26 Ocak 2020 Pazar

Ömer Seyfettin - Falaka

Falaka

Her sabah çarşı camiinin arkasındaki harap zaptiye ahırlarının önünden, bir serçe sürüsü gibi, cıvıldayarak geçerdik.
Mektep biraz daha ileride, alçak duvarlı, oldukça geniş bir avlunun ortasında idi.

Abdurrahman-çelebi, Hoca Efendinin ihtiyar eşeğiydi.
Ona su vermek, onu tımar etmek mektepte bir imtiyazdı.

Hepimiz kırk çocuktuk.
Sınıf taksimi filan yoktu. Elifbe'yi, Amme’yi, her şeyi bir ağızdan okuyor, rakamları bir ağızdan sayıyor, bir ağızdan ilahi söylüyorduk.

Gönen'den geldiğimiz günden beri bu mektebe devam ediyordum.

…bir gün Hak i m Efendi ile setre pantolonlu, gülmez suratlı biri geldi.
- Kaymakam Bey! Kaymakam Bey! -dediler.

…Ömründe ilk defa bir falaka görüyormuş gibi dikkatle baktı. Döndü, selam vermeden çıkarken;
- Biraz dışarı gelir misiniz, Hoca Efendi?

Dışarda ne konuştuklarını bilmiyorduk. Lakin falaka ertesi gün yerinde yoktu.
- Falaka yasak olmuş...» diyorlardı. Sözde Kaymakam Bey yasak etmiş!
Dayak korkusu kalkınca, biz, kırk çocuk, öyle azdık, öyle kudurduk ki...

Hoca Efendi de esnemeğe başladı. Zavallı ihtiyar uyuyuverdi. O zaman kalktık, rahlenin üzerindeki enfiye kutusunu aldık, hepimiz çektik. Bütün mektebin içinde bir hapşırmadır gitti.

Bu günden sonra Hoca Efendi esneme ile hapşırmayı en büyük kabahat sayıyordu.

- Kim hapşırırsa şart olsun ki, öldürünceye kadar döveceğim! » diye haykırıyordu.

«Şart olsun!» Bu nasıl yemindi? Evde anneme sordum. Başını salladı. Gözlerini açtı:
- Çok büyük yemin! » dedi,

Öyle bir şeytanlık kurmuştum ki, daha yapmadan, gülüyor, katılıyordum.

Akşam yaklaştı.

Ellerimizi kaldırdık. Hoca Efendi bağırdı:
- Ne var?
- Abdurrahman-çelebiyi hazırlayalım mı'?
- Haydi, pekâlâ; çabuk!

Ben cüzdanımdan içi enfiye dolu kâğıt boruları çıkardım. Yavaşça eğildim. Abdurrahman-çelebi daha bir şey anlamıyordu. Bu borulardan bir tanesini bütün kuvvetimle burnuna üfledim.

Hoca Efendi şaşırdı. Enfiyenin tesirini duymağa başlayan Abdurrahman-çelebi habire hapşıyordu.

- Hoca Efendi, bugün mektepte, «Kim hapşırırsa şart olsun falakaya yıkacağım» dediniz. Eğer Abdurrahman-çelebi'yi affederseniz karınız boş düşer.

Uzun bir uğraşmadan sonra yere yatırdık. Arka ayaklarını falakaya taktık. Hoca Efendi sopayı eline aldı, Nallar gibi «tak-tak» vurmağa başladı.

- Kaymakam Bey!

Kaymakam önde, zaptiyelerle Hoca Efendi arkada, çıkıp gittiler.

Bundan sonra mektepte ne falakayı gördük, ne de... Hoca Efendiyi!
Şimdi ben kimi hapşırırken görsem, pek küçükken yaptığım bu tuhaf muzipliği hatırlarım. Gülümserim. Kalbimde belirsiz bir acı sızlar. Benim sebebime hocalıktan kovulan, ihtimal aç kalan bu aksakallı, fakir ihtiyarın zavallı hayali karşıma dikilir.

…bunun gibi, hayattaki her gülünç şeyin altında görünmez bir facia yok mudur?
(Yeni Mecmua, c. 1. 1917, Sayı: 2)

Ömer Seyfettin Bütün Eserleri: 8, Bilgi Yayınevi (s. 39-49)



(Özet değildir)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder