Asilzâdeler
“Monşer, asalet olmazsa bu memleket batar.”
“Ben...” diye başlayıp lâfını, her nedense, tamamlamayan
Efruz Bey yalnız “bu fikirde” değil, hatta fazla olarak bizzat kendisi hâlis
bir “asilzade” idi.
…
Müzekki Bey, “Asalet için ilk lâzım olan şey Meşrutiyet’tir”
dedi, “işte size İngiltere büyük bir misal! Meşrutiyet sayesinde İngiltere
nüfusu üç yüz milyona yakın Hindistan’a hâkimdir. Daha hesaba gelmez binlerce
müstemlekeye hâkimdir. Demek bir kere bu Meşrutiyet sayesinde İngiltere,
Hindistan’ın, Mısır’ın, daha birçok yerlerin efendisi olmuş, dünyanın en yüksek
‘asalet’ mevkiini almıştır.
…
Efruz Bey ayağa kalktı.
“Bu memlekette asalete o kadar ehemmiyet verilmiyor. Niçin?
Buna hepiniz cevap veriniz.”
…
“Bakınız, ben bu sebebi size söyleyeyim. Biz asil olduğumuz
hâlde ismimize ehemmiyet vermiyoruz. Ecdadımızın namlarını taşımıyoruz. Asalet
unvanları kullanmıyoruz. Biz kendi kendimizi tanımazsak halk bizi tanır mı?”
…
Müzekki dö Civan’a prens unvanı verilince Kâmuran Bey
aslını, ecdadını anlatmak için acele etti.
…
Prens Eternel dö Kara Tanburîn!.. Hepsi bu muhteşem ismi
tekrarladılar.
…
Nermin Bey: “Pekâlâ marki olabilirim. Cetlerim hep
hükümdarların dizanterilerini iyi etmişlerdir.
…
Fakat Efruz Bey kendi asaletini, kendi cetlerini
anlatamamıştı. Saat altıyı geçiyordu. Bu beş asil genç birbirinden
ayrılamadılar.
(Efruz Bey) “Söyle anne, benim unvanım ne?”
Hiçbirisinden bir cevap alamayınca daha ziyade ateşlendi.
Ana oğlunun, hizmetçiler efendilerinin unvanını bilmiyorlardı. Bu memleket
batmasın da neresi batsın? Bu ne idraksizlik, bu ne kabalık, bu ne hayvanlıktı.
…
Ecdadı ihtimal ki... Hayır, “ihtimal ki” değil, muhakkak
surette “Kızıl Ahmetli”lerdi.
“Prens Efruz dö Kızıl!..” dedi.
Sabah olmuş, hızla kapıyı açan Despina sütlü kahvesini
getirmişti.
Şakadan Despina’nın üzerine atıldı.
Manzara müthişti! Prensin elinden kurtulan Despina, saçı
başı karmakarışık, tıpkı iffetine tecavüz olunmuş masum bir kız oğlan kız gibi,
hıçkıra hıçkıra, derin derin ağlıyor, yanmamak için hemen kazı çeviren Prens
“İşte sütümü döken beceriksizi ben böyle döverim!” diyordu. Ama hanımefendi
yutmadı. Bağırdı: “Dışarıda ne halt yersen ye... Burası bildiğin yer değil...
Benim boynuzlarımı takmağa vaktim yok...” Despina’yı hemen kovdu.
…
Prens Zırtaf, “Benim apartmana buyurun!” dedi.
…
İki iri adam bir anda göründü. Ellerinde revolverler vardı:
“Ellerinizi yukarı kaldırın!”
Komiser olması icap eden memur: “Ben ‘Bu Beyoğlu’nda sana
kumar oynatmam’ demedim mi?”
“Biz burada kumar oynamıyorduk ki...”
“Ya ne yapıyordunuz?”
“Hiç...”
“Onu sen babana yuttur…”
…
Komiser biraz tereddüt ediyordu. “Hepinizin üzerinden beş
lira çıkmadı. Paralar nerde?”
Para lâfı Efruz Bey’in kibrine dokundu. Sert bir cevap
verdi: “Biz üzerimizde para taşımaya tenezzül etmeyiz.”
“Vay beyim vay! Ya ne yaparsınız?”
…
Efruz Bey asıl tahkikatı kumar meselesine çevirebildiği için
memnundu. Hiç mukavemet etmedi. Karakola gitti. Bir gece yattı. Ertesi gün
kefaletle tahliye olundu. Uzun müddet asil arkadaşlarına rast gelmedi.
Politika, asalet teşebbüsleri cılk çıktıktan sonra Efruz Bey
için yapılacak yalnız bir şey kalıyordu: Milliyetperverlik! O, öyle bir köşede
oturacak, şöhretten, şandan uzak yaşayabilecek bir tip değildi. Hareket,
inkılâp, gürültü harıltı adamıydı.
Vakit, Sayı: 3051-3058,
l-8 Temmuz 1926, s. 3;
…
(Özet değildir)
…
Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan:
Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder