3 Temmuz 2012 Salı

Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı


Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı

Edebiyat, güzel sanatların bir şubesidir, çünkü dil vasıtasıyla insanlarda estetik bir zevk yaratır.

Toplumsal hayatta meydana gelen değişiklikler insanların hayatı yaşama biçimlerinde değişikliklere neden olduğu gibi sanat icrasında da değişikliklere neden olmaktadır. Türklerin tarihinde en ciddi değişimlere neden olan hadise Türklerin İslamiyet’e geçişiyle birlikte gözlenmiştir.
İslamiyet’le birlikte Türklerde çok ihtişamlı bir mimari gelenek ortaya çıkar.
12. yüzyıldan sonraki Moğol istilaları Anadolu’daki Müslüman Türklerde bedbinliğe sebep oluyor, bunun aşılması için tasavvufi akımlar ortaya çıkıyor.
Osmanlı Beyliği’nin sınır bölgelerinde Bizans topraklarında ilerlemeye başlaması zamanla diğer Anadolu Beyliklerinin de saygısını kazanmasına sebep olur. Bizans’ın tamamen ortadan kaldırılmasından sonra İmparatorluk haline gelen Osmanlılar, 17. Yüzyılın ortalarına dek Avrupa devletleri üzerinde tam bir hakimiyet sağlar. Yüzyıllarca ayakta kalan Osmanlı İmparatorluğu tarihi boyunca özellikle Batı tarafından nefret edilen bir düşman olarak algılanmıştır. Türkler, tarihlerinin bütün devirlerinde savaşçı özellikleriyle öne çıktıkları için, en fazla düşmana sahip olan millettir.
1900’lerin başında üç kıtada toprakları bulunan Osmanlılar II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte açılan siyasi partilerin iktidar savaşları sırasında Balkanlardaki topraklarını Edirne dahil olmak üzere kaybeder. Balkan savaşlarında kaybedilen topraklar ve alınan ağır yenilgiler milliyetçiliğin yükselmesi ve milli edebiyatın doğmasını sağlar.
9 farklı cephede savaştığımız I. Dünya Savaşı yıllarında ülke içerisinde Ermenilerin gerilla saldırılarıyla köyler ve kasabalar kana bulandı.
Savaşın sonunda imzalanan Sevr anlaşmasıyla vatan topraklarının parçalanması durumu ortaya çıkınca İstiklal Savaşı kaçınılmaz oldu. Cumhuriyet’in ilanına kadar yaşanan süre içerisinde Türkler aralıksız olarak Batılı ülkelerle savaşmak zorunda kalmışlardır. Milli Edebiyatı besleyen ve gelişmesini sağlayan en önemli etken budur.

Klasik Türk edebiyatında Anadolu’dan hiç söz edilmez. Pay-i Taht’a başkentlik yapmış Edirne ve Bursa dışında coğrafyaya dair hemen hiçbir şiire rastlamayız.
Türk-Yunan savaşından sonra Mehmet Emin Yurdakul Anadolu’yu edebiyatta tema olarak işlemeye başladı. 1898 yılında bu savaşı konu edinen şiirlerini bir kitapta toplar.
Halka yönelişin en yetkin temayülleri Cumhuriyet devrinde görülür, önceki dönemi hazırlık safhası olarak telakki etmek gerekir.
Balkan savaşlarıyla birlikte münevverlerimiz yüzyıllarca Osmanlı sancağı altında huzur içinde yaşamış Balkan halklarının ihanetine kayıtsız kalamaz ve Anadolu insanına döner.
Servet-i Fünuncuların Batı yanlısı edebi çalışmaları bu dönemde gözden düşer.
Ziya Gökalp, Türkçülük ve Milliyetçilik kavramlarının gelişmesine fikir ve sanat alanına öncülük eder.
Yeni Mecmuada yayınlanan San’at adlı manzumesiyle (Ortaç adıyla neşretmiştir), sanattan ne anladığını ve sanatın hedefinin ne olması gerektiğini açıklamıştır. 
Manzumesinde genç nesil şairlere seslenerek onları Batı hayranlığını bırakmaya ve eski ozanlarımızın şiirlerine kulak vermeye davet ediyor.
Yazıda sözü geçen “ortaç” ütopik anlamda Türk yurdunu temsil etmektedir. Eski ozanların şiirlerinin söylendiği topraklar ortaç sözcüğüyle ifade ediliyor.
Ziya Gökalp, Türkçenin edebiyat dili olarak kullanılmasından yanadır, ağdalı ve sanatlı dilden yana tavır alanlara karşı halkın konuştuğu Türkçeyi savunur.

Ziya Gökalp – San’at

Dinle, yeni şair, eski ozanı,
Okuyor yürekten Altun Destan’ı...
Deme, “Kopuz kırık, yoktur çalanı!,,
Çalgı gönül sesi, kopuz bir ağaç.

Kutlu-taş’ı yoksa ilhâmı kutlu,
Kanı gür içmezse kımız ne mutlu,
Umut bir kanatsa, daim umutlu,
Ona ozan derler, yoluna Ortac.

Diyor ki: Siz Parnasse, biz Ortac-eri,
Bizden olan her fert görür ileri,
İğreti sanattan, milli hüneri
İstemez yabancı eserlerden bac!

Aruz sizin olsun, hece bizimdir,
Halkın söylediği Türkçe bizimdir,
Leyl sizin, şeb sizin, gece bizimdir,
Değildir bir mana üç ad’a muhtac.

Irmağız, her akan sele uymayız,
Şark’tan, Garp’tan esen yele uymayız,
El uysun bize, biz ele uymayız,
Biz dilmac değiliz, yalvacız yalvac.

Halk bir viran kale, duvarı siyâh,
Giren de peşîman, girmeyen de ah,
Duyarız biz ona hürmet, siz ikrah,
Size dert veren şey bize bir felah!

Bu yerde biz bulduk gizli bir hazne;
Dağarcık omuzda girdik içine,
Bu inci gerdanlık, şu elmas iğne
Hep ondan çıkmıştır, gözlerini aç.

Ey şair, Parnasse’tan çık, gel Ortac’a;
Baudelaire’i, Verlaine’i kesme haraca;
Sen kendi gücünle tırman yamaca:
Bu yükseliş, belki olur bir Mi’râc...

Ziya Gökalp gibi Faruk Nafiz Çamlıbel’de Batı özentisi edebiyatçılara karşı Türkçeyi ve Türk kültürünü merkeze yerleştirme gayreti içindedir.

Faruk Nafiz – San’at

Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek,
Bizim diyarımız da binbir baharı saklar!
Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek,
İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar.

Sen kubbesinde ince bir mozayik arar da,
Gezersin kırk asırlık bir mabedin içini.
Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda,
Bize heyecan verir bir parça yeşil çini.

Sen raksına dalarken için titrer derinden,
Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin;
Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden,
Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin.

Fırtınayı andıran orkestıra sesleri,
Bir ürperiş getirir senin sinirlerine;
Iztırab çekenlerin acıklı nefesleri,
Bizde geçer en hazin bir musikî yerine!

Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun,
Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini;
Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun,
Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini.

Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken,
Söylenmemiş bir masal gibi Anadolu'muz.
Arkadaş! Biz bu yolda türküler tuttururken,
Sana uğurlar olsun… Ayrılıyor yolumuz...

Faruk Nafiz bu manzumede Batı hayranı edebi bakış ile Türk gelenek ve kültürünün mukayesesini yapar, ben-sen biçiminde diyalog tarzında ilerler şiiri. Şiirinde Ziya Gökalp’in manzumesinde olduğu gibi Batı tesiri altındaki edebi anlayışı kendi kültürüne davet etmez, farklılıklar üzerinde durur, tespitler yapar sadece. “Biz buyuz sen de busun” der.
Şiirin sonunda ilham kaynağı olarak gösterdiği Anadolu’ya yürürken, yanında olmayan, Batı hayranı kitleye yolunuz açık olsun der.

Cumhuriyet devri Türk edebiyatı hemen her alanda Anadolu insanını ele almış, Anadolu’nun ve Anadolu insanlarının sorunlarını işlemiştir. Faruk Nafiz’in şiiri bu döneme öncülük eden ve istikamet belirleyen mahiyete sahiptir.
Faruk Nafiz’in han Duvarları adli şiiri de aynı istikamette yapılan bir yolculuğu işlemektedir.
Şiirin ilk bölümlerinde Anadolu’ya yapılan bir yolculuk anlatılır. Faruk Nafiz, müfettişlik yaptığı yıllarda Anadolu’nun pek çok yerini gezmiş, gözlemler yapmıştır. Şiirinde bu dönemin birikimleri karşılığını bulur.
Oldukça fakir olan Anadolu’da yapılan yolculuklar kısa mesafeler arasında bile oldukça uzun zaman alabiliyor, yolcular yol boyunca hanlarda kalmak durumunda kalabiliyorlardı.
Konakladığı hanların duvarlarında kendisinden önce orada kalmış olan insanların duvarlara yazdıkları şairi o insanların duygularına, acılarına götürür.
Şiirde onlarca yıl süren savaşlar nedeniyle kaderi acıya dönüşmüş askerlere boşuna savaşmadıklarını anlatmak ister.

Namık Kemal Türk edebiyatının en büyük eksikliğinin kendi tarihine alaka göstermeyişi olduğunu söyler.
İstanbul’un Fethi gibi bir çağı sona erdiren, tüm dünyayı değiştiren bir olay karşısında bile bir iki istisna dışında sessiz kalmış olduğumuzun altını çizer (Tacizade Cafer Çelebi’nin Heves-name adlı eserinde Mahsuse-i İstanbul Fetihnamesi adlı bir bölümü müstesna olarak kabul eder).

Abdülhak Hamid bu mesele üzerinde çalışmalar ortaya koymuştur. Merkad-i Fatih’i Ziyaret ve Kabr-i Selîmi Ziyaret adlı eserleriyle bu iki hükümdarın kabirlerini ziyarette yaşanan duyguları ve bu hükümdarların şahsiyetlerini anlatmıştır.
Abdülhak Hamid’in bu iki manzumesi çok sayıda şairime ilham olmuş ve tarihi şiir akımını başlamasına sebep olmuştur.
Namık Kemal’in Fatih ve Yavuz için hazırladığı monografileri vardır.
Süleyman Paşa’nın Tarih-i Alem adlı eseri tarihe bakışımızın değişimini hızlandırır. Türkçü edebiyatçılarımız eserler neşretmeye başlarlar.
Necip Asım’ın Göktürk kitabelerinden söz ettiği ve eski yazı / alfabe sistemini bütünüyle ele aldığı Eski Türk Yazısı adlı eseri bu dönemde yayınlandı.
Şemsettin Sami yaptığı çalışmalar sonucunda konuştuğumuz dilin bir hanedanın adıyla anılmasını doğru bulmaz. Onun bu çıkışı Türkçü düşünceyi uyandırır. Necip Asım’ın Türk Tarihi adlı eseriyle birlikte Türk kelimesi yaygın olarak kullanılmaya başlanır.
Mehmed Emin Türklük şuurunu ileriye taşır. Leon Cahun’un Orta Asya Türk tarihiyle ilgili eseri Gök Bayrak, Necip Asım tarafından dilimize kazandırılır. Bu eser, Türkçülük akımını çok etkiler.
Türklük bilincinin gelişimine katkı yapan, Milli Mücadele’ye yazıları ve şiirleriyle en fazla destek veren edebiyatçılarımızdan biri de Yahya Kemal’dir. 1884 yılında doğan Yahya Kemal 1912 yılında İstanbul’a gelir. Doğduğu şehir Üsküp, Balkan savaşlarıyla birlikte kaybedilmiş, ailesi muhacirlerle birlikte (Evlad-ı Fatihan) Rumeli’ye göç etmek zorunda kalmıştır. Bu olaylar Yahya Kemal’i derinden etkilemiştir. Lalası Hüseyin Efendi’nin Budin, Belgrad ve Lefkofça türküleri söyleyerek kendisi üzerinde etki bıraktığını bildiğimiz Yahya Kemal, annesinin(Nakiye Hanım) ve doğduğu şehir olan Üsküp’ün de tesiri altındadır. Dini ve milli terbiyesini annesinden aldığı söylemiş olan Yahya Kemal’in şiirlerinde de dini ve milli değerler kendini fazlasıyla göstermektedir. Çok dindar dindar olan annesi, çocukluğunda Yahya Kemal’e din bilgisi ve terbiyesi kazandırmıştır. Çocukluk yıllarında Radibe isimli bir kadına aşık olan Yahya Kemal, ilk şiir denemelerini de bu aşkın tesiriyle yazmıştır. Yahya Kemal Radibe Hanım’ı üç defa görmüştür (ilkinde tahminine göre ancak 5 yaşındadır), son görüşünde 15 yaşında olan Yahya Kemal, bu hanım için yine şiir yazma arzusu hisseder. Ölçüsüz ve özensiz şiir yazmak istemediği için şiir hakkında tetkikler yapar. Eşref Paşa ve Sadeddin Efendi’den vezin dersleri alır. Dil şuurunu ve dil terbiyesini Muallim Naci’den etkilenerek edinir. Muallim Naci’nin yazdığı meyhane şiirlerinin tesiriyle rakı içmeye heveslenmiştir. Bir dönem Selanik’te kalan Yahya Kemal, bu dönemde yazdığı şiirlerinde “esrar” mahlasını kullanmıştır. 1897 yılında annesini kaybeden Yahya Kemal’in hayatında oldukça buhranlı bir dönem başlar. Üsküp’ten Selanik’e taşınırken çeyizinin tellallar tarafından satılmasına çok üzülen annesi, bu üzüntüyle verem olup ölür. Annesinin ölümünden kısa bir süre sonra büyükbabası da vefat eder. Bir yıl kadar sonra babası evlenir. Selanik’i sevemeyen Yahya Kemal, Üsküp’ü özlemektedir. Annesinin ölümünden hemen sonra babasının evlenmesi, ailesinden uzaklaşmasına neden olur. 1902 yılında İstanbul’ a gönderilir. Anne tarafından akrabası olan Abdurrahman Paşazade İbrahim’in evinde kalmaktadır. Zevkine düşkün İbrahim Bey’in Sarıyer’deki konağında hemen her gece saz-söz meclisleri kuruluyordu. Şiirlerinde gördüğümüz Boğaziçi ve Türk musikisiyle tanışması bu dönemdedir. Serezli Şekip ile de bu dönemde tanışır. Yahya Kemal’e göre Serezli Şekip biraz fazla Avrupalılaşma meraklısı olmasının dışında son derece akıllı ve kültürlü biridir. Yahya Kemal 18 yaşındayken, Şekip Bey’in telkini ve yardımlarıyla Paris’e kaçmıştır. Maddi yönden çok sıkıntılı günler yaşayan Yahya Kemal kendini bir anda Jön Türk gurubunun içinde bulur. Sorbonne yakınlarında bir eve yerleşir. Dış siyaset dersleri alır. Tarihçi Albert Sorel ve diğer bazı ünlü hukukçuların derslerine katılır. Soral’e olan hayranlığı onunla dostluk kurması ve en çalışkan talebesi olması şeklinde ilerler. 1904 yılında sosyalizmin kuvvet kazandığı dönemde Yahya Kemal’de materyalizmden etkilenerek mitingleri takip etmeye başlar. 1 yıl sonra bu hevesini geride bırakmış olarak kendini eğlence hayatına atar. 1906 yılında Londra’ya gider. Burada Abdülhak Hamid ile yakınlaşır.
Türkçeyi edebiyat dili olarak kullanmak ve klasik Türkçenin Arapça ve  Farsça sözcüklerle yaptığını halk dilindeki kelimelerle ifade etmenin yollarını arayan Yahya Kemal o yıllarda bir destan yazma arzusundadır. Dönemin ileri gelen edebiyatçılarından Hüseyin Siret’e kendi yazdığı bazı dizeleri Abdülhak Hamid’inmiş gibi gösterir. Hüseyin Siret, okuduğu şiirleri hayranlıkla dinler. Halid Raşid ile dostluk kurar, aralarından su sızmaz. Istamos adlı Yunanlıyla da bu dönemde tanışır, dost olur. Baudelaire’in şiirlerini hayranlıkla okur, birçoğunu ezberler. Parnasçılardan Jose Maria de Heredia’yı kendi için merhale olarak işaret eder. Heredia’nın şiirlerini okurken şiirin asıl mabedine ulaştığını hisseder. Yunan ve Latin klasiklerini okumaya başlar. Mallarme’ın şiirlerindeki musiki yaratma fikri Yahya Kemal’in şiirinde yeni bir merhaleyi teşkil eder.
Yahya Kemal İstanbul’a dönünce Peyam gazetesinde Süleyman Sadi müstearıyla yazmaya başlar. Yazıları edebiyat çevrelerinin ilgisini çeker. Kendi adıyla tek bir mısraı basılmadan “büyük şair” payesi kazanır. Yazdığı şiirleri neşretmeye yanaşmayan Yahya Kemal “hasis” olarak nitelenmiştir. Yahya Kemal 1912 yılında İstanbul’a döner ve 1918 yılında şiirlerini neşreder.
Kaybolan Şehir” adlı şiiri Üsküp için yazmıştır. Şiire Üsküp’ü fetheden Yıldırım Beyazıd’ı anarak başlar. Türk mimarisiyle şekillenen şehrin biz olduğunu, bizim bir parçamız olduğunu vurgular. Şehri süsleyen lalelerin renklerini, şehrin alınması için kanlarını akıtan şehitlerden aldığını belirtir. Üç şanlı harp sözüyle I. Kosova(1389), II. Kosova(1448) ve 1690 yılında gerçekleşen Selim Giray komutasındaki meydan savaşlarını anlatır. Annesinin mezarı da oradadır, şiirde bunda da söz eder. Yahya Kemal için annesi ve Üsküp şehri birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Üsküp’ten danen hiçbir zaman ayrılamayacağını belirterek şiiri sonlandırıyor.
Yahya Kemal, şahsiyeti ve sanatıyla Türk kültürünü ve edebiyatını bünyesinde toplamış yazarımızdır. Yahya Kemal’in şeceresi III. Selim dönemine, Şehsuvar Paşa’ya kadar uzanır. Soyadı kanunuyla birlikte, “Şehsuvar” sözcüğünün Türkçe karşılığı olan “Beyatlı” adını alan Yahya Kemal, kendi aile değerlerine olduğu kadar Türk kültürüne ve tarihine de değer veren, sahip çıkan bir şahsiyettir.
Divan edebiyatını çok iyi bilen Ruşen Eşref, edebiyatımızda mülakat türünün en güzel örneklerini kazandırmıştır. Kendisi de edebiyatçı olduğu özellikle edebiyatçılarımızla yaptığı mülakatlar, ayakları üzerine kalkmaya çalışan Türk edebiyatının, sorunlarına çözüm olmaya çalışmış, edebiyatçılarımızın ufkunu açmıştır.
Hüseyin Cahit, Servet-i Fünun edebiyatının en kuvvetli tenkitçisiydi. II. Meşrutiyetten sonra politikaya girer.
Abdülhak Şinasi, Türklerin günlük hayatı hakkında çokça müracaat ettiğimiz yazarlarımızdandır. Eserleriyle nesline çok yararlar sağlamıştır. Boğaziçi Mehtapları adlı eseriyle edebiyatımıza Boğaziçi medeniyeti tabirini kazandırmıştır.
Batı kültürünü iyi tanıyan Ahmet Hamdi, edebiyatımız için tam bir dönüm noktasıdır. Makalelerle başlayan edebi hayatının ilk dönemlerinde geçmiş kültürümüzün meselelerini çok yeni nazariyelerle ele alır.
Türk kültür tarihinin evrelerini Beş Şehir adlı eserinde kendine özgü bir üslûpla ele alır. Türklerin elinde kimlik kazanan Ankara, Konya, Erzurum, Bursa ve İstanbul’un ayrı ayrı portrelerini ortaya koyar.
Biçim ve içerik yönünden de Türk nesrinin zirve noktasını müjdeleyen bu eser Türk dilinin ifade kabiliyetini çok ilerilere taşımıştır.
Kitabın Erzurum’la ilgili bölümünde Erzurum’un tarihi ve kültürel hayatının yanında kendi çocukluk anılarına da yer vermiştir.
Bursa şehrinin önce Bizans için sonra da Osmanlılar için önemini anlatan yazar, cami mimarisinin bu şehirde başladığını belirtiyor.
Ahmet Hamdi, eserleriyle Türk kültürünü edebi bir dille yeni nesillere aktaran “kılavuz” niteliğindeki yazarımızdır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder