Falaka
Her sabah çarşı camiinin arkasındaki harap zaptiye
ahırlarının önünden, bir serçe sürüsü gibi, cıvıldayarak geçerdik.
Mektep biraz daha ileride, alçak duvarlı, oldukça geniş bir
avlunun ortasında idi.
Abdurrahman-çelebi, Hoca Efendinin ihtiyar eşeğiydi.
Ona su vermek, onu tımar etmek mektepte bir imtiyazdı.
Hepimiz kırk çocuktuk.
Sınıf taksimi filan yoktu. Elifbe'yi, Amme’yi, her şeyi bir
ağızdan okuyor, rakamları bir ağızdan sayıyor, bir ağızdan ilahi söylüyorduk.
Gönen'den geldiğimiz günden beri bu mektebe devam ediyordum.
…bir gün Hak i m Efendi ile setre pantolonlu, gülmez suratlı
biri geldi.
- Kaymakam Bey! Kaymakam Bey! -dediler.
…Ömründe ilk defa bir falaka görüyormuş gibi dikkatle baktı.
Döndü, selam vermeden çıkarken;
- Biraz dışarı gelir misiniz, Hoca Efendi?
Dışarda ne konuştuklarını bilmiyorduk. Lakin falaka ertesi
gün yerinde yoktu.
- Falaka yasak olmuş...» diyorlardı. Sözde Kaymakam Bey
yasak etmiş!
Dayak korkusu kalkınca, biz, kırk çocuk, öyle azdık, öyle
kudurduk ki...
Hoca Efendi de esnemeğe başladı. Zavallı ihtiyar uyuyuverdi.
O zaman kalktık, rahlenin üzerindeki enfiye kutusunu aldık, hepimiz çektik.
Bütün mektebin içinde bir hapşırmadır gitti.
Bu günden sonra Hoca Efendi esneme ile hapşırmayı en büyük
kabahat sayıyordu.
- Kim hapşırırsa şart olsun ki, öldürünceye kadar döveceğim!
» diye haykırıyordu.
«Şart olsun!» Bu nasıl yemindi? Evde anneme sordum. Başını
salladı. Gözlerini açtı:
- Çok büyük yemin! » dedi,
Öyle bir şeytanlık kurmuştum ki, daha yapmadan, gülüyor,
katılıyordum.
Akşam yaklaştı.
Ellerimizi kaldırdık. Hoca Efendi bağırdı:
- Ne var?
- Abdurrahman-çelebiyi hazırlayalım mı'?
- Haydi, pekâlâ; çabuk!
Ben cüzdanımdan içi enfiye dolu kâğıt boruları çıkardım.
Yavaşça eğildim. Abdurrahman-çelebi daha bir şey anlamıyordu. Bu borulardan bir
tanesini bütün kuvvetimle burnuna üfledim.
Hoca Efendi şaşırdı. Enfiyenin tesirini duymağa başlayan
Abdurrahman-çelebi habire hapşıyordu.
- Hoca Efendi, bugün mektepte, «Kim hapşırırsa şart olsun
falakaya yıkacağım» dediniz. Eğer Abdurrahman-çelebi'yi affederseniz karınız
boş düşer.
Uzun bir uğraşmadan sonra yere yatırdık. Arka ayaklarını
falakaya taktık. Hoca Efendi sopayı eline aldı, Nallar gibi «tak-tak» vurmağa
başladı.
- Kaymakam Bey!
…
Kaymakam önde, zaptiyelerle Hoca Efendi arkada, çıkıp
gittiler.
Bundan sonra mektepte ne falakayı gördük, ne de... Hoca
Efendiyi!
Şimdi ben kimi hapşırırken görsem, pek küçükken yaptığım bu
tuhaf muzipliği hatırlarım. Gülümserim. Kalbimde belirsiz bir acı sızlar. Benim
sebebime hocalıktan kovulan, ihtimal aç kalan bu aksakallı, fakir ihtiyarın zavallı
hayali karşıma dikilir.
…bunun gibi, hayattaki her gülünç şeyin altında görünmez bir
facia yok mudur?
(Yeni Mecmua, c. 1. 1917, Sayı: 2)
…
Ömer Seyfettin Bütün Eserleri: 8, Bilgi Yayınevi (s. 39-49)
…
(Özet değildir)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder