19 Şubat 2020 Çarşamba

Turgut Uyar - Büyük Saat - Kitaptaki şiirlerden alıntılar, seçmeler


Turgut Uyar - Büyük Saat
11. Baskı 2011, YKY

Arz-ı Hal (1949)


YAD
Güzel günlerim vardı yağmurlarla ıslanan,
Ve güzel gecelerim masallarla dopdolu.
...

GARİP ANADOLUMUN DAĞLARI
Verecek bir şeyim yok ise gönlümden başka,
Uğrunuzda, üstünüzde kalsın kanlarım…

ÖLÜME DAİR KONUŞMALAR
Bir tutam sakız oluyor ağzımda zaman…

ŞEHİTLER
Kadın yüklü gemiler varmış rüyalarında
Ölüm hiç aklına gelmemiş.

Türkiyem (1952)


TURNAM, BİR GÜN BIRAKMIYACAĞIM...
Hiçbir zaman dertsiz kalmadı gönlüm
Bir çift gözden, bir yapraktan, bir kuştan.

TURNAM, BİR DEVİR ÇALSAK FELEKTEN
Turnam, ben fakir bir insanım
Hani, yurdu kahveler, hanlar olanlardan.
Sürülüp çıkarılmış ömrü boyunca
Alaca hatıralardan…


AYRILIKLARDAN
Böyle sessiz ayrılıklarda,
Her şey önceden belli olur.
En güzel zamanında, aşkın ve hayatın
İnsan deli olur…

BİR GARİP ÖLMÜŞ DİYELER
Şöyle sessizce ölüp gitmeliyim
Bir yaz gecesi Gülhane parkında.
Şu hazin ömrü tamam etmeliyim…
GECELERDE
Ağlamak, sızlamak kaç para eder
Bir şarkı söylenir, bir şarkı biter.
Ömür dedikleri gitti gider
Bir avuç su gibi parmaklarından.

DURMUŞ, SÜT MAVİ GECESİNE…
Benim savaşım yıllarca sonra
Dilden dile gezecek.
Bir şarkı söyleyin ne olur, kızlar
Uzun ve gerçek.
Bütün düşündüklerim aklımda kalsın,
Parmaklarımın telâşlı hasretiyle
Şimdi bir ıssız kasabanın
Bir odasında, kendince, ışıksız,
Yavan, hazırlıksız ve çoook uzak
Bir gece geçecek...

ÇIRILÇIPLAK
Senin de çelimsiz öksürüğün bir gün kardeşim,
Hasretle beklenir kapılarda.
Dünyada neler varmış bizden başka
Sevdikçe anlarsın
Bir gün, bir parkta otururken, biliyorum
Bir el yağmurlarla dokunacak omuzuma
Bir çift göz, bir davet, bir kalp
Çoluğu çocuğu terk edeceğim..
Yapraklar dökülecek, çiçekler solacak

SOKAKTAN GEÇEN KADIN
Ömrümüz yükte hafif, pahada ağır

BİTMEMİŞ ŞİİRLER
VIII
Hasret bir şey değil, Elâgözlüm
Ömrümüz böyle olmamalıydı
Hep aşkta durmalıydı çağımız.
Sevdayı mısra mısra değil
Ömrümle yaşamalıydım.

Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959)


GEYİKLİ GECE
Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka

TEL CAMBAZININ TEL ÜSTÜNDEKİ DURUMUNU ANLATIR ŞİİRDİR
Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Tanrınız büyük âmenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle döğüşemem
Siz ne derseniz deyiniz
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Ben tam dünyaya göre
Ben tam kendime göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız

GÖĞE BAKMA DURAĞI
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

OTURDUM HER KOPUĞU DÜĞÜMLEDİM
Çoktandır herşeyim uzakta
Vakitli vakitsiz aynalara bakıyorum
Dönüyorum bir daha bakıyorum

Tütünler Islak (1962)


ÇOK ÜŞÜMEK
Bir Kalır uzun resimlerde anısı sakallarımızın
Urban içinde Üşüyüp Üşüyüp kaldığımızın

Bir Kalır yanık yağlar kokusu şehirlerde
Uzun nehirlere binip uzaklaşmadıkça

Bir Kalır yabancı yataklarda o oteller
Meydanlar heykeller sizin olmadığınız o her yer

O çok yalınç gerçekli gelip gitmeler

Bir Kalır uzun duvarlar ve onların dipleri
Bir Kalır Yılgın Adamların hep "Evet" dedikleri

Çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız
Üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız

Tükenir dağınık diriliği kaşıntımızın bir gün
Bir Kalır uzun kitaplarda anısı çok Üşüdüğümüzün
YAVAŞÇA OLUYOR ELLERİME
Bir denizin yanında nedir ki bıyıklı ve saçları dökülmüş bir
adam,
kötü bir alışkanlıktan başka nedir bir adam...

BİR BARBAR KENDİN TARTAR
BİR BARBAR AŞAĞLARDA,
EY Bütün Kadınlar Uzak!.. Güneşi övmüyorum. Ve
kanım ne güzel akıyor... ıslak taşlıklarda. Sanki her şey,
sanki her şey!.,
Ey Kimse Yok!.. Ey Bir Mavinin Unutulmasından
Arta Kalan!..
EY Sen Var mısın?..
EY Olma!..
Ah, yağmur başlayacak

TERZİLER GELDİLER
Terziler geldiler. Kırılmış büyük şeylere benzeyen şeylerle
Şarkılara başladılar ölmüş olan bir at için
Makaslarını bırakmadılar

"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
En güzeli oydu işte, yüzünün
savaşla ilişkisi.
Boydanboya bir karşıkoyma, denge
ve istekli bir azalma. Onu bilirdik.
O ağaç senin kanınla beslenirdi,
hepimizi besleyen.
Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
senin karşında,
alışverişin, alfabenin, iplik döküntülerinin ve
her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."

Her Pazartesi (1968)


ÖLÜ YIKAYICILAR
İyi ki geldiniz burada bulundunuz
Her şey öyle uzun, biz soğukuz ve
öyle solgunuz...
Ölüyü yıkadılar. Direnmedi. Anısı sürdü.
İki şeyin birbirinden ayrımı vardı o zaman
Kendini seven sanan veya umursanmıyan

FEDERICO GARCIA LORCA İÇİN ÜÇ ŞİİR
saat beşte
akşam leyin
Ah ellerim ve kalbim
Her şey orada kaldı.

Divan (1970)


YOKUŞ YOL'A
güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan
dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar

dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan
Kürdistan'da ve Muş - Tatvan yolunda bir yer kanar

Muş - Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan
eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar

sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan
portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar

bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan
padişahlar ve Muşlar kanar, darülbedayiler kanar

Muş - Tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki
orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar

el ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen
benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar

TOMRİS UYAR İÇİN BİR ŞİİR KURMA ÇALIŞMASI
seni sonsuz biçiminde buldum o biçimi almıştın
sandviçlerle, kötü şehirle, terle başbaşa kalmıştın

Toplandılar (1974)


ACININ COĞRAFYASI
kente kapandık kaldık tutanaklarla belli
sirk izlenimlerinden seçmen kütüklerinden
yüzlerimiz temmuzdan ötürü sallanır ve uzar
ve her köşe bir tuzaktır
birer darağacıdır her meydan saati
öğle vaktini kesinlikle gösteren
oysa hep güçlü dağları görmenin zamanıdır

çığlığım uzun uzun kalır içimde
yani güller giyinmiş bir adam nerde ben nerde
rüzgâr bir dirimi dört yöne bölerken tepelerde
ve gece duruşmasından yeni çıkmışken
sabahın terazisi eksik tartar gölgemi

artık öyle açık ki kuşkuya yer yok
kim gelirse gelsin acıya hep yer vardır
tutanaklarda duvar diplerinde ve bazı yerlerde
örneğin çukurova ve mekong köylerinde
acıdır ağacın gölgesini yapan
bunu herkes bilir

kutsal acı beslegen acı sütünü emiyoruz
yatıyoruz seninle terli döşeklerde
saati seninle kuruyoruz bir çalar saati
sen donatıyorsun kalbimizi
kalbimiz çoğu zaman yeterli ve ürkek
kendi çoğunluğunu kendi üreterek

kente kapandık kaldık iki cadde iki alan bir saat
mutsuzluk acıya varana kadar
artık yeminimiz bir tatar gölgesi gibi
öyle bir gölge ki belki çok dardır
kısa vakitlerinde aceleci akşamın

artık öyle açık ki kuşkuya yer yok
acıya hep yer vardır aramızda
dört cepli yeleğim aynı kolaylıkla taşır her şeyi
bozuk paraları da umutsuzluğu da
aynı kolaylıkla tutmuş gibi olurum
güneşin yedi renk ayasını

biliyor musun güçlü dağları görmenin zamanıdır
şimdi bir bağırsan çok iyi biliyorum
ya da üstüste silâh atsan
kent tepinir belki bütün kuşlar uçar
belki değil mutlaka
ama
bir tanesi mutlaka kalır

BİR ŞEYLE MUKAYYETİZ
SERBEST DEĞİLİZ EFENDİM
şaştım, senin hançerin bu kadar mıydı
varmadı yüreğime
için suçlu bir deniz gibi
dokunma yüreğime

KALBİNDİR
her şey benim kalbimdir
söküp aldığım kardan
kardan söküp aldığım
çocuksuz bir anne gülüşüyle
her şey benim kalbimdir
çünkü pek yaraşmaz bu dünyaya
her şey benim kalbimdir ki bilirim
kimsenin olmadığı bir yerde
ölümü denemek isterdin
hiç değilse bir defa
nisansız bir serçe gibi
herkesin gözlerine saçlarına
avuçlarına dolanan
ama nisan olsa da olmasa da
serçeler benim kalbimdir
her şey kalbimdir diyorum
ve işte o zaman
ölüme eşitliyorum aklığını

Kayayı Delen İncir (1982)


ALIŞTIRDILAR BİR KERE
aşk bağımlıdır ay'la
ve senin bir gün ölmeyeceğin
mutlu ediyor beni

İHBAR
(2)
sözler dilimde gezer
başka ne kaldı
yıldım su borusu gibi dayanıklı olmaktan
başka ne kaldı

evet öyleydi adı adları
durmadan kitap okurlardı
yumrukları şimşir yürekleri maden
bir divriğide görmüştüm
bir de onlarda zaten
hepsinin başında kasket
başka ne kaldı
sözler dilimde gezer

evet öyleydi adı
adları
ormanı konuşmaya oturmuştuk
orman ki dünya ormanı
zıpkından aydınlıktan divriğiden

bak hasan n'olur bak
sen ben Ömer
lütfüyle nuran polat sezer
şimdi öbürlerini hatırlamıyorum
ne kadar yakışırız bir fotoğrafa

benim sırtımda tabut
osmanın elinde mavzer
aşağı yukarı böyle
adı adları
unuttuğum yüzlerce kitap belki
belki o kadar tüfek
ne kadar yakışırdık değil mi hasan
öldürülmezsek

Dün Yok mu (1984)


Son Şiirler


SİZE OLMAYAN
sana olmayan özlem bir şeye benzemiyor
- bilinir ben yoğun içki severim
ne kavurucu ne umursanmaz ne de bir şey
kuyruksuz uçurtma gibi
sokaktan biri geçiyormuş gibi
başka bir özlemin öznesi sanki


26 Ocak 2020 Pazar

Ömer Seyfettin - Acaba Ne İdi?

Acaba Ne İdi?

Çıkardıkları gün hemen döndüğü Toptaşı Tımarhanesi’nden Cabi Efendi’yi kabul etmemişlerdi.
Muhtelif semtlerde seyahatler etti. Tenha sokaklarda gezdi.
Mücessem bir kimya muamması”na benzeyen vesika ekmeklerine günlerce, irili ufaklı, pertavsızlarla baktı. Hatta bir gün tahlil ettirmeye bile kalktı.
Ekmeği iyice muayene ettikten sonra, “Bunun içinde bir şey var... var, evet var ama ne acaba?” dedi.
Cabi Efendi, “Siz söyleyiniz oğlum, ne var?”
Eski zavallılar, cahiller, sefiller nasıl zengin olmuşlarsa birtakım aptallar, budalalar, ahmaklar da birer mevki sahibi olmuşlardı.
Semerci Niyazi’nin sıracalı bir oğlu vardı.
Harpten evvel iki lâfı bir araya getiremeyen bu aptalın gayet mühim bir müessesede müdürlük mevkiini ihraz ettiğini duyunca Cabi Efendi kulaklarına inanamadı. Kalktı. Söylenen daireye kadar gitti.
Müessesede “Her şey, her şey, bütün işler onun elinde!” diyorlardı.
Cabi Efendi (…) Artık vakaların sebeplerini bulmak melekesini kaybetmişti.
Cabi Efendi işte yalnız bu umumî terbiyesizliğe alışamadı.
Eskiden kendisine sokakta bir şey soran: Lâfa “Lütuf buyurunuz beybaba....” filân diye başlarken şimdi bir karış piçler bile zavallıya “Ulan, hödük, bana baksana...” diye hitap ediyorlardı, hiçbir sebep yokken fena hâlde ağızlarını bozuyorlardı.
Ekecek birkaç dönüm yer, barınılacak bir çatı arıyordu.
Tenhalığın ağır kibarlığı, sükûnu, zevki meyus ruhuna manevî bir deva gibi tesir ettiğini duydu.
Uzaktan bir otomobil geliyordu.
Cabi Efendi bir dakika evvel cennet gibi gördüğü yerlerden birdenbire ürktü. Kendisini insaniyet, medeniyet âleminden çok uzak, görünmez kaplanlar, kurtlarla dolu bir sahrada sandı. Birdenbire kırda yaşamaktan vazgeçti.

Şair, Sayı: 9, 6 Şubat 1919, s. 132-137.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Acıklı Bir Hikâye

Acıklı Bir Hikâye

Müthiş bir kış... Her taraf kar içinde...
Pardon, yine sadede gelelim: Kar her tarafı beyaz bir keçe gibi örtmüştü.
Şey, sadede gelelim: Ne diyorduk? Minimini serçecik açlıktan ölmek, soğuktan donmak üzere idi.
Biz yine sadede gelelim: Serçecik, bir metre yetmiş santimetre ötesinde gayet taze bir gübre yığınını görünce, mahmur gözlerini açtı.
Bu esnada bahçeye bir çocuk çıktı. Elinde bir av tüfeği vardı.
Kıssadan hisse:
İnsan bir (...) yediği zaman damın üzerine çıkıp bağırmamalıdır!
Zaman, Sayı: 282, 16 Kânun-ı sani [Ocak] 1335/1919, s. 2.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - And


And

Ben Gönen'de doğdum. Yirmi yıldan beri görmediğim bu kasaba hayalimde artık seraplaştı.

Mektep bir katlı, duvarları badanasız idi. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük. ağaçsız bir bahçe ... Bahçenin nihayetinde ayakyolu, gayet kocaman aptest fıçısı... Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, beraber okur, beraber oynarlardı. «Büyük Hoca» dediğimiz kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu ihtiyar, bunak bir kadındı.
«Küçük Hoca» erkekti. Büyük Hoca'nın oğlu idi.

Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep «Ak Bey» derlerdi.

Mektepte yalnız bir nevi ceza vardı: Dayak ... Büyük kabahatliler, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı.

Küçük kabahatlilerin cezası ise nispetsiz, mikyassız idi. Küçük Hoca'nın ağır tokadı...

Bahçedeki aptest fıçısının musluğu koparılmıştı.
Büyük Hoca bu kabahati yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli. kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkar etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını. onun kabahati olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi.

- Musluğu Ali koparmıştı - dedi-, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf, hem hastadır.
Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.
- Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?
- Niçin olacak. Biz onunla and içmişiz.
O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onu kurtardım işte.
Bir gün bu yeni öğrendiğim geleneğin nasıl yapıldığını da gördüm.

- Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna «and içmek» derler. And içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, imdada koşarlar.

…anneme fikrimi, her çocuk gibi birisiyle and içmek istediğimi söyledim. Andı tarif ettim. Razı olmadı.

Aklıma and içmeyi koymuştum. Fakat kiminle?


Mıstık'a,
- Haydi, dedim, hazır elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes ...
Tereddüt etti. Siyah gözlerini yere dikerek büyük, yuvarlak başını salladı:
- Olur mu ya... And için kol kesmek lazım...
- Canım ne zararı var? -diye ısrar ettim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan ... Haydi, haydi!
Razı oldu.

Bilmiyorum, aradan nice zaman geçti. Belki altı ay, belki bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu adeta unutmuştum.

Birdenbire karşıdan iri. kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından, birkaç adam, kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, “Kaçınız, kaçınız, ısıracak!” diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık.

O vakit Mıstık, “Sen arkama saklan!” diye haykırdı, önüme geçti.
Köpek onun üzerine hücum etti.

Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının. bütün kuvvetiyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu.

Mıstık, “Bir şey yok… Acımıyor... Biraz çizildi...” diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum.

Ertesi günü Mıstık mektebe gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi...

Ondan sonra ben her sabah Mıstık'ı iyileşmiş bulacağım ümidiyle mektebe gittim.
Fakat heyhat... O hiç gelmedi... Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık'ı Bandırma'ya götürdüler. Oradan İstanbul'a göndereceklerdi.
Nihayet bir gün işittik ki. Mıstık ölmüş...

…bu küçük yara izi bence pek mukaddestir.

Ve kavmiyetimizden, hadsi (intuitif) Türklükten uzaklaştıkça, daha müteaffin derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun bu ahlaksızlık ve bozukluk, vefasızlık ve hodgamlık, adilik ve miskinlik cehenneminin dibinde meyus ve şartlaşmış, kıvranırken, saf ve nurdan mazi, kaybolmuş bir cennetin hakikatten uzak bir serabi halinde karşımda açılır... Beni müteselli ve mesut eder. Saatlerce Mıstık'ın hatırasıyla, bu muazzez ve necip matemin eskiyip unutuldukça daha ziyade kıymeti artan tatlı ve mahzun acısıyla mütelezziz olurum...
(Genç Kalemler Dergisi, 1328/1912, Sayı 11)


Ömer Seyfettin Bütün Eserleri: 8, Bilgi Yayınevi (s. 29-38)

Ömer Seyfettin - Antiseptik

Antiseptik

Minimini, güzel, şeytan Bedia’yı ailesi büyük bir adama vermek istiyordu.
“Kırkında var, yok...” diyorlardı. Bedia daha on yedisine girmemişti.
Namık dedi ki: “Bende tılsımlı bir su var; onunla nişanlının bıyıklarını yıkatabilirsen bir asır yaşında olduğunu sana söyleyecek. O vakit de varacak mısın?”
Dudaklarınızı yıkayınız. İstediğiniz kadar öpünüz.
Şu aynaya bakınız! Hayaliniz size cevap verecek...
Abanoz bıyıkları fildişi gibi bembeyaz olmuştu.
Burnu kanıyormuş gibi mendili ağzına tutarak salonun ortasından hızla geçti.
Diken, Sayı: 7, 23 Kânun-ı sani [Ocak] 1919, s. 6.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Apandisit

Apandisit

Akşam yemeğinde erik hoşafı vardı.
Gece yatakta uyuyamadım ve karar verdim ki ağzımdan eksik çıkan bu hain çekirdeği ben yutmuşum...

Duyduğum bu sarih evcaı teşhis ettirmek ve ameliyata hazırlanmak için dostum ‘S...’in muayenehanesine gidiyordum.
Bit-tesadüf önünden geçtiğim lokantanın içine baktım. Operatör orada idi.
“Sevgili doktor! Kirazlarınızın çekirdeklerini ne yaptınız?”
“Oo, monşer!.. Yuttum!” dedi.
“İyi ama, apandisitten hiç korkmuyor musunuz?..”
“Ne apandisiti? Azizim o eski nazariye, hiç kiraz çekirdeğinden apandisit olur mu?..
Piyano, Sayı: 11, 25 Teşrîn-i evvel 1326 [8 Kasım 1910], s. 128-129.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Ashab-ı Kehfimiz

Ashab-ı Kehfimiz

Meşrutiyet’ten sonra büyük adamlarımızın çoğuyla görüşmüştüm. Hepsinin fikri, aşağı yukarı, şu neticede toplanıyordu: “Osmanlılık, müşterek bir milliyettir. Osmanlılık ne yalnız Türklük, ne de yalnız Müslümanlık demektir. Osmanlı devletinin idaresinde yaşayan her fert ‘bilâtefrik-i cins ü mezhep’ Osmanlı milletine mensuptur!” Hâlbuki bu fikir, gayr-i millî Tanzimat maarifinin yetiştirdiği dimağlarda doğmuş bir vehimden, bir ham hayalden ibaretti.
Bu muhterem efendiler; Balkan Muharebesi’nden sonra da hakikati göremiyorlardı.
Türk köylüsü “Dili dilime uyan, dini dinime uyan...” diye milliyetin hududunu pek güzel anlarken münevver efendiler son inkılâp esnasında ne dile, ne dine ehemmiyet veriyorlardı.
BİR ERMENİ GENCİNİN HATIRALARI 1 YENİ BİR DERNEK
30 Ağustos 1908, Moda...
…coğrafya hocamız vardı.
“Dünyada en birinci zevk ruzname tutmaktır” derdi.
Kendi kendime “Ruzname tutmak, tahrirî bir gevezeliktir” derdim.
Bugünden itibaren yarını yazmağa başlayacağım.
…kardeşlerimizi Kürt cellâtlarına doğratan Kırmızı Sultan’ın kuvveti, iktidarı birdenbire söndü.
Patrikhaneler “Eski hukukumuz, eski imtiyazlarımız” diye kımıldanmağa başladılar.
Rumlar, Arnavutlar, Bulgarlar, bazı Ermeniler “Osmanlılık bizim milliyetlerimiz için bir tehlike teşkil eder” diyorlar.

Memleketimizin son şairi Tevfik Fikret meşhur Rübab-ı Şikeste’sinde, ilâç için olsun bir ‘Türk’ kelimesi geçirmemiştir.
2 Sonuncu Olan İLK TEŞEBBÜS
23 Nisan 1912, Moda...
Dün İstanbul’a geldim.

İki sene evvelki fikirlerim bugün tamamıyla değişmiş bulunuyor.
“Osmanlılık” nedir? Kaynaşma Kulübü bunun manasını bana öğretti:
1- Osmanlı namı altında yaşayacak Türk mürk hangi milletten olursa olsun, milletler, kendi milliyetlerinden vazgeçecekler.
2- Dinlerinden, müesseselerinden, lisanlarından, yavaş yavaş ayrılacaklar. [56]
3- Cemaatlerinin ilham ettiği “irade”leri sunî bir nisyan ile unutarak yalnız ferdî, yalnız şahsî, uzvî “arzularıyla” yaşayacaklar.
4- “Osmanlı” namı tahtında birleşerek yeni, tarihsiz bir milliyet husule getirecekler.

İlk Tanzimatçılar bir kalemde milliyetleri sildiler. Türke Türklüğünü unutturdular. Lâkin dine dokunamadılar. Çünkü onlar da bizim gibi, belki bizden ziyade asırlardan beri köklenmiş taassuptan korkuyorlardı. Taassup izale edilince, tabiî, din de kalmazdı.
“Memâlik-i Osmaniye”de en çok mümini olan din İslâmlıktı. İslâmlığı yıkmak için ihmal icap ediyordu. Tanzimatçılar da memleketin her tarafını tanzim [69] ederken, medreselere hiç bakmadılar. Dinî müesseseleri hep eski hâlinde bıraktılar. İhmal ettiler.
3 ON İKİ SENE SONRA
“Hayat bir uykudur, aşk onun rüyasıdır!” derler.
Türkiye’de son felâketlerin uyandırdığı millî ruh büyümüş, alevlenmiş, her tarafı sarmıştır. Anadolu’nun en ücra köylerinde bile bütün Türk çocukları “Turan Turan” diye bağırıyorlar.
Artık kimse Osmanlı Kaynaşma Kulübü’nden bahsetmiyor, hep “Ashab-ı Kehf” konuşuluyor, onlarla eğleniliyordu.
Ashab-ı Kehfimiz, Kanaat Kitaphanesi, Kanaat Mat., İstanbul, 1918, 101 s.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Asilzâdeler

Asilzâdeler

“Monşer, asalet olmazsa bu memleket batar.”
“Ben...” diye başlayıp lâfını, her nedense, tamamlamayan Efruz Bey yalnız “bu fikirde” değil, hatta fazla olarak bizzat kendisi hâlis bir “asilzade” idi.
Müzekki Bey, “Asalet için ilk lâzım olan şey Meşrutiyet’tir” dedi, “işte size İngiltere büyük bir misal! Meşrutiyet sayesinde İngiltere nüfusu üç yüz milyona yakın Hindistan’a hâkimdir. Daha hesaba gelmez binlerce müstemlekeye hâkimdir. Demek bir kere bu Meşrutiyet sayesinde İngiltere, Hindistan’ın, Mısır’ın, daha birçok yerlerin efendisi olmuş, dünyanın en yüksek ‘asalet’ mevkiini almıştır.
Efruz Bey ayağa kalktı.
“Bu memlekette asalete o kadar ehemmiyet verilmiyor. Niçin? Buna hepiniz cevap veriniz.”
“Bakınız, ben bu sebebi size söyleyeyim. Biz asil olduğumuz hâlde ismimize ehemmiyet vermiyoruz. Ecdadımızın namlarını taşımıyoruz. Asalet unvanları kullanmıyoruz. Biz kendi kendimizi tanımazsak halk bizi tanır mı?”
Müzekki dö Civan’a prens unvanı verilince Kâmuran Bey aslını, ecdadını anlatmak için acele etti.
Prens Eternel dö Kara Tanburîn!.. Hepsi bu muhteşem ismi tekrarladılar.
Nermin Bey: “Pekâlâ marki olabilirim. Cetlerim hep hükümdarların dizanterilerini iyi etmişlerdir.
Fakat Efruz Bey kendi asaletini, kendi cetlerini anlatamamıştı. Saat altıyı geçiyordu. Bu beş asil genç birbirinden ayrılamadılar.

(Efruz Bey) “Söyle anne, benim unvanım ne?”
Hiçbirisinden bir cevap alamayınca daha ziyade ateşlendi. Ana oğlunun, hizmetçiler efendilerinin unvanını bilmiyorlardı. Bu memleket batmasın da neresi batsın? Bu ne idraksizlik, bu ne kabalık, bu ne hayvanlıktı.
Ecdadı ihtimal ki... Hayır, “ihtimal ki” değil, muhakkak surette “Kızıl Ahmetli”lerdi.
“Prens Efruz dö Kızıl!..” dedi.

Sabah olmuş, hızla kapıyı açan Despina sütlü kahvesini getirmişti.
Şakadan Despina’nın üzerine atıldı.

Manzara müthişti! Prensin elinden kurtulan Despina, saçı başı karmakarışık, tıpkı iffetine tecavüz olunmuş masum bir kız oğlan kız gibi, hıçkıra hıçkıra, derin derin ağlıyor, yanmamak için hemen kazı çeviren Prens “İşte sütümü döken beceriksizi ben böyle döverim!” diyordu. Ama hanımefendi yutmadı. Bağırdı: “Dışarıda ne halt yersen ye... Burası bildiğin yer değil... Benim boynuzlarımı takmağa vaktim yok...” Despina’yı hemen kovdu.
Prens Zırtaf, “Benim apartmana buyurun!” dedi.
İki iri adam bir anda göründü. Ellerinde revolverler vardı: “Ellerinizi yukarı kaldırın!”
Komiser olması icap eden memur: “Ben ‘Bu Beyoğlu’nda sana kumar oynatmam’ demedim mi?”
“Biz burada kumar oynamıyorduk ki...”
“Ya ne yapıyordunuz?”
“Hiç...”
“Onu sen babana yuttur…”
Komiser biraz tereddüt ediyordu. “Hepinizin üzerinden beş lira çıkmadı. Paralar nerde?”
Para lâfı Efruz Bey’in kibrine dokundu. Sert bir cevap verdi: “Biz üzerimizde para taşımaya tenezzül etmeyiz.”
“Vay beyim vay! Ya ne yaparsınız?”
Efruz Bey asıl tahkikatı kumar meselesine çevirebildiği için memnundu. Hiç mukavemet etmedi. Karakola gitti. Bir gece yattı. Ertesi gün kefaletle tahliye olundu. Uzun müddet asil arkadaşlarına rast gelmedi.

Politika, asalet teşebbüsleri cılk çıktıktan sonra Efruz Bey için yapılacak yalnız bir şey kalıyordu: Milliyetperverlik! O, öyle bir köşede oturacak, şöhretten, şandan uzak yaşayabilecek bir tip değildi. Hareket, inkılâp, gürültü harıltı adamıydı.
Vakit, Sayı: 3051-3058, l-8 Temmuz 1926, s. 3;


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Ömer Seyfettin - Aşk Dalgası

Aşk Dalgası

Vapur dopdoluydu.
Kadıköyü’ne gidiyorduk.
Ansızın omzuma bir el dokundu.
Bu, en sevdiğim mektep arkadaşlarımdan biriydi. On iki senedir görüşmemiştik.
“…Nen var kuzum?”
“Hiç, hiç... Dalga geçiyordum.”
“Ne dalgası?”
Gülerek cevap verdim: “Aşk dalgası...”
“Daha bekâr mısın?”
“Bekârım!”

Hâlâ aşk dalgası geçmene bakılırsa hayatı anlamamış, açık ve bariz hakikatin farkına varmamışsın.
…bizim muhitimizde, Türklerin muhitinde de aşk şiddetle yasaktır.
Çünkü sevmek için evvelâ görmek lâzım. Hâlbuki genç bir kızla yuva yapmak ölünceye kadar bahtiyar yaşamak için konuşmak, anlaşmak, sevişmek değil; hatta bir kerecik olsun yüzünü görmek imkânsız...
Gazinolar, balolar, tiyatrolar ve ilh... yani Beyoğlu tarafı asla Türk değildir. Orada yabancılar kendi muhitlerini, kendi âdetlerini yaşarlar.
Ve erkeklerin birçoğu daha hâlâ bilmezler ki bu görücü hanımlar güzelden ziyade bir çirkin ararlar... Ve mutlaka da bulurlar. Güzel bir kız alırlarsa kardeşlerinin yahut oğullarının onu seveceğini, onun lafını dinleyeceğini ve sonra kendi pabuçlarının dama atılacağını düşünmek onları çıldırtır. Güzellikten dehşetle ürkerler. Bunun için İstanbul’da koca bulamayan, evde kalan kızların yüzde doksanı en güzeller, en cazibeliler, en sevimlilerdir.
Genç Kalemler, Sayı: 24-25 (On Temmuz’a mahsus mümtaz nüsha) 10 Temmuz 1328 [23 Temmuz 1912], s. 4-11, 14-15.



(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul