26 Ocak 2020 Pazar

Ömer Seyfettin - Bahar ve Kelebekler...

Bahar ve Kelebekler...

Küçük salonun fes renginde kalın ve ağır perdeli geniş penceresinden dışarısı muhteşem ve parlak bir sulu boya levhası gibi görünüyordu.

Karşısında, bir şezlonga uzanmış esmer ve güzel bir kız siyah maroken kaplı bir kitap okuyor

Bu ihtiyar büyüknine tam doksan yedi yaşında idi.
Torununun torununa, “Yavrum, niçin susuyorsun” dedi, “biraz konuşalım.”
“Okuyorum büyük anneciğim” dedi.

Büyüknine sordu: “O okuduğun ne, kızım?”
“Bir roman.”
“Neden bahsediyor?”
“Hiç.”

“İsmi ne?”
“Dezanşante [Desenchanté]...”
“Ne demek?”
“‘Sevinç ve saadetten mahrum kadınlar’ demek.”
“Onlar kimmiş?”
“Biz... Türk kadınları...”

Ah, işte hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları solduruyordu.

“Sevinç ve saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı?” dedi, “Hayır, hayır, hayır. Türk kadınları asla sevinç ve saadetten mahrum değildiler. Sevinç ve saadetten mahrum olanlar sizsiniz. Şimdiki kadınlar... Siz bozuldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz... Gençken ne kadar mesut idik. Bütün meşguliyetimiz eğlence ve neşe idi. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kabarıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahlûk oluyorsunuz...”

O vakit bir kadın için en büyük metih, “fazıla, edibe, şaire, âkile...” idi. Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor; başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz.

“Lâkin söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?”

Moda yoktu... Annelerinin esvaplarını kızlar giyer, büyükninelerinin mücevherlerini torunlar takardı.

Hiç aralarında çirkin, yani zayıf ve hastalıklı yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, işlerinden sonra erkence evlerine gelirler…

Frenklik bir veba gibi içimize girmiş, yanaklarımızın allığını, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış…

Her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Ananelerimiz öldü. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hülyaya inkılâp etti... Âdetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü.

Çocukluk, mektebe başlayış, feraceye giriş, kocaya varış, doğuruş, hatta ihtiyarlayış
Bunların hep ayinleri vardı. Her kadının bu devirleri diğer birçok kadınlar için bir zevk, bir eğlence vesilesi olurdu.
Mânilerimiz, şarkılarımız vardı.

Can sıkıntısı ne olduğunu bilmezdik.

(Baharda) İlk göreceğimiz kelebek bir senelik talihimizdi.
Çünkü kelebeklerin birer manaları vardı.
Beyaz kelebek saadete, talihe... Pembe kelebek sıhhat ve afiyete... Sarı kelebek kedere ve hastalığa... Siyah kelebek felâkete, matem ve ölüme delâlet ederdi.

Hakikaten seksen sene evvel kadınların mesut olmaları lâzım geliyordu. Kendileri, yeni nesil okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça iptidaî kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilâl tutuşuyor, eski kadınlığın zevk-i saadete vesile addettiği dişilik kayıtları kendilerine ateşten ve demirden bir zincir gibi geliyordu.

Pencerenin yakınındaki ağacın çiçekli dalları altında siyah bir kelebek uçuyordu.
Fakat ben senden evvel şu beyazı gördüm
Genç kız son bir cebirle ona da baktı, “Ah büyüknineciğim, iyi göremiyorsunuz” dedi, “o beyaz değil, sarı bir kelebek...”

Genç kız elinden bırakmadığı siyah maroken kaplı kitabını açtı, bu kitap şimdi siyah, cesim ve ölü bir kelebek gibi onun yüzünü tamamıyla örtüyordu.

Odanın uyutucu ve gölgeli sükûnunda sanki bu iki vücut eski ve yeni Türk kadınlığının meyus ve teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asır evvelki neslin son numunesi, hayattan ziyade ölüme ve nisyana ait bir hatırası... Diğeri, bugünün, bir asırlık mecburî ve meşum terakkinin, tagayyürün narin ve tatmin olunmaz bir çiçeği idi.
5 Nisan, 1326
Genç Kalemler, 2. C. Sayı: 1, 29 Mart 1327 [11 Nisan 1911], s. 14-20.


(Özet değildir)
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder