Pembe İncili Kaftan
Büyük kubbeli serin divan bugün daha sakin, daha gölgeliydi.
“Cesur bir adam lâzım, paşalar...” dedi, “biz onun
sırmalara, altınlara, elmaslara gark ederek gönderdiği elçisine padişahımızın
elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine müsaade ettik. Şüphesiz o da mukabele
etmeye kalkacak.”
Bu elçi, yedi sene sonra takdirin “Yavuz!” namındaki yaman
sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail
Safevî’ye gönderilecekti!
Sadrazamın sağındaki, deminden beri, bir mezar taşı gibi
hareketsiz duran, kırmızı tuğlu kavuk, yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü.
“Ben tam bu elçiliğe münasip bir adam biliyorum” dedi,
“Muhsin Çelebi.”
Sadrazam o akşam kethüdasını Muhsin Çelebi’nin Üsküdar’daki
evine gönderdi.
Muhsin Çelebi çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden
gayet tabiî bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu.
Muhsin Çelebi her türlü zilleti hazmederek ikbal tepelerine
iki büklüm tırmanan maskara harislerden, izzet-i nefissiz kölelerden, zâhifeler
gibi yerlerde sürünen mülevves esirlerden nefret ederdi. Hatta bunları görmemek
için merdümgiriz olmuştu. Yalnız muharebe zamanları Gureba Bölüklerine
kumandanlık için meydana çıkardı.
“Seni Tebriz’e elçi göndereceğiz.”
…Devletini seversen sen bu fedakârlığı kabul edeceksin!”
Muhsin Çelebi hiç düşünmedi. “Ettim efendim, fakat bir
şartla...” dedi.
“Ne gibi?”
Ben maaş, mansıp, ücret falan istemem. Fahrî olarak bu
hizmeti görürüm. Şartım budur!
… Şah İsmail’in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.”
“Ne giyeceksin?”
“Sırmakeş Toroğlu’ndaki dibası Hint’ten, harcı Venedik’ten
gelme ‘Pembe İncili Kaftan’ı alacağım...”
Muhsin Çelebi bu meşhur kaftanı nasıl alacağını anlattı.
“Çiftliğimle mandıramı, evimi rehine vereceğim; tüccarlardan
on bin altın borç toplayacağım. İki bin altın atlarla hademelere sarf edeceğim.
Geriye kalan sekiz bin altına da bu kaftanı alacağım.”
Devletten hep alınmaz ya... Biraz da verilir!
Şah İsmail “pembe inci”yi yalnız masallarda işitmiş, daha
nasıl şey olduğunu görmemişti.
…elçiye karşı nefsinde derin bir garez duydu. Onu hakareti
altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden evvel tahtının arkasına
cellâtlarını hazırlattırdı.
…sırtından Pembe İncili Kaftan’ı çıkardı.
Sonra bu kıymettar kaftanın üzerine bağdaş kurdu.
Muhsin Çelebi,
Koynundan çıkardığı name-i hümayunu öptü. Başına koydu.
Sonra (…) şaha uzattı.
“Namesini verdiğim büyük padişahım Oğuz Kara Han
neslindendir” diye haykırdı, “dünya yaratıldığından beri onun ecdadından kimse
kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ecdadı hilkatten itibaren
hükümdar olan bir padişahın elçisi hiçbir ecnebi padişah karşısında divan
durmaz. Çünkü kendi padişahı kadar dünyada asil bir padişah yoktur. Çünkü...”
Muhsin Çelebi sözünü bitirince müsaade falan istemedi,
kalktı, kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail donmuş, taş kesilmişti.
“Buyurun. Kaftanınızı unutuyorsunuz.”
Muhsin Çelebi durdu, güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek
şahın işiteceği yüksek bir sesle “Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum.
Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok...
Hem bir Türk yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz... Bunu bilmiyor
musunuz?” dedi.
Geçtiği yollardan gece gündüz dörtnala döndü. Üsküdar’a
girdiği zaman, Muhsin Çelebi’nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü
hademelerine dedi ki: “Evlâtlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları,
üstünüzdeki esvapları, belinizdeki murassa hançerleri size bağışlıyorum. Bana
hakkınızı helâl ediyor musunuz?”
Sadrazamın konağına gitti. Nameyi şaha verdiğini, hiçbir
hakarete uğramadığını, şahın müsaadesine tenezzül etmeden habersizce kalkıp
İstanbul’a döndüğünü söyledi.
Muhsin Çelebi yaptığıyla iftihar edecek kadar küçük ruhlu
değildi.
Meraklı İstanbul’da hiç kimse meşhur pembe incili kaftanın
“nasıl, nerede, niçin” bırakıldığını öğrenemedi.
Muhsin Çelebi bu kaftan için girdiği borçları verip
çiftliğini, mandırasını, iratlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr
kalan atıyla murassa takımını satıp Kuzguncuk’ta minimini bir bahçe aldı. Onu
ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar
pazarında sebzevatçılık etti. Pek fakir, pek acı, pek mahrum bir hayat geçirdi.
Ama “yine” ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla
gösterdiği fedakârlığa dair gevezelikler yaparak boşu boşuna pohpohlandı!
(Yeni Mecmua, C. I, Sayı: 17, 1 Teşrîn-i sânî [Kasım] 1917)
…
(Özet değildir)
…
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan:
Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder