30 Aralık 2019 Pazartesi

Ömer Seyfettin - Yalnız Efe II


Yalnız Efe II

Sabahtan beri yürüyorduk.
Ayı avına gidiyordum.
“Biraz dinlensek...” dedim.
“Yak bir cigara bakalım, yorgunluk alır.”
Ağır bir tavırla “Burada tütün içilmez!” dedi. Sordum.
“Burası Yalnız Efe’nin ‘sırrolduğu’ yerdir!” dedi.
“Anlat bana baba” dedim,
Kendisi hiç erkeğe gözükmezdi.”
“Neye gözükmezdi?” diye sordum.
“Çünkü kızdı!”
“Kız mıydı?”

... İşte tam o sıralarda Söke taraflarında gayet azgın bir Rum eşkıyası türer. Devlet bu haydutlara karşı bir nizamiye taburu çıkarır.
Kasabada Yalnız Efe’nin namını işitirler. Boş durmamak için onu tutmağa kalkarlar.
Yalnız Efe’yi tam burada sıkıştırırlar.
“Teslim ol!” derler.
Yalnız Efe, “Siz askersiniz. Benim kardeşlerimsiniz. Canınızı yakmak istemem.
Savulun. Yoluma gideyim” der. Dinlemezler.
Nihayet Yalnız Efe’nin sesi kesilince vuruldu sanırlar.
İşte bu çamın dibinde Yalnız Efe’nin martiniyle geyik postu seccadesinden yeşil namaz bezinden başka bir şey bulamazlar.

Gençliğini evvelâ medresede, sonra dağlarda, muharebelerde geçirmişti. Anadolu’nun, Rumeli’nin her yerini karış karış tanırdı. Yemen’de askerlik etmişti. Dört sene evvel karısı ölmüş, kızı Kezban’la yalnız kalmıştı.

Yörük Hoca, “Sünnet bozuldu!” demişti. “Ata binmek, silah kullanmak, yüzme öğrenmek” peygamberin emriydi. Silah olmadıktan sonra nasıl kovalanılırdı? Silahsız at ne işe yarardı?
O ihtiyardı. Zaten birkaç günlük ömrü kalmıştı. Fakat eli ayağı tutanlar hiçbir haksızlığa razı olmamalıydı. “Ah diyordu, her memlekette bir adam çıksa... Ne rüşvet kalır, ne zulüm kalır, ne fesat kalır! Bir kişi... Bir kişi...” Yörük Hoca da onun fikrindeydi.
Akşam oldu. Kırdan sürüler döndü. Fakat babası gelmedi.
Köpek acı acı ulumağa başladı.
… “Nerede?”
“Eseoğlu’nun çiftliğinde.”
“Kim haber verdi?”
“Çobanlar! Korucular ‘Gelin cenazesini alın!’ diye köye haber göndermişler.”
“Ben gidiyorum” dedi.
“Nereye?”
“Babamın ölüsüne.”
Kâhya bu iri siyah gözlerin bakışı altında rahatsız oldu. Ayakta duran uşağa,
“Ölü nerede?” diye sordu.
“Ahırın yanındaki gübreliğe attık!”
Cenazeyi yıkamak için eve götürmek istiyorlardı. İmam “Olmaz!” dedi.
Niçin? Gibi yüzüne baktılar.
“Yörük Hoca şehittir!” diye haykırdı.
Hacı Durmuş öksüz kalan kızı evine çağırttı. Ona bin dereden su getirerek evlenmesi icap ettiğini anlattı. Fakat Kezban soğukkanlılıkla “Amca, ben babamı vuranı hükümete tutturmadan kocaya varmam” dedi.
Mutlaka babasına kimin kurşun attığını arayıp bulacaktı.
…bir Deli Mustafa vardı. Aptal olduğu için askere almamışlardı.
“Ben gözümle vuranı gördüm!” dedi.
“Eşkıyalar değil mi?”
“Değül be!”
“Kimdi?”
“Kâhyanın gardaşı!”
“Niçin vurdu ki?”
Aptal kendini unutmuş, hem sucuğu yiyor hem söylüyordu: “Ağa didi.”
“Ne didi?”
“Ona ‘Şu herifi git vur’ didi.”
Büyük Mecmua, Sayı: 10, 19 Haziran 1919, s. 157-159;
Sayı: 11, 18 Eylül 1919, s. 175-176;
Sayı: 12, 24 Teşrin-i evvel [Ekim] 1919, s. 190-192;
Sayı: 13, Teşrin-i sani [Kasım] 1919, s. 208;
Sayı: 14, Kânun-ı evvel [Aralık] 1919, s. 223-224.

(Özet değildir)

Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri (Hazırlayan: Hazırlayan: Nâzım Hikmet Polat), Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, 2015, İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder