindir!
Susarlar, uzaktan bir köpek ulur.
(9)
Ruhumun kulağında boş bir inilti, boğuk bir sakinlik ve çınlayış tezadı öter.
Ruhumun kulağı / Belirtili isim tamlaması
Boş bir enin / Sıfat tamlaması
Boğuk tezâd / Sıfat tamlaması
Tezâd-ı sükûn / İsim tamlaması
(10)
Küçük, heves dolu, mücevherden yapılmış damlalar, sokaklarda, damlarda titreyerek durmadan ağlar, şarkı söyler.

Vezin: fe û lün / fe û lün / fe û lün / fe ûl
Vezin, şiire ritim ve ahenk kazandırır.
Şair şiirde yağmuru seyrediyor. Kendisi yağmur altında değildir, duyularıyla yağmuru idrak eder. Şiirde yağmur sesini vermeye çalışıyor. Kelime tekrarlarının nedeni budur. Müzikaliteyi arttırmak için aliterasyona başvuruyor. En çok tekrarlanan konsonantlar s, r, ş harfleridir.

Yağmur küçük damlalar halinde başlıyor, ikinci parçada damlaların büyümesi söz konusudur, daha sonra da sel haline gelir. Yağmur harekete dayalı olduğu için şiirde çok fazla fiil kullanılmış.
Şiir bütünüyle bir tablo şiiridir. Hem göze hem de kulağa hitap etmeye çalışır.

Tevfik Fikret – La Dans Serpantin
Mahmûr ü müzehher, mütelevvin, mütenevvir,
Bi fecr-i behârî gibi zulmetler içinden
Reyyan-ı tebessüm doğuyor; şimdi muayyen
Bir şekl-i sehabide melekler gibi tâir,
Derken mütegayyir,
Bin hey’ete birden giriyor, berk-ı hırâmı
Hatfeyliyor enzar-ı heves-dâr-ı garâmı

San’at sarı, mor, penbe, yeşil, kırmızı, mai
Elvân-ı ziyâiyyeye bir kudret-i cevlân
Bahşeyliyerek hepsi perîler gibi mahfî
Mahfî ve sükûnetli adımlarla şitaban

Etrafını birden sarıyorlar; o, semavî
Bir tûde-i ezhâr-ı muhayyel gibi lerzan,
Lerzân ü perişan dönüyor… bir şeb-i sâfî
Tenvir ediyor sanki bir avize-i raksân.
Bağzan sönecekmiş, bitecekmiş gibi nâçâr,
Meyyâl-i tefekkür, mütereddid, süzülürken
Bir darbe-i şeh-bâl ile bir hamlede, birden
Tecdîd-i hayat eyleyerek, aşk-ı füsunkâr
Şeklinde bedîdâr,
Bin şigr ile tehziz ediyor kalb ü hayâlî
Her cilve-i nâzendesi, her cümbüş-i bâli

Bağzan kocaman bir kelebekdir ki müzehheb
Pervaz-ı hamûşânesi birlikde sürükler
Enzâr-ı temâşanızı, bağzan da mutarra
Bir zanbağa benzer ki değildir mutasavver
Bir mislini görmek şu tabiatde, mükevkeb
Tirâje-nümâ… Hem bu güzellikle beraber
Yapraklarının lerziş-i mestinde hüveydâ
Bir çehre-i pür-ağd-i emel, çehre-i dilber

Ey sihr-i nazar-perver-i san’at, mütenevvir
Bir fecr-i behârî gibi zulmetler içinden
Doğdun, yine zulmetlere döndür; ebediyyen
Fikrimde seher-hıyz olacaktır sana dair
Bir leyl-i serâir
Bir leyl-i serâir ki bütün şûh-u mülevven
Güllerle, güneşlerle, emellerle müzeyyen!

Sözlük
Mahmur: Uykulu
Müzehher: Çiçekli
Mütelevvin: Renkli
Mütenevvir: Nurlu
Fevr-i beharî: Bahara ait fecr
Reyyân-i tebessüm: Gülümseyişe kanmış
Müzeyyen: Belirli
Şekl-i sehabi: Buluta benzer şekil
Tâir: Uçan, uçucu
Mütegayyir: Birdenbire değişme
Heyet: Şekil, görünüş
Berk-i hıram: Salınışın şimşeği
Enzâr-ı heves dar-ı garam: Aşka hevesli bakışlar
Hatfeylemek: kamaşmak
Elvân-ı ziyâiyye: Işık veren renkler
Kudret-i cevelân: Kuvvetli akış
Mahfî: Gizli
Şitabân: Koşan, koşarak
Tude-i ezhâr: Çiçek yığını
Şeb-i safî: Saf gece
Tenvir etmek: Aydınlatmak
Darbe-i şehbâl: Kanat darbesi
Tecdid-i hayal: Birden canlanmak
Bedi-dâr: Belirmek
Tehziz: Titreme
Cilve-i nazande: Nazlı cilve
Cümbüş-i bâl: Kanat oynatma
Müzehheb: Altından
Pervaz-i hâmûşane: Sessizce uçuş
Enzar-ı temaşa: Hayranlıkla seyreden bakışlar
Mutarra: Taze, körpe
Mutasavver: Tasavvur edilmiş
Mükevkeb: Yıldızlı
Tiraje-nümâ: Gökkuşağı gösteren renkli
Lerziş-i mest: Kendinden geçmenin titreyişi
Hüveydâ: Açık, meydanda, görünen
Çehre-i pür-va’d-ı emel: Emel vaadiyle dolu çehre

Tahlil
(1)
Uykulu, renkli, çiçekli, ışıklı, bahara ait bir fecr gibi karanlıklar içinden tebessüme karışmış bir şekilde doğuyor.
Şimdi belirli bir buluta benzer şekilde melekler gibi uçuyor. Derken değişerek şekle giriyor. Salınışının şimşeği aşkın hevesli bakışlarını, gözlerini kamaştırıyor.
(2)
Sanat, sarı, mor, pembe, yeşil, kırmızı, mavi gibi ışıklı renklere bir akışın kudreti bahşeyleyerek hepsi periler gibi gizli gizli ve sessiz adımlarla koşarak
(3)
Etrafını birden sarıyorlar o göğe ait bir hayali çiçekler yığını gibi titrek titrek ve perişan dönüyor. Raks eden bir avize sanki saf bir geceyi aydınlatıyor.
(4)
Bazen sönecekmiş, bitecekmiş gibi çaresiz düşünmeye meylederek tereddütlü süzülürken bir kanat darbesiyle bir hamlede birden canlanarak büyüleyici bir aşk şeklinde beliriyor, açık ve seçik olarak ortaya çıkıyor, her nazlı cilvesi, her kanat cümbüşü kalbi ve hayali bin şiir ile titretiyor.
(5)
Bazen altın kanatlı kocaman bir kelebek gibi sessizce uçuşu onu hayranlıkla seyreden bakınışınızı birlikte sürükler. Bazen de taze, tasavvur edilmesi mümkün olmayan bir zambağa benzer.
(6)
Şu tabiatla onun (yılan) gibi yıldızlı gökkuşağına benzeyen bir başka örneğini görmek mümkün değil (Yılanın derisi çok değişik renkli ve parıltılı olduğu için yıldızlı gökkuşağına benzetiliyor).
Hem bu güzellikle beraber yapraklarının kendinden geçmişçesine titreyiş içinde, emel vaadiyle dolu bir çehre, bir güzel çehresi açıkça görülür.
(7)
Ey sanatın gözü okşayan sihri, ışıklı bir bahar fecri gibi karanlıklar içinden doğdun, yine karanlıklara döndün. Sana dair sırlı bir gece ebediyyen fikrimde doğacaktır. Güllerle güneşlerle, emellerle süslü, renkli ve bütün şen ve neşeli bir sırlı gece.

Tevfik Fikret bu şiirinde sanattan nasıl etkilendiğini anlatır. Şiirin bütününde seyrettiği bir dansı betimler. Şairin gayesi, dansözün hareketlerini takdi’ler aracılığıyla anlatmaktır.
Dansöz önce küçük ve seri adımlarla ortaya çıkıyor. Yavaşlıyor, bütün vücuduyla görülüyor sonra yeniden hareketleniyor. Fikret, dansözün bu geçişlerini küçük mısralarla verir. Şiir boyunca bu hareketliliği takdi’lerle vermeye devam eder.
Birinci parçada “r” ünsüzü sık kullanılmıştır. Bu şiirde “r” ünsüzü genellikle yumuşak kaypak hareketleri ifade etmek için kullanılmıştır.
Sık tekrarlanan diğer bir ünsüz “n” harfidir. Bununla da şiire musiki kazandırmaya çalışır.
Tevfik Fikret’in pek çok şiirinde olduğu gibi burada da amacı, gözüyle gördüğü bir tabloyu sözcüklerle aktarmaktır.

Tevfik Fikret – Promete
Kabinde her dakîka şu ulvî tahassürün
Minkâr-ı âteşini duy, dâimâ düşün:
Onlar niçin semâda, niçin ben çukurdayım?
Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayım? ...
Yükselmek âsmâna ve gülmek ne tatlı şey!

Bir gün şu hastalıklı vatan canlanırsa... Ey
Müştâk-ı feyz ü nûr olan âtî milletin
Meçhul elektrikçisi, aktâr-ı fikretin
Yüklen, getir -ne varsa- biraz meskenet-fiken,
Bir parça rûhu, benliği, idrâki besleyen
Esmar-ı bünye-hîzini; boş durmasın elin.
Gör dâimâ önünde esâtîr-i evvelin
Gökten dehâ-yı nârı çalan kahramânını...

Varsın bulunmasın bilecek nâm-ü şanını.

Sözlük
Tahassür: Özlemek, hasret çekmek
Minkâr-ı ateşin: Ateşten gaga
Âsman: Sema
Müştâk-ı feyz u nur: Feyze ve nura susamış
Aktâr-ı fikret: Fikir ülkeleri
Meskenet-fiken: Miskinliği gideren
Esmar-ı bünye-hîyz: Bünyeyi besleyen meyveler
Esâtir-i evvel: Evvel zaman masalları
Dehâ-yı nâr: Ateşin dehası

Tahlil
Kalbinde her dakika şu yüce hasretin yakıcı gagasını duy. Onlar niçin gökte, ben niçin çukurdayım; cihan bana neden gülsün de, ben yalnız ağlayayım diye daima düşün, göğe yükselmek ve gülmek ve gülmek ne tatlı şeydir.

Ey feyz ve nura susamış olan milletin istikbalinin meçhul elektrikçisi, şu hastalıklı vatan bir gün canlanırsa, fikir ülkelerinden biraz miskinlik giderici, bir parça ruhu, benliği, idraki ve vücudu besleyen meyvelerini, ne varsa yüklen, getir. Elin boş durmasın. Daima önünde mitolojinin gökten ateşin dehasını çalan kahramanını gör… Varsın senin adını, şanını bilecek bulunmasın.

Şiirdeki elektrikçi Promete’dir. II. Meşrutiyet devrinde yazılmış, didaktik bir şiirdir.
Şiirdeki hâkim fikirler:
1-      Medeni olabilmek için Batının teknik ve medeniyetini almak gerekir.
2-      Teknik sahada ilerleyebilmek için bu ilerlemeyi başarmış ülkeleri örnek almak gerekir.
3-      Türkiye’nin kurtuluşu teknik ve medeniyettedir.
4-      Vatan için şahsi menfaat gözetmeden çalışmak gerekir.



Cenab Şahabeddin – Son Arzu
Birlikte terk-i cism edelim mevte, bir gece
Mest-i garâm iken,
Kursun bahar, ruhumuz üstünde gizlice
Bir türbe-i semen
Olsun tuyûr-ı ruhumuz havz-i türâb
Bir lâne-i şegâf
Tâ haşre dek mesiremiz olsun pür-âb ü tâb
Bir sâhil-i sedef
Olsun şeb-i kıyamete dek hem-sürûdumuz
Bir cûy-ı nağme-hiyz
Kaslın sular lebinde dil-i yek-vücûdumuz
Mes’ud u hande-rîz
Tev’em sürûşlar gibi ayn-ı cenâh ile
Uçsun hayalimiz
Gezsin hadika-i ebediyyette el ele
Âmâl-i bâlimiz
Bir bedr-i mübtedi
Bir bûse-i muzî tuta fevkinde onların
Bir mâh-ı semedî

Vezin: Mefûlü fâilâtü mefâîlü fâilün
Mefûlü fâilün

Sözlük
Mest-i garâm: Aşkla kendinden geçmiş
Tuyûr-ı ruh: Ruhumuzun kuşları
Havza-i türâb: Toprak yığını
Lâne-i şegâf: Aşk yuvası
Pür âb ü tâb: Işık ve suyla dolu
Hem-sürûdumuz: Birlikte şarkı söylemek
Cüy-ı nağme hîz: Şarkı söyleyen ırmak
Hande-rîz: Gülen, gülüş saçan
Tev’em: Eş, ikiz
Sürûş: Melek
Hadîka: Bahçe
Âmâl-i bâlimiz: Kanadımızın emelleri
Âlem-i şevkinde: İstek, derin istek âlemi
Bedr-i mübtedi: Yeni doğan şey, hilal
Bûse-i muzî: Işıklı öpüş
Mâh-ı sermedi: Daimi ay, ebedi ay

Nesre çevrilmiş şekli
(1)
Bir gece aşkla kendinden geçmişken, birlikte ölüme gidelim, bedenimizi terk edelim.
(2)
Bahar gizlice ruhumuz üstünde yaseminden bir türbe kursun.
(3)
Toprak yığını ruhumuzun kuşlarına bir aşk yuvası olsun
(4)
Işıklı ve sulu, sedeften bir sahil ta kıyamete dek bizim gezinti yerimiz olsun
(5)
Şarkı söyleyen ırmak kıyamet gecesine dek bizimle birlikte şakısın
(6)
Tek vücut olmuş gönlümüz suların dudağında mesut ve gülüş saçarak kalsın
(7)
Hayalimiz ikiz melekler gibi aynı kanatla uçsun
(8)
Kanadımızın emelleri sonsuzluk bahçesinde el ele gezsin
(9)
Yeni doğmuş ay onların şevk âleminde avize olsun
(10)
Ebedi bir ay onların üstünde adeta ışıklı bir öpüş olsun.

Tahlil
Şiirin ana teması birlikte ölmektir. Bunun dışında aşk, tabiat ve ışık şiirde dikkati çeken diğer temlerdir.
Bu şiirin şekli eski klasik müstezattır. İçerik bakımından hayli yenilikçidir.
Tevfik Fikret’te olduğu gibi, Parnasçılardan tablo gibi şiiri, sembolistlerden de musiki gibi şiiri bir şiirde birleştirmeyi denemiştir.
Şiirde kozmik bir zaman tasavvur edilmekle birlikte, gece ile ilgili kelimeler sıklıkla kullanılmıştır.
Mekân olarak geniş tabiat tasvirlerine yer verilmiştir. Kişiler ise şair ve sevgilisidir.
Şiirde birlikte ölmek isteği ile ölümü aşmak arzulanmakta. Sevgililer öldükten sonra bile birlikte olmak isteğindeler.
Şiirde estetik unsurlar ön plandadır.
Jung’un arketip kuramına örnek olması bakımından birlikte ölmek teması dikkat çekmektedir.
Şiirde musikiyi verebilmek için aliterasyonlar kullanılmıştır. S, ş, r en çok tekrar eden sessiz harflerdir.



3 Temmuz 2012 Salı

Metin Tahlilleri


Metin Tahlili Metotları

Türkoloji dört şekilde genellenebilir:
- Eski Türk dili
- Eski Türk edebiyatı (13. YY. – 19. YY. (1839 Tanzimat Fermanı’na kadar)
- Yeni Türk dili
- Yeni Türk edebiyatı

Metin tahlil edilirken kullanılan metotlar
-          Stilistik metot
-          Sosyolojik metot
-          Psikolojik metot
-          Mitik metot

Kavramlar düşünce birimleridirler. Kelimelerle ortaya koyulurlar.
Devlet: İnsanların hayatlarını düzenleyen (biçimlendiren) organizasyonlardır. Devlet, toplumu bir araya toplar, şekillendirir ve yürütür.
Millet: Devletin bir araya topladığı insanların bütünüdür. Millet, dinamik bir kavramdır. Tarih boyunca Türkler çeşitli devletler kurmuşlardır. Tüm bu süreçteki dinamik unsur millettir.
Dil: Milleti insan yığını olmaktan kurtaran dildir. Millet, ortak bir dil etrafında kültürel yapı oluştururlar. Dil, sosyal bir olgudur. Yalnızca sesten ibaret değildir. Dil, kendini esas olarak edebiyat sahasında gösterir.
Din: Türkler İslamiyet’e girmede önce çeşitli inançları benimsemişlerdir. Sin, sosyal mir müessesedir. İnsanları bir araya toplar.
Tarih: Kültür, din, dil, sanat ve edebiyat tarih içinde gelişerek ortaya çıkarlar.

Türk edebiyatı alanındaki ilk belgeler 739 yılındaki Orhun Yazıtlarıdır. Bu hitabelerde Türk hakanları Türk halkına hitap etmektedirler. Türkler tarih boyunca konuştukları farklı dillerde pek çok eserler ortaya koymuşlardır.
Yazıya dökülmüş her eser geniş anlamda edebiyattır.

Tenkit: Eleştiri, tüm edebi eserleri ölçen/tartan yöntemlere denir.

Edebi bir eser ele alınırken;
1-      İnsan (kişileştirme)
a)      Vücut yapısı
b)      Şahsiyet ve karakter
c)      Duygu, düşünce ve hayal
d)     Kıyafetleri
2-      Mekân
a)      Açık mekân
b)      Kapalı mekân
3-      Şahıslar arası münasebet: Çatışma çok önemlidir.
4-      Vâka
a)      Başlangıç
b)      Gelişme
c)      Sonuç
5-      Zaman
6-      Üslûp = Dilin kullanım tarzı

Sami Paşazade Sezai - Pandomima
1-      Vâka:
Pascal adında çirkin, fakir bir adamın Eftalya adındaki güzel, zengin bir kıza aşık olması ama sosyal durum farkından dolayı aşkının karşılıksız kalması, Eftalya’nın evlenmesi üzerine Pascal’ın intihar etmesi.
2-      İnsanlar:
Pascal= Şişman, kaba, çirkin
Eftalya= Genç, güzel
Hikâyede çatışma vardır. Pascal, Eftalya’yı gerçek bir aşkla sevmektedir. Eftalya ise Pascal’ı ölen köpeğine benzettiği için sevmektedir.
3-      Mekân:
Birinci paragrafta Pascal’ın oturduğu Haseki tarafında bir çıkmaz sokakta, mezara benzer, terkedilmiş bir yerdir.

Pandomima’daki yabancı sözcükler:
Nuhat: Sümüğe benzeyen yapışkan maddeler, çevrilmiş, sarılmış.
Hâl-i nisyan: Unutulmuş
Metrukiyet:  Bırakılmışlık, terkedilmişlik
Beytiye: Ev
İştirâ: Satın alma
Tedarik: Temin etmek
Cihet: Yan, yön, taraf, yüz, sebep, vesile, bahane, hizmet, vazife
Tecdid: Yenilenme, yenileme, tazeleme
Tehziz: Hareket ettirme, titretilme
İzhar: Gösterme, meydana çıkarma, yalandan gösteriş
Tezeyyun: Süsleme
Lâne-saz: Düzenli yuva
Âdem-i-zi-bal: Dünyanın sahip olduğu yürek
Hâmil: Yüklü, gebe, sahip, taşıyan, götüren, adı kötüye çıkmış kimse
Avdet: Geri dönme
Azimet: Gitme, gidiş
Muaşaka: Sevişme
Gubar: Toz
Gubar-ı gam-âlud: Toz olup bulaşmış
Müteşekkir: Düşünen, düşünce sahibi
Kurun-ı vusta: Bir zaman ortada olan
Vâsıl: Erişen, ulaşan, kavuşan
Münhedim: Yıkılan, yıkılmış
Kûşe-i nisyan: Unutulmuş köşe
Tayeran: Uçma, havada gaz olma
Tuyûrûn: Kuşlar
Zîr-i Pâ-yı: Ayağın altı
Ta’lik: Asma, asılma, bir şeye bağlı gösterme
Lu’biyat etmek: (sahnede) oyun oynamak
Tekmil: Bitirme, tamamlama
Zerrat: Ufak parçalar
Zerin: Altından yapılmış, parlak
Amûd: direkli sütun
İnhitat: Düşme, aşağılanma
Metaib: Seçilmiş güzel şeyler
Mesai: Çalışmalar
Terekküp: Karışıp birleşme, meydana gelme
Kesret: Çokluk, bolluk
İstimal: Kullanma
Muharrik: Tahrik eden, çok hararet veren
Tıflane: Çocukça
Müdavim: Devam eden
İstihza: Alay etme
Nâkıs: Başını daima öne eğen
Kemal-i Hilkat: Tam yaratılmış
İhtiraz: Sakınma, çekinme, korkma
İnkisar: Kırılma, gücenme
Güzar etmek: Geçmek, geçiş
İk’ad etmek: Oturtmak
Kemal-i havt: Korkma

Hüseyin Rahmi Gürpınar – Ecir ve Sabır
Vaka
Behiye Hanım’ın çocuğu ölür. Kadın çok üzgündür. Komşuları taziyeye geliyor. Komşuların sırayla ziyarete gelmesi kadını daha da üzüyor. Behiye Hanım, sürekli hale gelen üzüntüye dayanamıyor ve ölüyor. Kadının annesi, yine taziye için gelen komşuları sopayla kovalıyor. Koşuları da kadını delirdiği gerekçesiyle tımarhaneye kapattırıyor.
İnsanlar
Behiye Hanım, annesi Şekure Hanım ve komşular.
Komşu tiplemeleri oldukça kalabalık bir kadroya neden oluyor.
Mekân
Olaylar, ev içi kapalı bir mekânda geçer
Zaman
Çocuğun ölümünden önceki yaşantısı, çocuğun ölümünün ardından ailenin yaşadığı üzüntü ve komşuların taziye ziyareti için eve gelmeleri üç ayrı zaman diliminde işlenmiştir.

Hüseyin Rahmi hemen bütün eserlerinden örf ve adetler üzerinde durur. Bu bakımdan eserleri sosyal tenkit içermektedir. Bu eserde de ecir ve sabır dilemek için eve gelen komşuların adeta mekanik bir hal almış olan davranışları hikâyeye mizahi bir derinlik katmaktadır.
Hüseyin Rahmi, devrinin ağır anlatımıyla konuşurken mahalleli kadınlar günlük dille konuşmaktadırlar. Dildeki bu farklılık hikâyenin üslûbunu belirliyor. Dönemin dini ve kültürel adetleri mahalleli kadınlar aracılığıyla anlatılırken yazarın üslûbu hayli alaycıdır.
Ölen çocuğun zekası yüceltilirken mahalle kadınlarının zeka düzeyleri arasında bir kıyaslama yapılıyor (yazar bunu okurların algısına bırakıyor).
Hikâyenin ana fikri, aşırıya giden davranışların yarattığı gülünç durumları gözler önüne sermektir.  
Hikâyenin tahlili için dikkat dilecek hususlar;
a)      Ana fikir
b)      Vaka
c)      İnsanlar
d)     Zaman ve mekân
e)      Üslûp ve yazarın kullandığı dil

Halit Ziya Uşaklıgil – Ferhunde Kalfa
Ana fikir: Hayal kırıklığı anlatılır.
Vaka: Hikâyede Ferhunde Kalfa’nın kaderi işlenir. Ferhunde, zengin bir Osmanlı ailesinin yanındadır. Evin Hasna adında bir kızı vardır. Hikâyede her iki kız arasındaki sosyal farklılıklar öne çıkar.
Eve görücü gelir ve Hasna evlenir. İlerleyen zamanda Hasna’nın bir oğlu olur. Oğlu büyüyüp evlenir. Bu zaman zarfında Hasna hâlâ daha evlilik hayalleri kurmaktadır. Yaşlanmaya başlayan Ferhunde, bahçıvanla evlendirilir.
Ferhunde’nin hayal kırıklığıdır hikâyedeki asıl düşünce. Hikâyede mekânlara fazla önem verilmemiş, zaman daha fazla göze çarpar.
İnsanların hayata bakışı sınırlıdır ve de insandan insana değişir.
Ferhunde içe dönük bir tiptir. Kırık bir aynadan kendine bakar. Kendini güzel kabul eder. Halit Ziya bu hikâyesinde insanlara içten bakmaktadır. Hüseyin Rahmi ise dış gözlemlerle olayı işlerken karakterlerini konuşturarak onların kişiliklerini ortaya koyar. Halit Ziya, daha fazla psikolojiye giriyor, karakterlerinin duygularına umutlarına yer veriyor.
Yazarın olaylara her şeyi gören bir bakışı vardır.

Ömer Seyfettin – Başını Vermeyen Şehit
Türkçeyi edebiyat dili haline getirmeye çalıştığımız bir dönemde yazılmıştır. Bu dönemin dili sade, günlük konuşma dilidir.
Milli edebiyatı geliştirmeye başladığımız bu dönemde, işlenen konularda millidir. Türkün kendine mahsus yapısı, karakteri, hayata bakışı anlatılarda dikkat edilen hususlardır.
Ömer Seyfettin’in bu hikâyesi tarihi bir konu içerir. Tarihimizde önemli bir yer tutan gazi tiplemesi ele alınır. Mekân tasviri ve şahıs portrelerine yer verilmez.
Kızıl Elma; ulaşılacak, ele geçirilecek yer, hedef manasındadır.

Refik Halit Karay – Şeftali Bahçeleri
Öykü dış mekân ve tabiat tasviriyle başlıyor. Hemen ikinci paragrafta şeftali bahçeleri anlatılıyor. Kasabanın idarecisi, dünya zevklerinden hoşlanan biridir. Yazar bu hikâyesinde Sadabad ile kasabanın zevk ve sefa bakımından kıyaslamasını yapıyor.
İdealist bir tip olarak Agah Efendi tanıtılır. Jön Türk hareketine katılmış olan Agah Efendi ayakları yere basmayan bir idealisttir. Yazar, onun bu haliyle alay eder. Kasabalının uyuşuk, zevk ve safaya düşkün halleri, Agah Efendi ile aralarında tezat oluşturur.
Agah Efendi, uzun süre Avrupa’da kalmış ve döndüğünde, edindiği bilgileri yaşadığı kasabaya tatbik etmek istemiştir. Kendi milletini yeterince iyi tanıyamamıştır.
Hikâye II. Abdülhamid devrinde geçmektedir.
Hikâyede mekânı belirleyen eğlencelerdir. Kimi zaman bahçelerde, kimi zaman dere kenarlarında yaşanan olaylar tasvir edilmiştir.
Hikâye yapı bakımından; tabiat ve sosyal çevre, Agah Efendi’nin portresi ve Agah Efendi’nin çevresiyle temasından sonra değişen ruh hali olmak üzere üç bölümde incelenebilir.
Hikâyede zevk ve eğlenceye düşkün insanlar anlatıldığı için Refik Halid, duyguları, insanların duygu ve hislerini ön plana çıkaran bir üslûp benimsemiştir.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu – Bir Şehir Mezadı
Milli Edebiyata konu olacak bir hikâyedir. Zabitlerin toplandığı bir kahvehaneden söz edilir. Hikâyede bahsi geçen Cevdet hayalci biridir. Cevdet’in okuduğu kitaplardan söz ediliyor. Yazar, roman okuyarak kendini beslemiş Cevdet karakterinin gerçeklikle yüzleşmesini ele alıyor. Cevdet karakteriyle, II. Meşrutiyet döneminde yetişmiş birinin gerçek hayatla alakası olmadığını işliyor.
Mekân
Sakarya civarında bir köy. Köy kahvesinde toplanan insanlar. Mezat zamanları kahve hareketleniyor.
Hikâyenin bölümleri;
Kahvenin tasviri, Mezat, Cevdet’in hayal dünyası, hayalden gerçeğe dönüş. Türk aydınının gerçeklikle imtihanı işlenmiş oluyor.

Yazar, hikâyeyi anlatmakla yetinmez, olayları yorumlar. Genellikle sade olmakla birlikte birçok tasvire yer verir. Abartıya kaçmıyor. Eleştirel bir tavrı vardır.

Memduh Şevket Esendal – Uğursuzluk
Memduh Şevket, ilk hikâyelerini 1912 yılında yazmaya başladı. Genç Kalemler’le birlikte başlayan sadeleşme çabalarının etkisi, Memduh Şevket’in hikâyelerinde görülebilir. Hayatı boyunca çok çeşitli memuriyetlerde bulunduğu için bürokrasiyi çok iyi bilir. Hikâyeleri ağırlıkla gözlemlere dayalıdır.
Kahramanları ağırlıkla sıradan insanlar, memurlardır. Günlük hayatın izleri onun hikâyelerinde genişçe yer bulur. Bazı hikâyelerinde batıl inançlarla alay etmişse de o daha çok insan sevgisiyle ön plana çıkar. İşlediği konular içinde geçen kötü olayları bile okurlarını üzmeden anlatmaya çalışır. Hikâyeleri her zaman iyimser bir atmosferde işler.
Memduh Şevket, sanatçıları toplumun önünde gidenler ve toplumun gerisinden gelenler olmak üzere iki kategoride ele alır. Birinci guruptakiler toplumun önünü açar, yol gösterirler; ikinci gurupta yer alanlar ise topluma ayna tutarak bilinçlenmesine katkıda bulunurlar.
Uğursuzluk adlı öyküdeki dil son derece sadedir. Olaylar diyaloglar üzerine kuruludur. Memduh Şevket’in üslûbu edebiyat yapmadan yazmaktır (bu söz Ömer Seyfettin’e aittir). Hikâyedeki zamana işaret etmek için “ikindi güneşi” tasvirini kullanıyor. Hayri Efendi 30/35 yaşlarında üstü başı düzgün bekâr bir memurdur. Çekingen, evhamları olan, işini kaybetmekten korkan, kuruntulu biridir. Batıl inançlı biridir Hayri Efendi.
Hikâyedeki bir diğer karakter müdür tiplemesidir. Nasihat vermeyi seven, genç nesil memurları beğenmeyen, işinde dikkatli biridir. Kendini beğenmiş bir tiptir. Hayri Efendi gibi müdür de işini kaybetmekten korkan biridir.
Hikâyenin girişinde müsteşara evrak imzalatan Hayri Efendi’nin yaşadığı yanlış anlama anlatılır. Devamında müsteşarın müdüre çıkışması ve Hayri Efendiye nasihat vermesi anlatılır. Bu sırada Hayri Efendi’nin kendini temize çıkarmak için düşündüğü çareler anlatılır. Hikâyenin sonunda yaşanan olayların sebebi olarak odanın şeklinin değiştirilmesi anlatılır.
Yazar, karakterlerini konuşturarak, onların mizaç ve kişiliklerini anlatmaya çalışıyor.

Fahri Celal Göktulga – Evham
Hikâyede bir emeklinin sosyal durumu anlatılmaktadır. Romanda genelden özele inen bir anlatım vardır. Sadık Bey, maaşı hayat pahalılığı karşısında kendisine yetmeyen bir emeklidir. Olaylar Sadık Bey’in gözünden anlatılır. Diyalogların öne çıktığı hikâyede yazarın üslûbunu yine bu diyaloglarda buluyoruz: Sadık Bey arkadaşlarıyla konuşurken Osmanlıca terkipler kullanır. Sadık Bey kendi halinde düşünürken halk ağzını kullanmaktadır.
Sadık Bey’in doktorla olan konuşmasında çatışmalar gözlüyoruz. Arkadaşlarıyla olan diyaloglarında da çatışmalar gözlüyoruz.

Kenan Hulusi Koray – Miras Keçe
Hikâyenin anafikri; değerini bilmedikleri cahil oldukları için kıymetini anlamadıkları şeylerin çok değerli olabildiğidir.
Sürprizlerle dolu bir hikâyedir.
Değersiz sanılan bir şeyin değerli çıkmasından dolayı tezada dayalı bir hikâyedir.
Hor görülüp atılan keçe, hikâyenin ikinci devresinde müzeye kaldırılıyor.
Keçeyi değersiz bulan aileyle alay eden yazar, kıymeti anlaşılan keçeyi kişileştiriyor.
Bütün yazarlar varlığın görünüşünü, ona farklı bir açıdan bakmak suretiyle değiştirebilirler.
Zaman ve mekân bu hikâyede çok önemlidir; keçe, eski olduğu için değerlidir ve ancak müzeye kaldırıldığında bu değeri fark edilir hale gelmiştir.  

Sabahattin Ali – Hasan Boğuldu
Toprağa bağlı köylüler, dağlarda yaşayan/çalışan insanlar aracılığıyla çalışma düzenindeki farklılıklar ile sınıfsal ayrımlara işaret edilmektedir.
Hikâyede dağda yaşayan insanların bazılarına kızılbaş denmektedir; bununla kastedilen anlam, kalabalığa karışmayan, kendi halinde yaşayandır.
Çokça tabiat tasvirine yer verilen hikâyede anlatılan insanlar doğayla adeta bütünleşmişlerdir.
Hikâyenin asıl konusu birbirlerine kavuşamayan aşıklardır.

Abdülhak Şinasi Hisar – Bir Geçmiş Zaman Hikâyesi
50. yaşından sonra anılarını süzgeçten eleyerek yazarlık yapmıştır. Eserlerinin tümü hatıralara dayalıdır. Hatıralara dayalı bir anlatımı olduğu için, eserlerinin genelinde geçmiş, özlenen bir zaman vardır. Bu hikâyesinde de Nizami Bey’i çevresinin görüşlerine yer vererek anlatmaktadır. Bu bir vaka değil tip hikâyesidir, portre tasviridir. Nizami Bey’in acayip merakları onun şahsiyetinin bir parçasıdır. Görmek değil görünmek isteyen biridir. Nizami Bey manen olgun biri değildir. Hikâyenin ikinci bölümünde iktisadi durumunun kötüye gitmiş olması ve aklını kaybetmesinden dolayı Nizami Bey’i dervişlere benzer bir halde buluruz. Nizami Bey hikâyenin genelinde gülünç biridir. Annesinin de gülünç yanları vardır; annesi, saf ve batıl inançları olan dindar bir kadındır.
Abdülhak Şinasi’de göz çok önemlidir; gözlerin bakışlarından yazar çok çeşitli intibalar edinebilir. Objeler de çok önemlidir; objeler insanın mizacını aksettirir.

II. Meşrutiyet Devri Türk Edebiyatı


Yeni Türk Edebiyatı (III) (ders notları)
II. Meşrutiyet Devri Türk Edebiyatı 

Servet-i Fünun, aynı adlı mecmuada 6 yıl sürmüş bir faaliyeti ifade eder. Dergi etrafında toplanan edebiyatçılar bütün edebi türlerde eserler vermişlerdir. Servet-i Fünun’un ana gayesi her şeyden önce edebiyat için sanat ve estetiği öne çıkarmaktı. Bu bakımdan Servet-i Fünun topluluğu sosyal alanlara fazla açılmadılar. İleri yıllarda bu topluluğa yönelik eleştirilerin merkezinde de bu konu vardır.

Servet-i Fünuncular özel hayatlarında aşırı derecede Batı yanlısıydılar. Türkçülük hareketinin kendini hissettirmeye başladığı bir dönemde faaliyet veren Servet-i Fünuncuların bu konuya ilgi göstermediklerini gözlemliyoruz. Yine aynı devirde Türk musikisi hakkında çalışmalar yapılmaktayken Servet-i Fünuncuların batı müziği ile alakadar olduklarını görürüz.

Servet-i Fünuncuların edebi çalışmalarının hemen hepsinde batıyı model aldıklarını söyleyebiliriz.
Servet-i Fünuncuların edebi eserlerinde yaşama sevinci yoktur, daima bedbin ve hüzünlüdürler.
Kendilerine yöneltilen eleştirileri devrin siyasi koşullarını gerekçe göstererek savuşturmaya çalışmışlardır. Sansürden mütevellit, sosyal şartları işlemenin mümkün olmadığını söylerler. Ne var ki aynı dönemde eserler veren Hüseyin Rahmi’nin toplumsal olaylara olan duyarlılığı, Servet-i Fünuncuların bu savunmalarını geçersiz bırakmaktadır.
Hüseyin Rahmi’den önce de Nabizâde Nazım, Karabibik adlı romanında Türk köylüsünün içinde kıvrandığı durumları ele alarak sosyal sorunlara yer vermiştir.
Servet-i Fünuncuların sosyal konulara kayıtsızlığı genel bir durum olmakla beraber aynı devirde yazılmış olan Ayşecik adlı eseriyle bir köy kızının hayatını eserine konu etmesi suretiyle Hüseyin Servet, bir istisna olarak karşımıza çıkar.
Dönemin sosyal konuları ele alan önemli şairlerinden olan Mehmed Emin ismini ise –bazı şiirleri Servet-i Fünun dergisinde yayınlanmış olsa da- toplulukla birlikte anmak doğru olmaz.
Mehmed Emin’in şiirleri sadece içerik değil biçim bakımında da Servet-i Fünunculardan ayrılmaktadır. Mehmed Emin’in tüm manzumeleri hece veznindedir. Servet-i Fünuncular ise hece veznini aşağılamaktaydılar.
II. Abdülhamid devrinde tam anlamıyla siyasi ürküntü hakimdir. Münevverlerin siyasi faaliyetlere katılması istenmemiştir. Sansür müessesesi basılacak tüm yazıları kontrol ederdi. Maarif nezaretindeki sansür kurulları nedeniyle çokça sürgün vakası yaşanmıştır. Bu olumsuzlukların yanında yine aynı dönemde Osmanlı coğrafyasında ilk defa liseler eğitim faaliyetine katılmış, farklı dillerde eğitimin önü açılmış, Dar-ül Fünun açılmıştır. Osmanlıca ve Türkçe sözlük çalışmaları da bu dönemde başlamıştır.
Aynı dönemde Mehmet Akif’in etrafında edebiyat dışı meselelerle ilgili bir guruplaşma olmuştur. Ahmet Haşim ve Yahya Kemal –birbirlerine pek de tahammül edemedikleri halde- Dergâh’ta şiirler yayınlamışlardır.
Servet-i Fünuncuların -eleştirilen yanları bir tarafa- edebiyatımıza çokça katkıları olmuştur.
Gerçek anlamda başarılı roman örnekleri bu dönemde Servet-i Fünuncular tarafından neşredilmiştir. Nesirde, kendilerinden önceki monotonluğu ortadan kaldırmışlardır. Edebiyatın her şeyden önce bir kelime seçme işi olduğunu göstermişlerdir. Sıfat konusunu başlıca mesele olarak ele almışlardır. Eskinin çemberini tamamen kırıp üslûp bakımından edebiyatımızı zenginleştirmişlerdir.
Edebi dili estetik bakımdan zenginleştirirken milli meselelere gereken özeni gösterememişlerdir. Edebiyat dili olarak Türkçenin gelişmesi yönündeki çalışmalara katılmamışlardır. Bu nedenle eserlerinin dili oldukça ağdalı ve zordur.
Servet-i Fünuncular essai / deneme türünde de eserler vermişlerdir. Özellikle tenkit türü eserlerle denemenin ilk örneklerini edebiyatımıza kazandırmışlardır. Tenkidi özellikle önemsemişlerdir. Fransız edebiyatının önemli tenkitçilerini okumuş ve ülkemizde tanınmalarını sağlamışlardır. Ahmet Şuayip, tüm zamanını bu işe vakfetmiştir.  
Ahmet Mithat Servet-i Fünuncuları dekadanlar olarak itham etmiş ve bu ad Servet-i Fünunculara bir etiket gibi yapışmıştır.
Zayıf insanlar eleştiriden kaçınır. Tenkid bizde hissi bir hadisedir; ya birine yaranmak ya da karalamak, kinini dışa vurmak için bir araç olarak kullanılır.
Gerçek eleştiri, eserin cemiyet hayatına ne verebildiği, hangi bakımlardan katkı sağladığı konusunda yapılmalıdır.
Batı ülkelerinde tenkid, müesseseleşmiştir.
Servet-i Fünuncular Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi adında bir de umumi kütüphane kurmuşlardır.

Servet-i Fünun dergisi yılda 52 sayı olmak üzere 6 yıl boyunca aralıksız faaliyete devam etmiştir.

İngilizler’in uzun zamandır almaya çalıştıkları bir Afrika adasını nihayet ele geçirmiş olmaları, Servet-i Fünun dergisinde coşkuyla karşılanır. Sultan II. Abdülhamid’de buna çok kızar. Hüseyin Cahit bir yazısında devrin hukuk kurallarını eleştirmiş ve bunun üzerine dergi bir müddet tatil edilmiştir. Tekrar açıldıktan sonra 1940 yılına kadar yayına devam etmiştir.

II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra adeta bir hürriyet salgını yaşanmıştır. Uzun yıllar süren istibdat devrinin ardından gelen özgürlük ortamı birçok derginin açılması sonucunu getirmiştir. Niceliğin egemen olduğu bu dönemde açılan dergiler kısa ömürlü olurlar.

II. Meşrutiyet devrinin edebi simaları arasında Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve Halide Edip gibi isimler vardır.

II. Meşrutiyet devrinde birbirlerinden çok farklı fikirler savunulmuştur:
Türkçülük
İslamcılık ve Batıcılık bu dönemde gelişen fikir hareketleridir.

Osmanlı İmparatorluğu çok çeşitli etnik unsurlardan müteşekkil bir yapıya sahip olduğu için, farklı milletleri bir arada tutmak amacıyla Osmanlıcılık akımı öne çıkmıştır.

Servet-i Fünuncuların arasından sıyrılan bir gurup edebiyatçı 1909 yılında Fecr-i Ati adı altında birleşirler. 24 Şubat 1910 tarihli Servet-i Fünun dergisinde edebi bir beyanname neşrederler. Beyannamelerinde edebi fikirleri, idealleri ve ne yapmak istedikleri hakkında bilgi verirler. Bu yazı, edebiyat tarihimizdeki ilk edebi manifestodur.

Fecr-i Ati çok geniş bir çatıdır. Ahmet Haşim, Emin Bülend, Hamdullah Suphi, Abdülhak Şinasi, İzzet Melih, Refik Halit, Ali Canip, İbrahim Necmi, Mehmet Behçet, Süleyman Şevket, İbrahim Alaeddin, Tahsin Nahit, Müfit Ratıp, Fuat Köprülü gibi isimleri bu çatı altında görürüz. 2/3 yıl bir arada hareket eden bu cemaat, daha sonra dağılır. Bu dağılmanın asıl sebebi milli edebiyatın etkisidir.

Türkçülük akımın yayın organı olan Genç Kalemler ile Fecr-i Ati topluluğu arasında münakaşalar yaşanmıştır.
Kelimelerin ahenk ve güzellikleri üzerinde duran Fecr-i Ati topluluğu, Genç Kalemlerin millileşmek üzere sarf ettikleri radikal çıkışlara katılmazlar. Türkçülük akımını ilk başlarda önemsemezler ancak ilerleyen dönemde bu Türkçe bir milli dava haline geldiği için topluluğun büyük bir bölümü Genç Kalemlerin fikirlerine iltihak eder.

Fecr-i Ati’nin amaçları
1)      Dil: Dilin gelişmesine birinci derecede önem verdiler.
2)      Edebiyat: Fecr-i Aticiler edebiyatı bizde tam olarak tekamül etmiş kabul etmiyorlardı. Edebi ve sosyal bilimlerin bu nedenle ilerlemesi için çalışmışlardır.
3)      Edebiyat denen kültür sadece edebi eserlerin tanınmasıyla sınırlı kalamaz. Edebi eserlerin hususiyetlerini, onu meydana getiren unsurları içine alan bir başka ilim vardır. Ulum-i Edebiye / edebi ilimler daha sonra edebiyat nazariyesi adını almıştır.
Fecr-i Ati’ciler bu ilmin yeterince gelişmediğini söyler. Türk edebiyatının kendi üretimine dayalı nazariyeler pek ele alınmamıştır o dönemde. Batı ile edebi etkileşimler ilerledikçe bu sahada gelişmeler kaçınılmaz olmuştur.

Süleyman Paşa, Doğu edebiyatı bilgilerine bağlı kalarak bir edebiyat nazariyesi yapar (Mebani’l İnşa). Harp okullarında edebiyat retoriği vermek amacıyla neşredilmiştir.
Batı retoriğine dayalı ilk eser Recaizade Mahmut Ekrem’in Talim-i ıEdebiyat adlı eseridir.   
İlerleyen yıllarda da benzer eserler neşredilmiştir fakat Fecr-i Ati topluluğu bu çalışmaları yetersiz bulur.
4)      Ulum-i İçtimaiye yani sosyal bilimler de geliştirmek isterler. Fecr-i Ati topluluğu edebiyatı sadece sanat için değil sosyal meselelerle de alakalı kabul ederler. Fuat Köprülü, edebiyat tarihine her zaman sosyolojik açıdan yaklaşmıştır. Örnek aldığı Larson’un düşüncelerini benimser.
5)      Fecr-i Aticiler tüm çalışmalarını ihtiva edecek bir de kütüphane kurmak niyetindeydiler. Sadece mecmua yayını yapmak istemeyen Fecr-i Aticiler, özel bir kitap serisi yayınlamak istiyorlardı.
6)      Batı dillerinden eserler tercüme etmek niyetindeydiler. Türk sosyal ve kültürel hayatına katkı yapacak eserlerin tercümesine öncelik vermek niyetindeydiler.
7)      Edebi kültürü ve zevk seviyesini yükseltmek için konferanslar vereceklerdi.
8)      Fecr-i Aticilerin bir diğer amacı da Batılı edebiyat çevreleriyle temas kurmaktı. Bu yolla hem Batıyı daha iyi tanıyacaklar hem de Türk edebiyatını ve Türk kültürünü Batıya tanıtacaklardı.

Çok hızlı bir dönüşüm sürecini ilke edinen topluluk sert eleştirilerle karşılaşmış ve zamanla kendileri de fikir değişikliği yaşayarak topluluğun dağılmasına neden olmuşlardır. Topluluk içinde bu kadar kısa sürede fikir değişikliği yaşanmasının bir sebebi de yazarların çoğunluğunun 20’li yaşlarda olmasıdır. Genç yaştaki bu yazarlar, değişen koşulların etkisiyle farklı fikirlere kapılmışlardır.

Şiir, tetkik ve tiyatro alanında faaliyet gösteren topluluk büyük ölçekli roman neşredememiştir. Topluluğun önde gelen isimleri Ahmet Samim, Ahmet Haşim, Hamdullah Suphi, Refik Halit, Abdülhak Hayri ve Ali Canip’dir.

Ahmet Haşim
Şiirleri arasında “şi’r-i kamer” bir seri gösterir. Mukaddimesi de dahil edilirse 9 şiirden müteşekkildir.
Bu şiirlerin isimleri farklıdır fakat zaman ve mekân bakımından ortaklıkları vardır.
“Kâri’e” bu şiir serisinin mukaddimesidir.
Diğer şiirlerin isimleri; Ruhum, Çıktığın Geceler, O, Sensiz, Hazan, Hastayken, Çöller, Nehir Üzerinde ve Hatime (bitiriş)

Ahmet Haşim bu şiirlerle Bağdat’ta geçen çocukluk yıllarına gider. Şiirlerinde mekân olarak Bağdat’ı ve çevresindeki çölleri anlatır.
“Anne” figürü de şiirlerinde kendini gösterir.

“Ay”, Ahmet Haşim’de bir merkez oluşturur. Bu onun imaj dünyasını temsil eder.
Kozmik olarak Güneş’i değil Ay’ı tercih ediyor.
Ahmet Haşim, sert, kaba, çirkin çizgileri olan realiteyi sevmez. Güneş karşısında her şey göz önündedir. Ay çıktığında ise durum farklıdır. Ay onun için sihirli bir güzelliktir.
Geceye karşı olan sevgisinin bir sebebi de çocukluğunda çöl sıcaklarından çokça rahatsız olması ve annesiyle –annesinin de Ahmet Haşim üzerinde derin etkileri vardır- Dicle kıyılarında ancak akşamları gezebilmeleridir. Ahmet Haşim’in çocukluğuna ve annesiyle birlikte geçirdiği zamanlara olan özlemi/sevgisi onu gecelerin şairi yapmıştır demek abartı olmaz.

Ahmet Haşim’in aksine Mehmet Akif, kapalı olan hiçbir şeyi sevmez, gerçeklikten yanadır. Cahit Sıtkı ise gündüz şairidir, günü ve güneş ışığını sever.

Nehir Üzerinde
(Vezin: Mef’ûlü / mefâilü / mefâilü / feûlün)

Akşam… Sarı bir hasta semâ… Bir gam-ı mechûl…
Sisler gibi tutmuş yine sahilleri eylûl,
Bir hüzn-i müzehheb gibi durgun yine Dicle,
Sessizliği olmuş yine rü’yâlara hacle.

Faslın yeni lerzişleri her sâyede mahsûs,
Gûyâ ki uyur kalb-i tabiatta bir “efsus!”
Her şey o kadar gamlı, soluk, mübhem ü bî-fer,
Gûyâ ki ölür hüzn-i sevâhilde perîler…

Çıkmıştık o gün Dicle’ye, sessizce kürekler
Nehrin zehebî sîne-i emyâhını yırtar,
Ağlardı o altın suyun üstünde bir âhenk,
Serperdi o bî-kes sese akşam sarı bir renk,
Gûyâ ki o gün Dicle’nin üstündeki mâtem,
Âfaaka sürükler sarı güller, kırizantem…

Solmuştu onun hüzn ile simâ-yi berîni,
Bir ince tül altında duran zülf-i zerîni;

Akşamları enfâsına düşmüş uçuşurken
Sarmıştı o sâkin yüzü bir gölge semâdan
Dalmıştı o gözler ebediyetlere… Yorgun,
Yorgundu o gözlerle bakan rûh-ı melûlün;
Akşam gibi a’sab]ı geren reng-i garibi…

Gûyâ ki kamer!.. Sendin onun rûh-ı necîbi,
Sendin ki eden hüznünü mehtâba müşâbih;
Her şey o nazarlarda semâlarla müşâfih,
Her şey sana bir parça yakın, sâf, ebedîdi,
Sâhilde ezân seslerinin aks-i medîdi,
Bî-tâb uzanırken dönüyorduk… Yine sâkin
Mübhem, sarı yıldızları bir leyl-î hazânın,
Tenhâ sular üstendi açıp titreşiyorken,
Artık daha vâzıhtın o gözlerde kamer, sen!

Ey sen, ey onun ru ve ey mâtem-i seyyâl,
Ey şimdi bakan hüznüme, âh ey kamer-i lâl!

(Piyale, 1926)

Şiirde bahsi geçen nehir Dicle’dir. Dicle kıyısında annesiyle yaptığı gezintilerden söz eder.
Şiir, akşam vakti Dicle’nin görüntüsüyle başlıyor. Burada sarı ve hasta sözleriyle gökyüzünü vasıflandırıyor. Gökyüzünü alışılageldik renkleriyle değil, kendi duygularına göre tasvir ediyor. Sarı renk ile hastalığı işaret ediyor. Ahmet Haşim’in annesi hasta bir kadındır (ancak geceleri dışarıya çıkabilmesi bu nedenledir), semanın sarı ve hasta olarak betimlenişi ile annesinin hastalıktan solgun yüzünün işaret edildiği düşünülebilir.

Ahmet Haşim, belirsiz, meçhul ve müphem olandan hoşlanır (bu durum sembolistler için neredeyse genel bir tavırdır). Şiirin daha ilk dizesinde gam-meçhul diyor, gam belki var belki de yok, Ahmet Haşim için meçhul sözcüğü ayrıca önemlidir, şiirlerinde sıkça karşımıza çıkar.

İkinci mısrada “yine” sözcüğüyle sürekliliği ifade ediyor. Hasta bir gece ve yine Eylül sis gibi tutmuş sahilleri, işte bu Ahmet Haşim’in şiirini besleyen atmosferdir.

Belirsizlik önemlidir demiştik, bu nedenle “sis” çok sık karşımıza çıkar Ahmet Haşim’in şiirlerinde, çünkü sisli bir atmosfer görüşü engeller, görülebilir olanı müphem kılar, belirsiz kılar.  

“hüzn-i müzehheb” altın sarısı bir hüzünden söz ediyor. Dicle’nin görünümü budur Ahmet Haşim için.

Şiirde tasvir edilen mekânın her köşesine belirsizlik ve hüzün hakîmdir.

Şiirin üçüncü bölümünde nehirde, hüzünlü kayık yolculuğu anlatılır. 13. dize deki “o gün” sözcüğü ile geçmiş zaman anlatılıyor, gramer kalıpları dışındaki bu telkin şairin dil ve anlatımdaki hâkimiyetini ortaya koyuyor.

Sarı rengi ifade eden çeşitli sözcükler kullanmak suretiyle (zeheb, müzehheb) hasta, solgun ve müphem atmosferini kuvvetlendiriyor.

“Serperdi o bî-kes sese akşam sarı bir renk,” dizesiyle ses ve rengi birleştiriyor.

“Yorgun” sözcüğü de Ahmet Haşim’in şiirlerinde sıkça karşımıza çıkar. Realiteden bıkkınlığının bir ifadesidir bu sözcüğün tekrarı. Dinlenebileceği bir mekân arar sürekli olarak –ümitsizce-.

Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı


Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı

Edebiyat, güzel sanatların bir şubesidir, çünkü dil vasıtasıyla insanlarda estetik bir zevk yaratır.

Toplumsal hayatta meydana gelen değişiklikler insanların hayatı yaşama biçimlerinde değişikliklere neden olduğu gibi sanat icrasında da değişikliklere neden olmaktadır. Türklerin tarihinde en ciddi değişimlere neden olan hadise Türklerin İslamiyet’e geçişiyle birlikte gözlenmiştir.
İslamiyet’le birlikte Türklerde çok ihtişamlı bir mimari gelenek ortaya çıkar.
12. yüzyıldan sonraki Moğol istilaları Anadolu’daki Müslüman Türklerde bedbinliğe sebep oluyor, bunun aşılması için tasavvufi akımlar ortaya çıkıyor.
Osmanlı Beyliği’nin sınır bölgelerinde Bizans topraklarında ilerlemeye başlaması zamanla diğer Anadolu Beyliklerinin de saygısını kazanmasına sebep olur. Bizans’ın tamamen ortadan kaldırılmasından sonra İmparatorluk haline gelen Osmanlılar, 17. Yüzyılın ortalarına dek Avrupa devletleri üzerinde tam bir hakimiyet sağlar. Yüzyıllarca ayakta kalan Osmanlı İmparatorluğu tarihi boyunca özellikle Batı tarafından nefret edilen bir düşman olarak algılanmıştır. Türkler, tarihlerinin bütün devirlerinde savaşçı özellikleriyle öne çıktıkları için, en fazla düşmana sahip olan millettir.
1900’lerin başında üç kıtada toprakları bulunan Osmanlılar II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte açılan siyasi partilerin iktidar savaşları sırasında Balkanlardaki topraklarını Edirne dahil olmak üzere kaybeder. Balkan savaşlarında kaybedilen topraklar ve alınan ağır yenilgiler milliyetçiliğin yükselmesi ve milli edebiyatın doğmasını sağlar.
9 farklı cephede savaştığımız I. Dünya Savaşı yıllarında ülke içerisinde Ermenilerin gerilla saldırılarıyla köyler ve kasabalar kana bulandı.
Savaşın sonunda imzalanan Sevr anlaşmasıyla vatan topraklarının parçalanması durumu ortaya çıkınca İstiklal Savaşı kaçınılmaz oldu. Cumhuriyet’in ilanına kadar yaşanan süre içerisinde Türkler aralıksız olarak Batılı ülkelerle savaşmak zorunda kalmışlardır. Milli Edebiyatı besleyen ve gelişmesini sağlayan en önemli etken budur.

Klasik Türk edebiyatında Anadolu’dan hiç söz edilmez. Pay-i Taht’a başkentlik yapmış Edirne ve Bursa dışında coğrafyaya dair hemen hiçbir şiire rastlamayız.
Türk-Yunan savaşından sonra Mehmet Emin Yurdakul Anadolu’yu edebiyatta tema olarak işlemeye başladı. 1898 yılında bu savaşı konu edinen şiirlerini bir kitapta toplar.
Halka yönelişin en yetkin temayülleri Cumhuriyet devrinde görülür, önceki dönemi hazırlık safhası olarak telakki etmek gerekir.
Balkan savaşlarıyla birlikte münevverlerimiz yüzyıllarca Osmanlı sancağı altında huzur içinde yaşamış Balkan halklarının ihanetine kayıtsız kalamaz ve Anadolu insanına döner.
Servet-i Fünuncuların Batı yanlısı edebi çalışmaları bu dönemde gözden düşer.
Ziya Gökalp, Türkçülük ve Milliyetçilik kavramlarının gelişmesine fikir ve sanat alanına öncülük eder.
Yeni Mecmuada yayınlanan San’at adlı manzumesiyle (Ortaç adıyla neşretmiştir), sanattan ne anladığını ve sanatın hedefinin ne olması gerektiğini açıklamıştır. 
Manzumesinde genç nesil şairlere seslenerek onları Batı hayranlığını bırakmaya ve eski ozanlarımızın şiirlerine kulak vermeye davet ediyor.
Yazıda sözü geçen “ortaç” ütopik anlamda Türk yurdunu temsil etmektedir. Eski ozanların şiirlerinin söylendiği topraklar ortaç sözcüğüyle ifade ediliyor.
Ziya Gökalp, Türkçenin edebiyat dili olarak kullanılmasından yanadır, ağdalı ve sanatlı dilden yana tavır alanlara karşı halkın konuştuğu Türkçeyi savunur.

Ziya Gökalp – San’at

Dinle, yeni şair, eski ozanı,
Okuyor yürekten Altun Destan’ı...
Deme, “Kopuz kırık, yoktur çalanı!,,
Çalgı gönül sesi, kopuz bir ağaç.

Kutlu-taş’ı yoksa ilhâmı kutlu,
Kanı gür içmezse kımız ne mutlu,
Umut bir kanatsa, daim umutlu,
Ona ozan derler, yoluna Ortac.

Diyor ki: Siz Parnasse, biz Ortac-eri,
Bizden olan her fert görür ileri,
İğreti sanattan, milli hüneri
İstemez yabancı eserlerden bac!

Aruz sizin olsun, hece bizimdir,
Halkın söylediği Türkçe bizimdir,
Leyl sizin, şeb sizin, gece bizimdir,
Değildir bir mana üç ad’a muhtac.

Irmağız, her akan sele uymayız,
Şark’tan, Garp’tan esen yele uymayız,
El uysun bize, biz ele uymayız,
Biz dilmac değiliz, yalvacız yalvac.

Halk bir viran kale, duvarı siyâh,
Giren de peşîman, girmeyen de ah,
Duyarız biz ona hürmet, siz ikrah,
Size dert veren şey bize bir felah!

Bu yerde biz bulduk gizli bir hazne;
Dağarcık omuzda girdik içine,
Bu inci gerdanlık, şu elmas iğne
Hep ondan çıkmıştır, gözlerini aç.

Ey şair, Parnasse’tan çık, gel Ortac’a;
Baudelaire’i, Verlaine’i kesme haraca;
Sen kendi gücünle tırman yamaca:
Bu yükseliş, belki olur bir Mi’râc...

Ziya Gökalp gibi Faruk Nafiz Çamlıbel’de Batı özentisi edebiyatçılara karşı Türkçeyi ve Türk kültürünü merkeze yerleştirme gayreti içindedir.

Faruk Nafiz – San’at

Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek,
Bizim diyarımız da binbir baharı saklar!
Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek,
İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar.

Sen kubbesinde ince bir mozayik arar da,
Gezersin kırk asırlık bir mabedin içini.
Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda,
Bize heyecan verir bir parça yeşil çini.

Sen raksına dalarken için titrer derinden,
Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin;
Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden,
Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin.

Fırtınayı andıran orkestıra sesleri,
Bir ürperiş getirir senin sinirlerine;
Iztırab çekenlerin acıklı nefesleri,
Bizde geçer en hazin bir musikî yerine!

Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun,
Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini;
Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun,
Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini.

Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken,
Söylenmemiş bir masal gibi Anadolu'muz.
Arkadaş! Biz bu yolda türküler tuttururken,
Sana uğurlar olsun… Ayrılıyor yolumuz...

Faruk Nafiz bu manzumede Batı hayranı edebi bakış ile Türk gelenek ve kültürünün mukayesesini yapar, ben-sen biçiminde diyalog tarzında ilerler şiiri. Şiirinde Ziya Gökalp’in manzumesinde olduğu gibi Batı tesiri altındaki edebi anlayışı kendi kültürüne davet etmez, farklılıklar üzerinde durur, tespitler yapar sadece. “Biz buyuz sen de busun” der.
Şiirin sonunda ilham kaynağı olarak gösterdiği Anadolu’ya yürürken, yanında olmayan, Batı hayranı kitleye yolunuz açık olsun der.

Cumhuriyet devri Türk edebiyatı hemen her alanda Anadolu insanını ele almış, Anadolu’nun ve Anadolu insanlarının sorunlarını işlemiştir. Faruk Nafiz’in şiiri bu döneme öncülük eden ve istikamet belirleyen mahiyete sahiptir.
Faruk Nafiz’in han Duvarları adli şiiri de aynı istikamette yapılan bir yolculuğu işlemektedir.
Şiirin ilk bölümlerinde Anadolu’ya yapılan bir yolculuk anlatılır. Faruk Nafiz, müfettişlik yaptığı yıllarda Anadolu’nun pek çok yerini gezmiş, gözlemler yapmıştır. Şiirinde bu dönemin birikimleri karşılığını bulur.
Oldukça fakir olan Anadolu’da yapılan yolculuklar kısa mesafeler arasında bile oldukça uzun zaman alabiliyor, yolcular yol boyunca hanlarda kalmak durumunda kalabiliyorlardı.
Konakladığı hanların duvarlarında kendisinden önce orada kalmış olan insanların duvarlara yazdıkları şairi o insanların duygularına, acılarına götürür.
Şiirde onlarca yıl süren savaşlar nedeniyle kaderi acıya dönüşmüş askerlere boşuna savaşmadıklarını anlatmak ister.

Namık Kemal Türk edebiyatının en büyük eksikliğinin kendi tarihine alaka göstermeyişi olduğunu söyler.
İstanbul’un Fethi gibi bir çağı sona erdiren, tüm dünyayı değiştiren bir olay karşısında bile bir iki istisna dışında sessiz kalmış olduğumuzun altını çizer (Tacizade Cafer Çelebi’nin Heves-name adlı eserinde Mahsuse-i İstanbul Fetihnamesi adlı bir bölümü müstesna olarak kabul eder).

Abdülhak Hamid bu mesele üzerinde çalışmalar ortaya koymuştur. Merkad-i Fatih’i Ziyaret ve Kabr-i Selîmi Ziyaret adlı eserleriyle bu iki hükümdarın kabirlerini ziyarette yaşanan duyguları ve bu hükümdarların şahsiyetlerini anlatmıştır.
Abdülhak Hamid’in bu iki manzumesi çok sayıda şairime ilham olmuş ve tarihi şiir akımını başlamasına sebep olmuştur.
Namık Kemal’in Fatih ve Yavuz için hazırladığı monografileri vardır.
Süleyman Paşa’nın Tarih-i Alem adlı eseri tarihe bakışımızın değişimini hızlandırır. Türkçü edebiyatçılarımız eserler neşretmeye başlarlar.
Necip Asım’ın Göktürk kitabelerinden söz ettiği ve eski yazı / alfabe sistemini bütünüyle ele aldığı Eski Türk Yazısı adlı eseri bu dönemde yayınlandı.
Şemsettin Sami yaptığı çalışmalar sonucunda konuştuğumuz dilin bir hanedanın adıyla anılmasını doğru bulmaz. Onun bu çıkışı Türkçü düşünceyi uyandırır. Necip Asım’ın Türk Tarihi adlı eseriyle birlikte Türk kelimesi yaygın olarak kullanılmaya başlanır.
Mehmed Emin Türklük şuurunu ileriye taşır. Leon Cahun’un Orta Asya Türk tarihiyle ilgili eseri Gök Bayrak, Necip Asım tarafından dilimize kazandırılır. Bu eser, Türkçülük akımını çok etkiler.
Türklük bilincinin gelişimine katkı yapan, Milli Mücadele’ye yazıları ve şiirleriyle en fazla destek veren edebiyatçılarımızdan biri de Yahya Kemal’dir. 1884 yılında doğan Yahya Kemal 1912 yılında İstanbul’a gelir. Doğduğu şehir Üsküp, Balkan savaşlarıyla birlikte kaybedilmiş, ailesi muhacirlerle birlikte (Evlad-ı Fatihan) Rumeli’ye göç etmek zorunda kalmıştır. Bu olaylar Yahya Kemal’i derinden etkilemiştir. Lalası Hüseyin Efendi’nin Budin, Belgrad ve Lefkofça türküleri söyleyerek kendisi üzerinde etki bıraktığını bildiğimiz Yahya Kemal, annesinin(Nakiye Hanım) ve doğduğu şehir olan Üsküp’ün de tesiri altındadır. Dini ve milli terbiyesini annesinden aldığı söylemiş olan Yahya Kemal’in şiirlerinde de dini ve milli değerler kendini fazlasıyla göstermektedir. Çok dindar dindar olan annesi, çocukluğunda Yahya Kemal’e din bilgisi ve terbiyesi kazandırmıştır. Çocukluk yıllarında Radibe isimli bir kadına aşık olan Yahya Kemal, ilk şiir denemelerini de bu aşkın tesiriyle yazmıştır. Yahya Kemal Radibe Hanım’ı üç defa görmüştür (ilkinde tahminine göre ancak 5 yaşındadır), son görüşünde 15 yaşında olan Yahya Kemal, bu hanım için yine şiir yazma arzusu hisseder. Ölçüsüz ve özensiz şiir yazmak istemediği için şiir hakkında tetkikler yapar. Eşref Paşa ve Sadeddin Efendi’den vezin dersleri alır. Dil şuurunu ve dil terbiyesini Muallim Naci’den etkilenerek edinir. Muallim Naci’nin yazdığı meyhane şiirlerinin tesiriyle rakı içmeye heveslenmiştir. Bir dönem Selanik’te kalan Yahya Kemal, bu dönemde yazdığı şiirlerinde “esrar” mahlasını kullanmıştır. 1897 yılında annesini kaybeden Yahya Kemal’in hayatında oldukça buhranlı bir dönem başlar. Üsküp’ten Selanik’e taşınırken çeyizinin tellallar tarafından satılmasına çok üzülen annesi, bu üzüntüyle verem olup ölür. Annesinin ölümünden kısa bir süre sonra büyükbabası da vefat eder. Bir yıl kadar sonra babası evlenir. Selanik’i sevemeyen Yahya Kemal, Üsküp’ü özlemektedir. Annesinin ölümünden hemen sonra babasının evlenmesi, ailesinden uzaklaşmasına neden olur. 1902 yılında İstanbul’ a gönderilir. Anne tarafından akrabası olan Abdurrahman Paşazade İbrahim’in evinde kalmaktadır. Zevkine düşkün İbrahim Bey’in Sarıyer’deki konağında hemen her gece saz-söz meclisleri kuruluyordu. Şiirlerinde gördüğümüz Boğaziçi ve Türk musikisiyle tanışması bu dönemdedir. Serezli Şekip ile de bu dönemde tanışır. Yahya Kemal’e göre Serezli Şekip biraz fazla Avrupalılaşma meraklısı olmasının dışında son derece akıllı ve kültürlü biridir. Yahya Kemal 18 yaşındayken, Şekip Bey’in telkini ve yardımlarıyla Paris’e kaçmıştır. Maddi yönden çok sıkıntılı günler yaşayan Yahya Kemal kendini bir anda Jön Türk gurubunun içinde bulur. Sorbonne yakınlarında bir eve yerleşir. Dış siyaset dersleri alır. Tarihçi Albert Sorel ve diğer bazı ünlü hukukçuların derslerine katılır. Soral’e olan hayranlığı onunla dostluk kurması ve en çalışkan talebesi olması şeklinde ilerler. 1904 yılında sosyalizmin kuvvet kazandığı dönemde Yahya Kemal’de materyalizmden etkilenerek mitingleri takip etmeye başlar. 1 yıl sonra bu hevesini geride bırakmış olarak kendini eğlence hayatına atar. 1906 yılında Londra’ya gider. Burada Abdülhak Hamid ile yakınlaşır.
Türkçeyi edebiyat dili olarak kullanmak ve klasik Türkçenin Arapça ve  Farsça sözcüklerle yaptığını halk dilindeki kelimelerle ifade etmenin yollarını arayan Yahya Kemal o yıllarda bir destan yazma arzusundadır. Dönemin ileri gelen edebiyatçılarından Hüseyin Siret’e kendi yazdığı bazı dizeleri Abdülhak Hamid’inmiş gibi gösterir. Hüseyin Siret, okuduğu şiirleri hayranlıkla dinler. Halid Raşid ile dostluk kurar, aralarından su sızmaz. Istamos adlı Yunanlıyla da bu dönemde tanışır, dost olur. Baudelaire’in şiirlerini hayranlıkla okur, birçoğunu ezberler. Parnasçılardan Jose Maria de Heredia’yı kendi için merhale olarak işaret eder. Heredia’nın şiirlerini okurken şiirin asıl mabedine ulaştığını hisseder. Yunan ve Latin klasiklerini okumaya başlar. Mallarme’ın şiirlerindeki musiki yaratma fikri Yahya Kemal’in şiirinde yeni bir merhaleyi teşkil eder.
Yahya Kemal İstanbul’a dönünce Peyam gazetesinde Süleyman Sadi müstearıyla yazmaya başlar. Yazıları edebiyat çevrelerinin ilgisini çeker. Kendi adıyla tek bir mısraı basılmadan “büyük şair” payesi kazanır. Yazdığı şiirleri neşretmeye yanaşmayan Yahya Kemal “hasis” olarak nitelenmiştir. Yahya Kemal 1912 yılında İstanbul’a döner ve 1918 yılında şiirlerini neşreder.
Kaybolan Şehir” adlı şiiri Üsküp için yazmıştır. Şiire Üsküp’ü fetheden Yıldırım Beyazıd’ı anarak başlar. Türk mimarisiyle şekillenen şehrin biz olduğunu, bizim bir parçamız olduğunu vurgular. Şehri süsleyen lalelerin renklerini, şehrin alınması için kanlarını akıtan şehitlerden aldığını belirtir. Üç şanlı harp sözüyle I. Kosova(1389), II. Kosova(1448) ve 1690 yılında gerçekleşen Selim Giray komutasındaki meydan savaşlarını anlatır. Annesinin mezarı da oradadır, şiirde bunda da söz eder. Yahya Kemal için annesi ve Üsküp şehri birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Üsküp’ten danen hiçbir zaman ayrılamayacağını belirterek şiiri sonlandırıyor.
Yahya Kemal, şahsiyeti ve sanatıyla Türk kültürünü ve edebiyatını bünyesinde toplamış yazarımızdır. Yahya Kemal’in şeceresi III. Selim dönemine, Şehsuvar Paşa’ya kadar uzanır. Soyadı kanunuyla birlikte, “Şehsuvar” sözcüğünün Türkçe karşılığı olan “Beyatlı” adını alan Yahya Kemal, kendi aile değerlerine olduğu kadar Türk kültürüne ve tarihine de değer veren, sahip çıkan bir şahsiyettir.
Divan edebiyatını çok iyi bilen Ruşen Eşref, edebiyatımızda mülakat türünün en güzel örneklerini kazandırmıştır. Kendisi de edebiyatçı olduğu özellikle edebiyatçılarımızla yaptığı mülakatlar, ayakları üzerine kalkmaya çalışan Türk edebiyatının, sorunlarına çözüm olmaya çalışmış, edebiyatçılarımızın ufkunu açmıştır.
Hüseyin Cahit, Servet-i Fünun edebiyatının en kuvvetli tenkitçisiydi. II. Meşrutiyetten sonra politikaya girer.
Abdülhak Şinasi, Türklerin günlük hayatı hakkında çokça müracaat ettiğimiz yazarlarımızdandır. Eserleriyle nesline çok yararlar sağlamıştır. Boğaziçi Mehtapları adlı eseriyle edebiyatımıza Boğaziçi medeniyeti tabirini kazandırmıştır.
Batı kültürünü iyi tanıyan Ahmet Hamdi, edebiyatımız için tam bir dönüm noktasıdır. Makalelerle başlayan edebi hayatının ilk dönemlerinde geçmiş kültürümüzün meselelerini çok yeni nazariyelerle ele alır.
Türk kültür tarihinin evrelerini Beş Şehir adlı eserinde kendine özgü bir üslûpla ele alır. Türklerin elinde kimlik kazanan Ankara, Konya, Erzurum, Bursa ve İstanbul’un ayrı ayrı portrelerini ortaya koyar.
Biçim ve içerik yönünden de Türk nesrinin zirve noktasını müjdeleyen bu eser Türk dilinin ifade kabiliyetini çok ilerilere taşımıştır.
Kitabın Erzurum’la ilgili bölümünde Erzurum’un tarihi ve kültürel hayatının yanında kendi çocukluk anılarına da yer vermiştir.
Bursa şehrinin önce Bizans için sonra da Osmanlılar için önemini anlatan yazar, cami mimarisinin bu şehirde başladığını belirtiyor.
Ahmet Hamdi, eserleriyle Türk kültürünü edebi bir dille yeni nesillere aktaran “kılavuz” niteliğindeki yazarımızdır.