Üç Nasihat
Durmuş’un bir anasından başka kimsesi yoktu. Fakirdi.
Gurbet, İstanbul demektir.
“Bari uşak olayım” dedi.
Müstakim Efendi isminde birini salık verdiler
“Ben seni yanıma alayım ama... çok para veremem...”
Senede bir kuruş...
“Yalnız bu kadar değil. Bir de nasihat vereceğim.”
“Para sarf olunur, biter, yahut kaybolur, oğlum. Ama insanın
aldığı nasihat hiç bitmez... Ölünceye kadar işine yarar.”
Durmuş, “Hayır efendim, bana para lâzım, nasihat lâzım
değil...” dedi. Dışarı çıktı.
“Vereceğiniz nasihati merak ettim” dedi, “bir sene size
hizmet edeceğim.”
“Pekâlâ oğlum, sene nihayeti kuruşunla nasihatini alırsın...”
“İşte oğlum yanıma gireli tam bir sene oldu. Kulaklarını iyi
aç. Nasihatini vereyim: Yolunu, izini bilmediğin yere gitme! Al şu kuruşunu
da...”
“Ben bu nasihati zaten biliyordum efendim” dedi. Müstakim
Efendi güldü:
“Biliyorsan iyi... Şimdi o bildiğini hatırladın, bu daha
iyi...”
“İstersen bir sene daha kal. Yine bir nasihatle bir kuruş
veririm.”
Sene nihayeti yine Müstakim Efendi onu çağırdı. Bu sefer
kuruşu peşin verdi. Sonra, “Al nasihatini: Emanete hıyanetlik etme!” dedi.
“Efendim, ben bu nasihati biliyordum.”
“İyi ya işte... Biliyorsan şimdi de hatırladın. Bildiğini
hatırlamak yeniden bir şey öğrenmek kadar faydalıdır.”
“Mademki iki senelik emeğim havaya gitti. Bir sene daha
uğraşır, şu son nasihati de anlar merakta kalmam” dedi. Tekrar geldi. Eski
kapısına girdi. Tam bir sene daha Müstakim Efendi’ye hizmet etti.
Sene nihayetinde efendisi yine onu çağırdı. Kuruşu eline
verdi, “Al nasihatini de” dedi; “Karını kendin gitmediğin yere gece yatısına
gönderme!”
“Üç sene oldu gurbetteyim. Anam ihtiyar, gideyim, bakayım,
ne oldu.” “Pekâlâ, oğlum, yalnız yola çıkacağın zaman buraya uğra, sana bir
hediye vereyim. Anana benden götür, olur mu?”
Gurbete yayan gelinirdi ama gurbetten memlekete yayan
dönülmezdi.
“İşte gidiyorum efendim” dedi. İhtiyar kalktı: “Yolun açık
olsun. Al şu hediyelerimi anana götür.” diye ona iki büyük somun uzattı.
Bir gün, bir ormanın kenarında taşkınca bir suya rast
geldiler. Geçecek yerini bulamıyorlardı.
Atını suya sürecekti. Tam bu esnada efendisinin verdiği
nasihat aklına geldi: “Yolunu, izini bilmediğin yere gitme!”
Yanındaki arkadaşı durmadı. Atını sürdü. İki adım atınca
birdenbire suyun içinde kayboldu.
Bir gün karnı çok acıktı. “Efendisinin hediye gönderdiği şu
somunlardan birini koparıp yesem...” dedi. Elini heybesine atarken tam bir
senelik emek sarf ederek işittiği nasihat aklına geldi: “Emanete hıyanetlik
etme!”
Elini çekti. “Şeytana uymayayım” dedi.
Ağaçların arasından “Teslim olun!” diye bir ses işitti.
Durdu. Onunla beraber bütün kervan durdu. Eşkıyalar her tarafı çevirmişti.
Can maldan tatlı. Herkes nesi var nesi yok, efenin önüne
döktü.
Durmuş’a sıra gelince, “Benim bir şeyim yok” dedi.
Efe hemşehrilerine sordu. Hepsi Durmuş’un para
kazanmadığını, senede bir kuruşa hizmet ettiğini anlattılar. Efe Durmuş ’un
aptallığına hem güldü, hem kızdı. Adamlarına “Şu budalaya bir sopa çekin de bir
daha para kazanmadan gurbette kalmamayı öğrensin” dedi. Durmuş’u yere
yatırdılar. Canı çıkıncaya kadar dipçiklerle dövdüler.
Sılacıların hepsi Durmuş gibi on parasız evlerine döndüler.
Karnı çok acıkmıştı. Anasından biraz yiyecek istedi.
Kadıncağız ağlamaya başladı.
“Bir şey yok oğlum, iki gündür ağzıma lokma girmedi.”
“Bari şu heybenin içinde efendimin sana hediye gönderdiği
somun var. Birisini kıralım, beraber yiyelim.” dedi. Heybeden bir somun
çıkardılar. Kırınca şangır şangır etrafa altınlar yayıldı. Şaşırdılar.
Durmuş zengin olunca tarla aldı.
Ama bir türlü evlenemiyor
Evlenmesini teklif eden köy ağalarına “Ben de isterim ama
bir şartla...” derdi.
Nihayet iki saat uzak bir köyde öksüz bir kız bulundu.
Durmuş onu aldı. Şanına lâyık düğün yaptı. Mesut oldu. Bir erkek çocuğu dünyaya
geldi.
Hep birden onun üzerine düştüler. Ant verdiler. Durmuş artık
herkesin ısrarına dayanamadı. Bir gece kalmak üzere karısını köye yolladı.
Duramadı. Uşaklarına atını hazırlattırdı. Geceleyin iki saat
ötedeki köye yetişti, düğün evinin önüne gitti.
Karısının çocuğuyla beraber bir köşede büzülmüş oturduğunu
gördü.
Döndü. Arkasına baktı. Bir kocakarı geçiyordu.
“Şu köşede çocuğuyla beraber bir taze oturuyor, görüyor
musun?”
“Kimin nesidir o?”
“Ah evladım sorma, onu bir zalim herif aldı. Zavallı tazeye
dünyayı zindan etti. Dört senedir işte, köyüne yeni geliyor...”
Durmuş düşündü, taşındı, birdenbire dedi ki: “Beni bu gece
bu kadınla yatırabilirsen sana beş altın veririm.”
“Yiğidim ondan kolay ne var?”
“Onun akrabaları benim kapı bir komşumdur. (…) El ayak
kesildikten sonra seni götürür, gizlice bu odaya sokarım.”
Gece yarısı geçti. Kocakarı geldi. Onu aldı. Küçük bir bahçe
kapısından geçirdi. Bir avlunun ta nihayetindeki tek odaya soktu. Durmuş yüzünü
şalıyla sarmıştı. Karısı onu tanımadı. Hemen bağırmaya başladı.
Durmuş’u yanına hiç yaklaştırmadı.
Durmuş karısını daha ziyade bağırtmamak için kapının yanına
oturdu. Hiç sesini çıkarmadı.
Avluda horozlar öttü. Durmuş yavaşça yatakta uyuyan çocuğunu
aldı. Sessizce dışarı çıktı. Avluyu geçti. Atına bindi. Dörtnala köyüne döndü.
Karısının akrabaları gece çocuğun çalındığını duyunca ne
yapacaklarını şaşırdılar. “Ağaya ne cevap vereceğiz? ” diye düşünmeye
başladılar.
Kocakarı buna da bir kolay buldu: “Bu oda zaten eski...
Yakınız. ‘Gece yangın oldu. Çocuğu kurtaramadık’ dersiniz.”
Durmuş “Çocuk nerede?” diye sordu.
“Ah olan oldu. Gece odamız yandı. Çocuğu kurtaramadık...”
dediler.
Tam bu sırada kapı açıldı. Durmuş’un çocuğu içeri girdi.
Annesinin kucağına atıldı. Çocuğun yandığını söyleyenler şaşırdılar. O vakit
Durmuş, “Gördünüz ya, yalancı alçaklar, niçin karımı kendimin bulunmadığı yere
göndermiyormuşum...” diye bağırdı. Hepsini, tekme tokat kovdu.
…
Yeni Mecmua, Sayı: 8,
30 Ağustos 1917, s. 157-160.
…
(Özet değildir)
…
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan:
Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder