30 Aralık 2019 Pazartesi

Ömer Seyfettin - Üç Nasihat


 Üç Nasihat

Durmuş’un bir anasından başka kimsesi yoktu. Fakirdi.
Gurbet, İstanbul demektir.
“Bari uşak olayım” dedi.
Müstakim Efendi isminde birini salık verdiler
“Ben seni yanıma alayım ama... çok para veremem...”
Senede bir kuruş...
“Yalnız bu kadar değil. Bir de nasihat vereceğim.”
“Para sarf olunur, biter, yahut kaybolur, oğlum. Ama insanın aldığı nasihat hiç bitmez... Ölünceye kadar işine yarar.”
Durmuş, “Hayır efendim, bana para lâzım, nasihat lâzım değil...” dedi. Dışarı çıktı.
“Vereceğiniz nasihati merak ettim” dedi, “bir sene size hizmet edeceğim.”
“Pekâlâ oğlum, sene nihayeti kuruşunla nasihatini alırsın...”
“İşte oğlum yanıma gireli tam bir sene oldu. Kulaklarını iyi aç. Nasihatini vereyim: Yolunu, izini bilmediğin yere gitme! Al şu kuruşunu da...”
“Ben bu nasihati zaten biliyordum efendim” dedi. Müstakim Efendi güldü:
“Biliyorsan iyi... Şimdi o bildiğini hatırladın, bu daha iyi...”
“İstersen bir sene daha kal. Yine bir nasihatle bir kuruş veririm.”
Sene nihayeti yine Müstakim Efendi onu çağırdı. Bu sefer kuruşu peşin verdi. Sonra, “Al nasihatini: Emanete hıyanetlik etme!” dedi.
“Efendim, ben bu nasihati biliyordum.”
“İyi ya işte... Biliyorsan şimdi de hatırladın. Bildiğini hatırlamak yeniden bir şey öğrenmek kadar faydalıdır.”
“Mademki iki senelik emeğim havaya gitti. Bir sene daha uğraşır, şu son nasihati de anlar merakta kalmam” dedi. Tekrar geldi. Eski kapısına girdi. Tam bir sene daha Müstakim Efendi’ye hizmet etti.
Sene nihayetinde efendisi yine onu çağırdı. Kuruşu eline verdi, “Al nasihatini de” dedi; “Karını kendin gitmediğin yere gece yatısına gönderme!”
“Üç sene oldu gurbetteyim. Anam ihtiyar, gideyim, bakayım, ne oldu.” “Pekâlâ, oğlum, yalnız yola çıkacağın zaman buraya uğra, sana bir hediye vereyim. Anana benden götür, olur mu?”
Gurbete yayan gelinirdi ama gurbetten memlekete yayan dönülmezdi.
“İşte gidiyorum efendim” dedi. İhtiyar kalktı: “Yolun açık olsun. Al şu hediyelerimi anana götür.” diye ona iki büyük somun uzattı.

Bir gün, bir ormanın kenarında taşkınca bir suya rast geldiler. Geçecek yerini bulamıyorlardı.
Atını suya sürecekti. Tam bu esnada efendisinin verdiği nasihat aklına geldi: “Yolunu, izini bilmediğin yere gitme!”
Yanındaki arkadaşı durmadı. Atını sürdü. İki adım atınca birdenbire suyun içinde kayboldu.
Bir gün karnı çok acıktı. “Efendisinin hediye gönderdiği şu somunlardan birini koparıp yesem...” dedi. Elini heybesine atarken tam bir senelik emek sarf ederek işittiği nasihat aklına geldi: “Emanete hıyanetlik etme!”
Elini çekti. “Şeytana uymayayım” dedi.
Ağaçların arasından “Teslim olun!” diye bir ses işitti. Durdu. Onunla beraber bütün kervan durdu. Eşkıyalar her tarafı çevirmişti.
Can maldan tatlı. Herkes nesi var nesi yok, efenin önüne döktü.
Durmuş’a sıra gelince, “Benim bir şeyim yok” dedi.
Efe hemşehrilerine sordu. Hepsi Durmuş’un para kazanmadığını, senede bir kuruşa hizmet ettiğini anlattılar. Efe Durmuş ’un aptallığına hem güldü, hem kızdı. Adamlarına “Şu budalaya bir sopa çekin de bir daha para kazanmadan gurbette kalmamayı öğrensin” dedi. Durmuş’u yere yatırdılar. Canı çıkıncaya kadar dipçiklerle dövdüler.
Sılacıların hepsi Durmuş gibi on parasız evlerine döndüler.
Karnı çok acıkmıştı. Anasından biraz yiyecek istedi.
Kadıncağız ağlamaya başladı.
“Bir şey yok oğlum, iki gündür ağzıma lokma girmedi.”
“Bari şu heybenin içinde efendimin sana hediye gönderdiği somun var. Birisini kıralım, beraber yiyelim.” dedi. Heybeden bir somun çıkardılar. Kırınca şangır şangır etrafa altınlar yayıldı. Şaşırdılar.

Durmuş zengin olunca tarla aldı.
Ama bir türlü evlenemiyor
Evlenmesini teklif eden köy ağalarına “Ben de isterim ama bir şartla...” derdi.

Nihayet iki saat uzak bir köyde öksüz bir kız bulundu. Durmuş onu aldı. Şanına lâyık düğün yaptı. Mesut oldu. Bir erkek çocuğu dünyaya geldi.
Hep birden onun üzerine düştüler. Ant verdiler. Durmuş artık herkesin ısrarına dayanamadı. Bir gece kalmak üzere karısını köye yolladı.
Duramadı. Uşaklarına atını hazırlattırdı. Geceleyin iki saat ötedeki köye yetişti, düğün evinin önüne gitti.
Karısının çocuğuyla beraber bir köşede büzülmüş oturduğunu gördü.
Döndü. Arkasına baktı. Bir kocakarı geçiyordu.
“Şu köşede çocuğuyla beraber bir taze oturuyor, görüyor musun?”
“Kimin nesidir o?”
“Ah evladım sorma, onu bir zalim herif aldı. Zavallı tazeye dünyayı zindan etti. Dört senedir işte, köyüne yeni geliyor...”
Durmuş düşündü, taşındı, birdenbire dedi ki: “Beni bu gece bu kadınla yatırabilirsen sana beş altın veririm.”
“Yiğidim ondan kolay ne var?”
“Onun akrabaları benim kapı bir komşumdur. (…) El ayak kesildikten sonra seni götürür, gizlice bu odaya sokarım.”
Gece yarısı geçti. Kocakarı geldi. Onu aldı. Küçük bir bahçe kapısından geçirdi. Bir avlunun ta nihayetindeki tek odaya soktu. Durmuş yüzünü şalıyla sarmıştı. Karısı onu tanımadı. Hemen bağırmaya başladı.
Durmuş’u yanına hiç yaklaştırmadı.
Durmuş karısını daha ziyade bağırtmamak için kapının yanına oturdu. Hiç sesini çıkarmadı.
Avluda horozlar öttü. Durmuş yavaşça yatakta uyuyan çocuğunu aldı. Sessizce dışarı çıktı. Avluyu geçti. Atına bindi. Dörtnala köyüne döndü.
Karısının akrabaları gece çocuğun çalındığını duyunca ne yapacaklarını şaşırdılar. “Ağaya ne cevap vereceğiz? ” diye düşünmeye başladılar.
Kocakarı buna da bir kolay buldu: “Bu oda zaten eski... Yakınız. ‘Gece yangın oldu. Çocuğu kurtaramadık’ dersiniz.”
Durmuş “Çocuk nerede?” diye sordu.
“Ah olan oldu. Gece odamız yandı. Çocuğu kurtaramadık...” dediler.

Tam bu sırada kapı açıldı. Durmuş’un çocuğu içeri girdi. Annesinin kucağına atıldı. Çocuğun yandığını söyleyenler şaşırdılar. O vakit Durmuş, “Gördünüz ya, yalancı alçaklar, niçin karımı kendimin bulunmadığı yere göndermiyormuşum...” diye bağırdı. Hepsini, tekme tokat kovdu.
Yeni Mecmua, Sayı: 8, 30 Ağustos 1917, s. 157-160.
(Özet değildir)

Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder