Diyet
Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan
dükkânında, tek başına gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali tıpkı
kafese konmuş terbiyeli bir Arslanı andırıyordu.
On senedir bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç
namluları bütün Anadolu’da, bütün Rumeli’de, serhat boylarında büyük bir nam
kazanmıştı.
O “çeliğe çifte su verme”sini biliyordu.
Daha on iki yaşındayken sert bir beylerbeyi olan babasının
başı vurulmuş, öksüz kalmıştı.
Otuz yaşına kadar Anadolu’da uğramadığı şehir kalmadı.
Kimseye boyun eğmedi. Minnettar kalmadı. Ekmeğini taştan çıkardı.
Karşıki mescitte hazin hazin akşam ezanı okunuyor, bacasının
tepesindeki yuvada leylekler nihayetsiz bir takırtı koparıyorlardı.
Yürüdü. Uykusu yoktu.
Ansızın arkasından bir ses “Kimdir o?” diye bağırdı.
“Sen misin Ali Usta?”
“Benim!”
Bunlar şehir subaşısının adamları, dizdarlardı. Kol
geziyorlardı.
Geceleri afyon yutan bu serseriler ehl-i ırzlar nazarında
hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir
gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona fena muameleler
etmediler.
Dizdarların müdahalesi canını sıkmıştı. İşte, şehirde
yaşamak da bir türlü esirlikti.
Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliği ile
“Kim o?” diye haykırdı.
“Aç, çabuk...”
Dizdarbaşı, “Ali Usta, dükkânı arayacağız...” dedi. Koca Ali
hayretle sordu: “Niçin?”
“Arayın...” diye geri çekildi. Dizdarla yamakları dükkâna
girdiler. Örsün yanından geçen başağa haykırdı: “Ay, işte, işte...”
Yeni yüzülmüş bir deri...
Dizdarların bulduğu bütün deliller aleyhine çıkıyordu.
Sol kolunun kesilmesine karar verildi.
Koca Ali bu kararı duyunca ömründe ilk defa olarak sarardı.
Dudaklarını ısırdı. Kazaya rızadan başka çare yoktu! Sendeleyerek ayağa kalktı.
Hâkime dik bir sesle “Kolumu bırakın, kafamı kesin!” diye rica etti. Bu ömründe
onun ilk ricasıydı. Fakat ihtiyar hâkim çok âdildi.
Bütün şehir halkı Koca Ali gibi mahir bir ustanın kolu
kesileceğine acıdı.
Şehrin en büyük zengini Hacı Mehmet
Bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu hâlde son derece
hasisti. Hâlâ şehrin pazaryerinde, küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu.
“Mademki siz istiyorsunuz” dedi, “ben onun kolu için diyet
veririm. Ama bir şartla...”
“Ne gibi?” diye sordular.
“Varın kendine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana bedava
hizmetçilik, çıraklık etmeye razı olursa...”
“Pekâlâ, pekâlâ...”
O, daha pek gençken, vezir amcasının lûtfunu bile çekememiş,
minnettar kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi
kör talihi onu bak kime köle edecekti?
Hacı kasap, kesilecek kolun diyetini hâkime saydığı gün Koca
Ali’yi arkasına taktı.
…ta akşam namazına kadar durmadan emirler veriyordu.
Zavallıya verdiği yalnız bulgur çorbasıydı.
Koca Ali, sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar zahmetlere
yıllarca göğüs gerebilecekti. Fakat Hacı kasabın ikide bir “Ulan Ali... Kolunun
diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın” diye yaptığı iyiliği
tekrarlamasını çekemiyordu.
Tezgâhın solundaki büyük yağlı siyah taşta satırları
biliyor, yine “Ne yapacağım, ne yapacağım? ” diye düşünüyor, dudaklarını
ısırıyordu.
“Ne yapacağım, ne yapacağım? ” hülyasına öyle dalmıştı ki...
kasabın geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına
getirdi.
“Ne yapıyorsun be?”
Koca Ali yine cevap vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra
birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı
kolunu yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdığı ağır satırı öyle bir
indirdi ki... o anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin dehşetinden gözleri
dışarı fırlayan Hacı kasabın önüne “Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi!”
diye hızla fırlattı. Sonra esvabının kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı.
Dükkândan çıktı.
Onun vaktiyle geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de
şehirde kimse öğrenemedi.
Yeni Mecmua, C. 2,
Sayı: 27, 10 Kânûn-ı sâni [Ocak] 1918/10 Ocak 1918
…
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan:
Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder